Sürüp Gider Bir Orman Gibi

Şehirler yok artık […] Bir orman gibi sürüp gitmekte her şey […] Bu yüzden eski […] planlı şehre dönüş de yok, bu böyle sürüp gidecek. Bir cangılda yaşamak zorunda oluşumuzun anlamı üzerine düşünmeliyiz, belki doğru olan budur.[1]  

 

Yirminci yüzyılda modernist mimarinin en etkili öncülerinden biri olmuş Ludwig Mies van der Rohe, bu sözleriyle aslında bir yenilgiyi itiraf ediyor. ABD’de geçirdiği on yılı aşkın sürenin ardından fark etmiş ki, şehirleri insanlığın gelişiminin göstergesi olarak kabul eden ve modernist retorik için esas olan Avrupa-merkezci düşüncenin savaş-sonrası Amerika’da pek hükmü yok. Mies’in bu sözlerinde ormanı bir metafor olarak ele aldığımızda, Batılı kültürel imgelemde ormana atfedilmiş bir dizi tarihsel, çevresel ve zamansal rolü de çözümleyebiliriz.

Modernist proje, çizgisel bir zamanda yaşayan, hep daha iyi bir geleceği hedefleyen ilerlemeci toplum anlayışı üzerine inşa edilmiştir. “Sürüp giden” bir orman ise, ilerlemeci düşüncenin aksine, her zaman her yerdedir; ne bir başlangıcı ne de belli bir sonu vardır. Ormanlar, tüm bu çizgiselliklere meydan okuyan döngüsel, mekânsal-zamansal ve maddesel-ruhsal akışların iç içe geçtiği tarihlerdir. Bu açıdan bakınca, Mies’in sözlerinin satır aralarında başka kültürel inşaların olduğunu da görürüz: Doğası gereği bilinmez olarak kabul edilen ormanlar, aynı zamanda sonsuz bir büyüme ve üretimin imgesidir. Burada, yok olan canlılar yeniden doğar ve ehlileşmiş olan yeniden yabanıla döner. Ve bu ikilik, hem ormanın tarih-dışı imgesini hem de orman ile insan arasında, ekonomik, çevresel ve kültürel sonuçlar doğurabilecek etkileşimleri ortaya koymaktadır.

 

Orman Ekonomileri

1907’de, sanat tarihçisi Aby Warburg, 15. yüzyıl ile 16. yüzyıl başlarında üretilmiş üç Burgonya kilimi üzerine çalışıyordu. Bu üç kilimin ortak teması, çalışan odunculardı. Kilimdeki gerçekçi figürlerden ve manzarayı oluşturan fantastik öğelerden çok etkilenen Warburg, şöyle yazmıştı:

 

Art arda görünmesi gereken figürler, birbiri üstüne yerleştirilmiş. Kilimi dokuyanın boşluktan duyduğu korku (horror vacui) ve kilimin yüzeyinde en ufak bir boşluk  bırakmamak için her yeri tür tür bitki ve hayvanla doldurma çabası, çevre atmosferini yok etmiş. Maymunlar, geyikler, sülünler, tavşanlar, hatta aslan, kurt, leopar gibi yırtıcı hayvanlar tamamen dekoratif amaçlı şekilde ağaçlarla birarada.[2]

 

Aslında bu; insanlar, hayvanlar ve bitkilerle ince ince işlenmiş, kör edici yoğunlukta bir orman manzarası. Peki burada kesilen ve yok edilen nedir?

 

Oduncular temalı kilim, Tournai Atölyesi, 15. yüzyıl, Dekoratif Sanatlar Müzesi, Paris.

 

Warburg’un kilimin atmosferine ilişkin eleştirisi, sadece resmin düzlemiyle değil, kadim doğaya duyulan gizli arzuyla da ilgilidir. Söz konusu metnin devamında şunları söyler Warburg:

 

İleri düzeyde uygarlaşmış her toplumun özlem duyduğu doğa, burada insanla doludur […] ve burada çalışırken gördüğümüz insanlar antik zamanların satirleri değil, çalışmak zorunda olan ağır kol işçileridir.[3]

 

Ne sanatsal temsilin önemini ne de Warburg’un özgün sanat tarihsel bakışını göz ardı edelim, ama Tournai’deki kilim atölyelerinde dokunmuş bu kilim, Avrupa’daki ormanların artık doğanın parçası olmadığı bir gerçekliği anlatır. İster bir Ortaçağ hamisinin duyarlılığı, ister bir 19. yüzyıl Alman bilim insanının tasavvuru olsun, doğaya gitme arzusunun nesnesi artık gerçek orman değildir. Çünkü söz konusu orman, aristokrasinin çıkarları sonucunda çoktan bir üretim alanına dönüşmüştür.

Doğanın terk edilişiyle, ormanlar ekonomik faaliyet alanları olarak yeniden konumlandırıldılar, yani sağladıkları mevcut hammaddeye göre sınıflandırılıp kayıt altına alındılar. Aristokrasi ekonomisi ulusal ve daha sonra ulusaşırı ekonomilere dönüştükçe, ormanlardan elde edilen ürünler üretim, dağıtım ve tüketim ağlarının oluşturduğu büyük bir zincirin parçası haline geldi. Sömürgecilik, Hollanda tarzı büfe (cabinet) benzeri mobilyaların ortaya çıkışına zemin hazırladı; kakmacılık sanatının eseri olan bu büfelerde kullanılan farklı ağaç türleri, Hollanda ticaret imparatorluğunun fiziken nerelere kadar uzanabildiğinin de bir göstergesi. Bundan yüzyıllar sonra, görünüş itibariyle bu kakma işi dolaplara pek benzemese de, popüler olmuş “Malm” serisi gibi IKEA ürünleri, üretim sürecinde yirmiden fazla ağaç türünü harmanlayan bu tarzın bir başka uzantısı.

 

Sömürge coğrafyalardan elde edilen ağaç türleriyle imal edilmiş Hollanda tarzı bir büfe, Jan van Mekeren, 1700’ler, Rijksmuseum, Amsterdam.

 

IKEA Malm Konsol

 

Hollanda’nın Altın Çağı ile IKEA Çağı arasında, ormanların yönetilme tarzında epey değişiklik oldu. Bilimsel ormancılık ilerledi, tarım ve yeniden üretim süreçlerini iyileştiren birçok teknolojik gelişme yaşandı. Bu gelişim sürecindeki dönemeçlerden biri, ormanın, ormancılık endüstrisinin bir parçasına dönüşmüş olmasıdır. Bu da modern sanayinin gelişimiyle paraleldir. Bir diğer dönemeç de, çevre olgusunun soyutlaşması, çevrenin artık somut ormanlık bir alan değil bir “ticari faaliyet” olarak algılanmasıdır. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında başlayan bu büyük dönüşümle birlikte Weyerhaeuser gibi uluslararası dev orman şirketleri, ormanlık alanları özel mülk olarak tanımlayıp ticari faaliyetlerini de bu tanıma göre güncellediler. Mevcut siyasal iktisat teorisi de bunu kuramlaştırdı. Ernest Mandel’in “geç” kapitalizm dönemselleştirmesi bunun bir örneğidir. Mandel bu kuramında, finans sermayesi ile onun olmazsa olmaz soyutlaştırmalarının ekonominin ana yürütücüsü olduğunu öne sürüyordu. Bundan on yıl kadar sonra ekonomist Milton Friedman, 1980’de PBS televizyonunda yayınlanan “Kurşun Kalem Dersi” isimli programında bunun bir adım ötesine geçip, ormanların soyutlaştırılmasının eşsiz bir örneğini gerçekleştirdi. Friedman, programında sıradan bir silgi başlıklı kurşun kalemin üretim sürecini anlatıyordu:

 

Kalemin yapıldığı ahşap, Washington’da kesilen bir ağaçtan geliyor. […] Ortadaki siyah ince çubuk ise sıkıştırılmış grafit. Onun nereden geldiğine ilişkin kesin bilgim yok, ama sanırım Güney Amerika’daki bazı madenlerden elde ediliyor. Bu pembe silgi ise muhtemelen Malay Yarımadası’ndan geliyor, ama orada imal edildiğini sanmıyorum. İngiliz Hükümeti’nin yardımıyla, bazı işadamları tarafından Güney Amerika’dan oraya ithal ediliyor.[4]

 

Friedman’a göre, basit bir ürünün tüm dünyadan malzemelerle üretilip, muhtemelen birbirlerine düşman olan, aynı dili bile konuşmayan farklı insanlarca işleniyor olması, serbest piyasanın dünya için ne kadar yararlı olduğunun en mükemmel örneğiydi. Dahası, serbest piyasanın “sadece verimliliği değil farklı kültürler arasında uyum ve barışı artırma” kabiliyetinin eseriydi.[5]

 

Milton Friedman’ın hazırladığı televizyon dizisi “Free to Choose” kapsamında yayınlanan “Kurşun Kalem Dersi”nden bir görüntü, 1980.

 

Bu ABD merkezli, aşırı iyimser zihniyet, işçilerin genellikle sömürüldüğü, bazıları köle işçi koşullarında yaşarken pek çoğunun sürekli tehlike altında çalıştığı orman işçiliği gerçeğini göz ardı etmektedir. Ama bu körlük olmazsa olmazdır. Zira serbest piyasanın gerçekliğinin devam etmesi için, ormanları uyum içinde üretim yapılan alanlar olarak idealleştirmek yetmez; somut, gerçek ve çoktürlü ekolojiler oldukları gerçeğini de yadsımak gerekir.

 

Orman Alanları

Ormanların yok oluşu, Batı toplumlarında çevreye ilişkin kamusal bilinci harekete geçirdi. 1970’lerde başlayan çevre korumasına yönelik kanun çalışmaları sonucunda ormanları yok eden ağaç kesimleri yasaklandı ve ormancılık şirketlerine sürdürülebilirliği güvence altına alan yönetim pratikleri geliştirmeleri konusunda baskı yapıldı. Burada öncelikli amaçlar; atmosfere salınan karbondiyoksitin filtrelenerek azaltılması ve kimi kamusal söylemlerde ifade edildiği gibi insan soyunun devamlılığının sağlanmasıydı. Çünkü gösterge acıydı: Yirminci yüzyıl henüz başlamadan, dünyanın bakir ormanlarının çoğu çoktan yok olmuştu, ama buna rağmen her on yılda milyonlarca metrekare orman daha yok ediliyordu.

Bazı göstergeler ise ormanların yok olduğu savını desteklemiyordu. Çünkü dünyanın bir yerinde yok olan ormanlar, diğer yerde kazanç olarak beliriyordu. Buna ek olarak, ağır ekonomik ve toplumsal gerçekliklerin karşısına sıklıkla ormanların aslında insanın eliyle değil doğal sebeplerden yok olduğu bahanesi konuyordu. 1930’larda Amerika’da ciddi krize yol açan büyük toz fırtınasında (Toz Çanağı), federal yönetimler geleneksel çevre koruma politikalarının kapsamını yeni bir çevre programıyla genişletti. Mantık basitti: Eğer her çiftçi, toprağının ortalama %6’lık kısmını konut, yakıt üretimi, rüzgârlık ve koruma şeridi oluşturma amaçlarıyla ağaç dikimine tahsis ederse, hem toprak erozyonunu önleyecek hem de kazanç kaybını engelleyecek dev bir orman elde edilebilirdi. Bu amaçla, ABD Orman Hizmetleri çiftlik başına 8000 ağaç temin etti. Yıllar içinde program etkin biçimde uygulandı ve milyonlarca ağaç dikilmiş oldu.

 


Toz Çanağı, 1930’lar, Minneapolis Halk Kütüphanesi Koleksiyonu.

 

1970’lerin sonunda Çin de buna benzer bir politika olan Yeşil Duvar’ı uygulamaya koydu. Merkezî hükümet, çölleşmeyle mücadele kapsamında Gobi Çölü sınırı boyunca milyonlarca ağaç dikimi için maddi kaynak sağladı. Yeşil Duvar projesi sonucunda 500 bin kilometrekarelik bir alan ormanla kaplandı. Bu, dünyada planlanarak oluşturulmuş en büyük orman olabilir.

 

Yeşil Duvar, Çin, Fotoğraf: Lukas Oleniuk, 2008.

 

Bunların yanı sıra, orman alanlarına yönelik büyük tehditler bazen gerçekten bizzat doğadan gelebiliyor. Pasifik Kuzeybatı ormanlık bölgesinin merkezini oluşturan St. Helens volkanının 1980’de püskürmesi, çevresinde çeşitli felaketlere yol açtı. Püskürmeyi takip eden on yılda bölgede bir dizi dağ çamı böceği salgını baş gösterdi ve bu salgınlar mevcut ormanları kuruttu. Bu ciddi salgın sonucunda ve iklim değişikliğinin de etkisiyle sadece Britanya Kolumbiyası’nda (Kanada) 160 bin kilometrekareden geniş bir çam ormanı alanının yok olduğu tahmin ediliyor. Bu durum, doğal bir canlı olan dağ çamı böceğini, Kuzey Amerika ormanları için bir numaralı tehdit konumuna getirdi.

 

Dağ çamı böceğinin mikroskobik görüntüsü, Genome Alberta, Calgary.

 

Ormancılık Kültürleri

Yaşanan krizin sonucunda tekrar ormana dönmemiz sürpriz değil belki de. Edebiyat uzmanı Robert Pogue Harrison’a göre, Batı uygarlığı “kendine aslında ormanların içinden yol açtı; tarımsal, kentsel ve kurumsal alanlarının sınırlarını ormanlarla çizdi.”[6] Böyle bir düşüncenin temelinde kadim bir geçmiş anlayışı yatmaktadır. Romulus’a hayat veren ormanın ve Roma’nın kuruluşu gibi belli başlı mitlerin gerekçesi de bu geçmiştedir. Ama “uygarlığın” kaynağı olan ormanla yaşanan bu mücadele, çizgisel değil döngüsel bir süreç olarak çok daha iyi anlaşılır. Bahsi geçen çalışmasında Harrison, 18. yüzyılda yaşamış ve kültürün ilkel köklere dayandığını öne süren Napolili düşünür Giambattista Vico’ya gönderme yapar: “İnsanlığın kurumları önce ormanlar, sonra barakalar, sonra köyler, ardından şehirler ve son olarak akademiler olarak sıralanır.”[7]

Bu uygarlık şeması çizgisel ilerliyor gibi görünse de aslında insanlığın tarihinde ormanların işlevine ilişkin temel bir çelişkiyi de taşır: Orman, köklerimizin geldiği yer mi yoksa insan eliyle inşa edilmiş bir kurum mıdır? Vico’nun bu soruya asla net bir cevabı olmazdı. Net bir cevap yerine, Aydınlanmacı ilerleme kavramına dair derin şüpheciliğiyle, ormanların şehirleşip, sonra muhtemelen yeniden ormana dönüştükleri ve bunun böyle devam ettiği bir ritme işaret ederdi. Bu çelişki, yani ormandan doğan şehrin günün birinde yine ona dönüşmesi, kadim Roma mitinin arka yüzüdür. Bu mit, Batı kültürünün derinlerine işlemiştir. Orman bitkilerince ele geçirilmiş gösterişli anıtsal yapıları resmeden Piranesi’nin huzursuz edici manzaraları, ya da Venedik Cumhuriyeti’nin iç bölgelerinden kereste tedariğinin azalması sebebiyle çöktüğü savı bunun iki örneğidir.[8] Bu koşullarda, Warburg’un sözünü ettiği doğa arzusu yeni bir ışıkla değerlendirilebilir; bu arzu, salt melankolinin ötesinde, insanların ormana dönüş ihtimalini, doğa ile uygarlık arasında olası bir uzlaşmayı ifade etmektedir. Bu arzu, klasik gelenekten ilham alan Alman romantizminin de temel meselesiydi. Buna ilginç bir örnek, Heinrich Cotta ve Georg Ludwig Hartig gibi Alman ormanbilimcilerdir. Cotta ve Hartig, akılcılığa dayalı bir ormancılık bilimi inşa etmek için uğraşırlarken, derinde doğanın ecdatlarının mirası olduğu anlayışına sahip oldukları pek telaffuz edilmez. Ulusun meşruiyetini köklerde arayan romantik düşünceyle, ormanlar Germen uygarlığının beşiği ve özgün kimliğinin kaynağı olarak yeniden ulvileştirilmiş ve tarihselleştirilmiştir.

 

Ludwig Mies van der Rohe, Farnsworth House, 1945-1951, Fotoğraf: Yorgos Efthymiadis.

 

Biri akılcılığa diğeri ulvileştirmeye dayalı bu çifte zihniyet, 19. ve 20. yüzyıllarda bilimsel yönetimin üstatları olarak uluslararası çapta itibar kazanmış Prusyalı ormanbilimcileriyle dünyanın başka yerlerine de taşınmıştır. Avrupa ülkelerinde, İngiliz sömürgelerinde ve ABD’de yönetilen ormanların tümü dile getirilmeyen bu ulviliğin damgasını taşır. Ne var ki ormanların tekil ya da çoğul türler yaratabilmesi kadar uygarlık için bir tehdit oluşu da  genelde bilimsel ve ekonomik verilerle ifade edilir. Gerçek alanlar için yapılan gerçek ve teorik inşalar arasındaki ikilem de bu çifte zihniyetin izdüşümüdür: döngüsel orman dünyasının içinde ehli, çizgisel ve uyumlu bir yaşam ihtimali. Hesaplanmayan ise, doğanın felaketler yoluyla yeniden ele geçirdiği alanlardır. Ağaçların ve insanların iç içe geçmiş tarihleri üzerine etraflıca düşündüğümüzde, Mies van der Rohe’nin ima ettiği yenilgi, modern mimarinin son yenilgisi değildir. Batılı kültürel imgelemin her noktasına nüfuz etmiş ormanların sonsuz büyüme ve yokoluş döngüsünde bir duraktır sadece.

 

Dan Handel’in “It Goes Like a Forest” başlıklı yazısından kısaltılarak çevrildi, Intercalations 4: The Word for World is Still Forest, ed. Anna-Sophie Springer & Etienne Turpin, K. Verlag Press & Haus der Kulturen der Welt, 2017.

 



[1] Detlef Mertins, "Living in a Jungle: Mies, Organic Architecture, and the Art of City Building”, Mies in America, ed. Phyllis Lambert, Ostfildern: Hatje Cantz, 2001, s. 633.

[2] Aby Warburg,  "Peasants at Work in Burgundian Tapestries", The Renewal of Pagan Antiquity: Contributions to the Cultural History of the European Renaissanc, ed. Aby Warburg-Kurt Forster (Los Angeles: Getty Sanat Tarihi ve Beşeri Bilimler Araştırma Enstitüsü, 1999) s. 316.

[3] A.g.e., s. 319.

[5] A.g.e.

[6] Bkz. Robert Pogue Harrison, Forests: The Shadow of Civilization (Chicago: University of Chicago Press, 1992).

[7] A.g.e., s. 20.

[8] Venedik Cumhuriyeti’nin ekonomisi, deniz ticareti sebebiyle ağırlıklı olarak doğal kaynaklarına bağlıydı. Venedik’in çevresel ve ekonomik tarihi ile ormanlarına ilişkin kapsamlı bilgi için bkz. Karl Richard Appuhn, A Forest on the Sea: Environmental Expertise in Renaissance Venice (Baltimore: Johns Hopkins University Press, 2010).