/ Sürrealizm 1924-2014 / Sürrealizm Manifestosu

André Breton üç sürrealizm manifestosu yazar ama bunlardan üçüncüsü yayınlanmaz. İlk manifesto, La Révolution Surréaliste (Sürrealist Devrim) dergisinin çıkmaya başladığı ve Sürrealist Araştırmalar Bürosu’nun kurulduğu 1924 yılında yayınlanır. Böylece hareket her yönden kuruluşunu ilan etmiş olur. Manifesto, Breton’un düzyazı şiiri “Çözünür Balık”la aynı kitapta, Sagritte Yayınevi tarafından yayınlanır. Böylelikle “psişik otomatizmi” ilkeleştiren ve “Sürrealist Büyü Sanatının Sırları”nı açıklayan manifesto ile, bu ilkeyi ve sırları uygulayan şiir biraraya gelmiş olur. Aragon, Artaud, Crevel, Ѐluard ve Ernst manifestoyu imzalayanlar arasındadır.

 

   


 

Hayata, hayatın en kırılgan unsuruna –yani, gerçek hayata– olan inanç o kadar kuvvetlidir ki, sonunda kaybolup gider. İnsan dediğimiz bu iflah olmaz hayalperest, yazgısından duyduğu hoşnutsuzluk gün be gün arttıkça, kullanmaya sevk edildiği nesnelere değer atfetmekte zorluk çeker; o nesneler ki, ya umursamazlığı yolunun üzerine çıkarmıştır onları, veya kendi çabasıyla –neredeyse her zaman sadece kendi çabasıyla– kazanmıştır, çünkü çalışmayı kabullenmiş, en azından şansını (daha doğrusu şans addettiğini!) denemeyi reddetmemiştir. Bu noktada büyük bir tevazu hisseder: Hangi kadınlara sahip olmuştur, hangi aptalca serüvenlere bulaşmıştır, bilir; zenginliği ya da yoksulluğu onun için artık hiçbir şey ifade etmez. Bu açıdan, yeni doğmuş çocuktan farksızdır. Vicdan rahatlığına gelince, itiraf edeyim onsuz da gayet iyi idare eder. Şayet onda bir nebze zihin açıklığı kalmışsa, tek yapabildiği çocukluğuna dönmek olur ve akıl hocalarıyla eğitmenlerinin onca eğip bükmesine rağmen yine de çocukluğu ona hoş gelir. Bilinen tüm kısıtlamaların yokluğunda, aynı anda sürdürülmüş birkaç yaşamın perspektifini edinir orada. Bu yanılsama kök salar içinde; artık her şeyi anlık olarak, olabilecek en basit haliyle görmekten başka bir şey istemez. Çocuklar her güne dertsiz tasasız başlarlar. Her şey emirlerine amadedir, en berbat maddi koşullar bile iyidir. Orman ister karanlık olsun ister aydınlık, fark etmez, nasılsa uyumak yoktur.

Ama şu da bir gerçek ki, kimse o kadar uzağa gitmeye kalkmaz, mesele sadece uzaklık değildir. Tehditler ardı ardına gelir; pes edilir, fethedilecek toprakların bir bölümünden vazgeçilir. Sınır tanımayan hayal gücü, böylece keyfî bir fayda ilkesine katı biçimde uymaya zorlanır; bu aşağı rolü uzun süre kabullenemeyince de, insanı, yirmili yaşlarındayken sönük yazgısıyla baş başa bırakarak çekip gider.

Sonraları insan, yaşama sebeplerini giderek yitirmekte olduğunu hissedip, âşık olmak gibi istisnai bir duruma yaklaşmaktan bile aciz hale geldiğini görünce, ucundan kıyısından toparlanmaya çalışsa da başaramaz. Çünkü bundan böyle ruhen ve bedenen sürekli dikkatini talep eden pratik bir zorunluluğun hükmü altına girmiştir. Artık davranışları enginliği, fikirleri büyüklüğü ıskalayacaktır. Gerçek veya hayalî olayları, zihninde ancak, benzer olaylar yığınıyla ilişkileri çerçevesinde canlandırabilecektir – kendisinin dahil olmadığı, ıskalanmış olaylarla. Demek istediğim: Bu olayları, sonuçları diğerlerinden daha güven verici olan başka bir olayla ilişkili olarak değerlendirecektir. Bu durumda da, onlarda hiçbir surette selametini göremeyecektir.

Sevgili hayal gücü, en sevdiğim yanın affetmemendir.

Özgürlük kelimesi beni heyecanlandırmaya yeten tek şey. İnsanlığın eski fanatizmini sonsuza kadar idame ettirmeye muktedir görüyorum onu. Biricik meşru özlemimi bir tek onun karşıladığına kuşku yok. Miras aldığımız onca talihsizlik arasında, en geniş düşünce özgürlüğü imkânına sahip olduğumuzu da teslim etmeliyiz. Bu özgürlüğü kötüye kullanmamak bize kalmış. Hayal gücünü kölelik konumuna indirgemek, ucunda genellikle mutluluk denen şeyin yok edilmesi bile olsa, insanın içindeki her türlü mutlak adalet duygusuna ihanet etmesi anlamına gelecektir. Sadece hayal gücü, bana neler olabileceğinin ipuçlarını veriyor ve sırf bu bile, o korkunç yasağı bir parça olsun esnetmeme yeter; kendimi, hata yapmaktan korkmaksızın (sanki daha büyük bir hata yapmak mümkünmüş gibi!) hayal gücüne adamam için de yeter. Hayal gücü hangi noktada kötü olmaya başlar, zihnin dengesi hangi noktada bozulur? Zihin açısından hataya düşme olasılığı, daha ziyade iyinin olumsallığında değil midir?

Geriye delilik kalıyor – “insanın kilit altına aldığı delilik” diye, gayet uygun şekilde tarif edilen delilik. Şu ya da bu delilik... Herkes bilir ki, deliler, yasal olarak ceza gerektiren çok az sayıdaki eylemden dolayı kendilerini içerde bulurlar; bunlar da olmasa, özgürlükleri (özgürlüklerinden ne anlaşılıyorsa artık) tehlikeye filan girmez. Onların, bir dereceye kadar, hayal güçlerinin kurbanı olduklarını; hayal güçlerinin onları, yokluklarında insan türünün kendini tehlikede hissettiği, hepimizin bilmesi ve hürmet etmesi gereken bazı kurallardan sapmaya ittiğini kabul ediyorum. Ancak onlara yönelik yargılarımız, hatta onlara reva gördüğümüz ıslah çabaları karşısındaki derin umursamazlıkları, hayal güçlerinde büyük bir huzur ve teselli bulduklarını düşündürmektedir; öyle ki, deliliklerinin kendilerinden başka kimse için geçerli olmadığı düşüncesine katlanacak kadar memnundurlar deliliklerinden. Gerçekten de, sanrılar, yanılsamalar vs. hiç de hafife alınacak zevk kaynakları değildir. Kontrol altında tutulan şehvet düşkünlüğü de bu zevkten pay alır; nitekim, biliyorum ki Taine’in Zekâ Üzerine’sinin son sayfalarını okurken kendini tuhaf hınzırlıklara kaptıran o güzel eli seve seve terbiye edeceğim nice akşamlar vardır. Hayatımı delilerin sırlarını serbest bırakmakla geçirebilirim. Bu insanlar sapına kadar dürüsttürler, naiflikleri de ancak benimkiyle boy ölçüşebilir. Colomb, Amerika kıtasını keşfetmek için yanına delileri almalıydı. Bu deliliğin nasıl şekillendiğini ve süregittiğini de unutmayın.

Bizi, hayal gücü bayrağını yarıya indirmeye zorlayan, delilik korkusu değildir.

Maddeci yaklaşıma karşı öne sürülen iddialardan sonra, realist yaklaşıma karşı öne sürülen iddiaların incelenmesi gerekir. İkincisinden daha şiirsel olan ilk yaklaşımın, insanda feci bir kibre yol açtığı doğrudur, ama bu, evet feci olsa da, ne yeni ne de daha tam bir yozlaşmadır. Bu yaklaşımı, her şeyden önce, tinselciliğin bazı gülünç eğilimlerine karşı yerinde bir tepki olarak görmek gerekir. Son olarak da, belirli bir düşünce soyluluğuyla bağdaşmaması söz konusu değildir.

Buna karşılık, Aquinolu Tomasso’dan Anatole France’a uzanan bir dizi düşünürün pozitivizminden esinlenmiş realist tutumun, her türlü entelektüel ve ahlakî gelişime düşman olduğu kanaatindeyim. Ondan tiksiniyorum desem yeridir, çünkü realizm, vasatlıktan, nefretten ve tam bir yavanlıktan ibarettir. Bugün, bunca gülünç kitabın, insana hakaret sayılan bunca oyunun yazılmasına realizm sebep olmaktadır. Gazetelerde her gün çıkan yazılardan beslenmekte, en düşük zevkleri okşayarak bilime ve sanata ket vurmaktadır; aptallık sınırındaki bir sarihlik, köpeklerin hayatı. En parlak dimağlar bile bunun etkilerini hisseder; asgarî müşterek yasası, diğerleri gibi sonunda onları da hükmü altına alır. Bu durumun en matrak sonucu, örneğin edebiyatta yaşanan roman patlamasıdır. Her yazar, o koca bütüne kendi küçük “gözlem”ini ekler. Sayın Paul Valéry, bütün bunlara karşı ayıklayıcı bir panzehir olarak, romanların giriş kısımlarından mümkün olduğunca çok sayıda örneği bir araya getiren bir antoloji derlenmesini önermişti; ortaya çıkacak çılgınlığın bir hayli eğitici olacağını tahmin ediyordu. Antolojide dünyanın en ünlü yazarlarına yer verilecekti. Bu fikir Paul Valéry’nin yüz akıdır, ki kendisi, romanlardan söz ederken, mesela “Markiz saat beşte evden çıktı” gibi bir cümleyi asla yazmayacağı konusunda beni temin etmişti. Peki sözünü tuttu mu?

Salt bilgilendirici anlatım (yukarda verdiğim cümle bunun iyi bir örneğidir), roman formunda bir istisna değil kuralsa, bunun sebebi, teslim edelim ki yazarın tutkularının önüne set çekilmesidir. Her şeyin, lüzumsuzca, en ince ayrıntısına kadar gösterilmesi, benimle alay edildiği hissi uyandırır bende. Karakter hakkında, benim dolduracağım hiçbir boşluk bırakılmaz: Sarışın mı olsun? Adı ne olsun? Onunla ilk defa yazın mı karşılaşalım? Bütün bu soruların cevabı daha baştan verilir, bu durumda benim keyfime kalan tek karar kitabın kapağını kapatmaktır ki nitekim ilk sayfanın ortalarında bunu yapmaya dikkat ederim. Peki ya tasvirlere ne demeli!? Onların boşluğu hiçbir şeyle kıyaslanamaz. Bir katalogdaki imgelerin üst üste getirilmesinden başka bir şey değildir bunlar; yazar canı istedikçe bunları arka arkaya sıralar, kartpostallarını tek tek gözümün önünden geçirme fırsatını yakalamıştır bir kez, klişeler konusunda kendisiyle aynı fikirde olmamı sağlamaya çalışır:

 

Genç adamın buyur edildiği küçük oda sarı duvar kâğıtlarıyla kaplıydı: Müslin perdelerle örtülü pencere önlerinde sardunyalar vardı; batmakta olan güneş her şeyin üzerini solgun bir ışıkla örtüyordu... Özel hiçbir şey yoktu odada. Sarı ahşap mobilyaların hepsi eski püsküydü. Ters çevrilmiş uzun bir arkalığı olan bir divan, karşısında oval bir masa, tuvalet masası ve iki pencere arasına yerleştirilmiş bir ayna, duvarlar boyunca dizili duran sandalyeler, ellerinde kuş taşıyan Alman kadınları gösteren değersiz iki-üç gravür... odayı dolduran eşya hepi topu bu kadardı işte.[1]

 

Zihnin, bir anlığına bile olsa, kendini bu tür motiflerle meşgul etmek isteyeceğini kabul edecek bir haleti ruhiyede değilim. Diyelim ki, okul çağındaki çocuklara özgü bu anlatım biçimi yersiz değildir ve kitabın bu bölümünde, yazarın beni bunaltmak için geçerli bir sebebi vardır. Ama vaktini boşa harcıyor, zira onun odasına girmeyi reddediyorum. Başkalarının tembelliği veya yorgunluğu hiç mi hiç etkilemiyor beni. Hayatın devamlılığı konusunda o kadar istikrarsız bir mefhuma sahibim ki, çöküntü veya zayıflık anlarımı en iyi zamanlarıma eşitleyemem. İnsan hissizleşmişse, bana kalırsa en iyisi sessiz kalmasıdır. Ve iyi biliniz ki, özgünlük eksikliğini sırf özgünlük eksikliği diye suçlamam ben. Sadece, hayatımın böyle manasız anlarının dökümünü yapmam, o kadar. İnsan kendisine manasız gelen anları neden billurlaştırma ihtiyacı duysun ki? O bakımdan, bu oda tasvirini izninizle diğerleriyle birlikte geçeyim bir kalem.

Hola,[2] şimdi de psikolojinin alanına giriyorum. Bu alanda işi hafife almamaya dikkat edeceğim.

Yazar bir karaktere hücum eder ve bunu hallettikten sonra, kahramanına dünyanın bir ucundan diğerine volta attırır. Ne olursa olsun, eylemleri ve tepkileri takdire değer ölçüde kestirilebilir olan bu kahraman, kendisi hakkındaki hesapları hiçbir surette bozmamaya zorlanır – bozar gibi göründüğü zamanlarda bile. Hayatın iniş-çıkışları onu kâh yükseltir, kâh ters yüz eder, kâh dibe indirir gibi görünür. Ama o her durumdan, bu yapılmış insan tipi olarak çıkacaktır. Beni zerre kadar ilgilendirmeyen basit bir satranç oyunu – insan, her kim olursa olsun, benim için vasat bir rakiptir çünkü. Şu ya da bu hamleyle ilgili sefil tartışmalar yok mu, onlara hiç katlanamıyorum, ne de olsa kazanmak ya da kaybetmek söz konusu değil. Madem zahmete bile değmeyecek bir oyundur bu, madem nesnel akıl onu çağıran herkese korkunç hizmetini sunmaktadır, ki gerçekten de sunar, bu kategorilerle her türlü irtibatı kesmek en doğrusu değil midir? “Çeşitlilik öyle geniştir ki, her ses tonu, her adım, her öksürme, burnunu çekme, aksırma birbirinden farklıdır.”[3] Bir üzüm salkımındaki tanelerden biri ötekine benzemiyorsa, neden bir üzüm tanesini ötekine, ya da bütün ötekilere göre betimlememi, neden yenecek bir üzüm yapmamı istersiniz?[4] Bilinmeyi bilinir, sınıflandırılabilir kılmaya yönelik o iflah olmaz hastalık beyinlerimizi uyuşturuyor. Analiz yapma isteği duygulara galip gelir.[5] Böylece ortaya, inandırıcılıklarını sadece tuhaflıklarından alan uzun açıklamalar çıkar. Bu açıklamalar, okura, soyut olmaları yetmezmiş gibi kötü tanımlanmış söz dağarcıkları dayatır. Felsefenin bugüne kadar tartışma başlığı niyetine önümüze koyduğu genel fikirler, doğaları gereği daha geniş veya genel bir alanı tanımlamaya muktedir olsalardı, bundan mutluluk duyacak ilk kişi ben olurdum. Ama bugüne dek felsefe, avare bir hazırcevaplıktan öteye gitmedi. İğneleme ve çok sayıdaki diğer nükte türü, başarıya ulaşmaya odaklanmak yerine, kendini arayan hakiki düşünceyi bizden gizlemek için birbiriyle yarışmaktadır. Bence her eylemin haklı gerekçesi kendisidir – en azından o eylemi gerçekleştirme gücüne sahip olan kişi için. Her eylem, en küçük bir cilanın söndüreceği bir ışık saçar çevresine. Hatta bu cila yüzünden eylem bir anlamda gerçekleşemez. Bu şekilde parlatılmanın eyleme hiçbir faydası dokunmaz. Stendhal’in kahramanları yazarlarının az çok başarılı yorum ve değerlendirmelerinden nasiplerini alırlar, ama bunların, şanlarına bir faydası dokunduğu söylenemez. Bu kahramanları gerçek anlamda yeniden bulduğumuz yer, Stendhal’in onları kaybettiği yer olacaktır.

Bizler hâlâ mantığın hâkimiyeti altında yaşamaktayız – tabii ki varmak istediğim asıl konu buydu. Ancak, mantıksal yöntemler, günümüzde sadece tali sorunların çözümü için kullanılabilir. Hâlâ gözde olan mutlak akılcılık, sadece deneyimlerimizle doğrudan ilişkili olan olguları ele almamıza yarar. Buna karşılık, mantıksal sonuçları gözden kaçırırız. Söylemesi bile fazla ama, deneyimin önüne de giderek daha fazla set çekilmektedir. İçinden çıkması giderek zorlaşan bir kafesin içinde dönüp durmaya başlamıştır. Deneyim de, doğrudan yararlı olan şeylerden destek almakta ve sağduyunun muhafızları tarafından korunmaktadır. Uygarlık ve ilerleme bahaneleriyle, haklı veya haksız olarak hurafe ya da kuruntu olarak tanımlanan her şey tinden kovulmuştur. Kabul gören pratiklere uymayan her türlü hakikat arayışı yasaklanmıştır. Zihnimizin artık ilgilenmiyormuş gibi yaptığımız bir kısmı –ki bence en önemli kısmı– yeniden gün yüzüne çıktıysa, bu da göründüğü kadarıyla tamamen şans eseri olmuştur. Bunun için Freud’un keşiflerine minnet borçluyuz. Bu keşifler temelinde, insanı inceleyen araştırmacının çalışmalarını çok daha ileri götürmesine, gerçeklerin özetiyle yetinmek zorunda kalmamasına olanak verecek bir düşünce akımı ortaya çıkmaktadır nihayet. Belki de hayal gücü kendini yeniden öne sürme, haklarını yeniden ele geçirme noktasındadır. Eğer zihnimizin derinliklerinde, yüzeydekileri çoğaltacak veya onlara karşı başarılı bir savaş yürütebilecek tuhaf güçler varsa, o güçleri ele geçirmek için her türlü haklı sebebimiz var demektir; sonra, gerekiyorsa, onları aklımızın denetimine tâbi kılarız. Analistler de bundan çok şey kazanacaktır. Fakat şunu belirtmek gerekir ki, bu girişim için a priori tasarlanmış hiçbir araç yoktur; yeni bir düzene kadar, bu iş bilim insanlarının ve şairlerin yetki alanında sayılabilir, başarısı da, izlenecek az çok değişken yollara bağlı olmayacaktır.  

Freud çok haklı olarak rüyalar üzerinde yoğunlaştırmıştır gözlemlerini. Ruhsal etkinliğin bu hatırı sayılır parçasına hâlâ bu kadar az dikkat gösteriliyor olması kabul edilebilir bir durum değildir (ne de olsa, insanın doğumundan ölümüne hiçbir kesintiye uğramaz düşünme eylemi. Rüya görülen anların toplamı, üstelik sadece saf rüyaları, yani uyku sırasında görülen rüyaları sayarsak, gerçeklik anlarının –daha kesin bir ifadeyle, uyanık geçen anların– toplamından hiç de az değildir). Sıradan bir araştırmacının, uyanıkken yaşanan olaylara, uykudaki olaylardan çok daha fazla önem ve ağırlık vermesi her zaman şaşırtmıştır beni. Çünkü uykudan uyanan insan, her şeyden önce, belleğinin tutsağıdır. Normal durumda bellek, insana rüya koşullarının yarattığı ortamı belli belirsiz biçimde yeniden canlandırmaktan; rüyayı gerçek bir önemden mahrum bırakmaktan; yegâne belirleyeni –o kararlı umudu, kaygıyı– insanın birkaç saat önce bıraktığını sandığı yerden kovmaktan hoşlanır. İnsan, zahmete değer bir şeyi sürdürdüğü yanılsamasına kapılır. Böylece rüya, tıpkı gece gibi, bir paranteze indirgenir. Ve gece gibi, ondan da öğrenecek fazla bir şeyimiz olmaz. Bu benzersiz durum üzerine biraz düşünmek gerek:

 

1.Gerçekleştiği (ya da gerçekleştiği kabul edilen) sınırlar içinde rüya, bir devamlılık arz eder ve belli bir düzenin izlerini taşır. Bellek, rüyadan birtakım parçaları seçme, geçişleri hesaba katmama ve bize rüyanın kendisinden ziyade bir rüyalar dizisini gösterme hakkını mal eder kendine. Aynı şekilde, belirli bir anda sadece farklı gerçekliklerin mefhumuna sahibizdir, bunlar arasında bağlantı kurmak ise iradeye bağlıdır.[6] Burada dikkat edilmesi gereken nokta, rüyaları oluşturan unsurların daha dağınık olduğunu varsaymamıza izin veren hiçbir şeyin bulunmamasıdır. Rüyadan, onu ilkesel olarak dışlayan bir formüle dayanarak söz etmek canımı sıkıyor. Ne zaman uyuyan mantıkçılarımız, uyuyan filozoflarımız olacak? Uyumak ve kendimi –tıpkı gözleri fal taşı gibi açık halde beni okuyanlara teslim ettiğim gibi– rüya görenlere teslim etmek isterdim; bu âlemde, düşüncemin bilinçli ritminin baskın çıkmasını engellemek için uyumak isterdim. Belki de bir önceki gece gördüğüm rüyanın devamıydı dün geceki rüyam ve bu geceki rüyam da, mükemmel bir kesinlikle dün geceki rüyamın devamı olacaktır. Hep söylendiği gibi, pekâlâ mümkündür bu. Bu şekilde, beni meşgul eden “gerçekliğin” rüya halindeyken var olmaya devam ettiği kanıtlanmadığına göre, unutulan geçmişin derinliklerine gömülmediği kanıtlanmadığına göre, zaman zaman gerçeklikten esirgediğim bir şeyi rüyalara neden bahşetmeyeyim? Yani, kendi zamanı içinde, ben onu reddettim diye tehdit altına girmeyecek kesinliği, rüyalara neden bahşetmeyeyim? Her geçen gün daha da yükselen bir bilinç derecesinden beklediğim şeyi, rüyadan niye beklemeyeyim? Hayatın temel sorunlarını çözmek için rüyaları da kullanamaz mıyız? Bu sorular, her iki durumda da aynı mıdır? Ve rüyada böyle sorular baştan mı mevcuttur? Rüya diğerlerinden daha mı hafif bir yaptırımdır? Yaşlanıyorum ve beni yaşlandıran, kendimi tâbi kıldığıma inandığım o gerçeklikten çok, belki de rüya, rüya karşısındaki kayıtsızlığımdır.

2.Şimdi yine uyanıklık haline dönmek istiyorum. Uyanıklığı, bir ‘araya girme’ olgusu olarak ele almak zorundayım. Bu haldeyken zihin tuhaf bir şekilde yolunu şaşırmakla kalmaz (sırlarına yavaş yavaş vâkıf olmaya başladığımız dil sürçmeleri ve her türlü yanılgı hikâyesinden söz ediyorum), olağan işlevi çerçevesinde de, sadece karanlık gecenin derinliklerinden gelen, ona salık verdiğim telkinlere tepki verir. Ne kadar koşullandırılmış olursa olsun, dengesi göreli kalır. Kendisini ifade etmekte zorlanır. Bunu yapmaya cesaret ederse de, şu ya da bu fikrin, şu ya da bu kadının üzerinde bıraktığı etkiyi ortaya koymakla yetinir. Bunun nasıl bir etki olduğunu dile getiremez, sadece öznelliğinin derecesini gözler önüne serer o kadar. Bu fikir, bu kadın onu huzursuz eder, sağlamlığını törpüler. Zihni, çözeltisinden bir saniyeliğine koparıp göklere çıkarır, o güzel çökelti olabilsin, olsun diye. Çaresiz kalınca da, rastlantıdan, diğerlerinden daha da anlaşılmaz olan o tanrısallıktan medet umar ve bütün yanılgılarını ona atfeder. Bu fikrin onu etkilediği açının ve bu kadının gözünde görmeyi sevdiği şeyin, tam da onu rüyaya bağlayan şey olmadığını, kendi hatası sonucu kaybettiği temel olgulara bağlayan şey olmadığını kim söyleyebilir? Başka türlü olsa, zihin nelere kadir olurdu acaba? Ona bu dehlizin anahtarlarını vermek isterdim doğrusu.

3.Rüya gören insanın zihni, başına gelenlerden tamamen hoşnuttur. Ona eziyet eden olanaklılık sorunu ortadan kalkmıştır. Öldür, daha hızlı uç, dilediğin gibi sev. Ölürsen öl, ne gam? Nasılsa ölüler arasında uyanacağın kesin değil mi? Bırak kendini akışa, olaylar senin müdahalene göz yummayacak. İsimsizsin. Her şey, paha biçilmez kolaylıkta. 

Sorarım, hangi akıl, diğerinden çok daha uçsuz bucaksız olan hangi akıl, rüyaya böylesine doğal bir görünüş verir de, bu satırları yazarken beni allak bullak edecek kadar tuhaf olaylara hiç tereddütsüz kucak açmama sebep olur? Ama gözlerimin gördüğüne, kulaklarımın duyduğuna inanabilirim; büyük gün geldi, bu mahluk konuşmaya başladı.

İnsanın uyanması daha zorsa ve uyanınca büyü aniden bozuluyorsa, bunun sebebi, insanın kendine sefil bir kefaret kavramı yaratmaya sevk edilmiş olmasıdır.

4.Rüya, henüz belirlenmemiş araçlarla yöntemsel bir şekilde incelendiğinde, onu bütünlüğü içinde kaydedebildiğimizde (bu, belleğin, kuşaklar boyunca sürecek disiplinli bir eğitimden geçirilmesini gerektirir; biz şimdilik en belirgin olguları kayda geçirmekle işe başlayalım), rüyanın kaydı eşi görülmemiş bir hacim ve düzenlilik kazandığında, aslında hiç de gizem olmayan şeylerin büyük Gizem’i ortaya çıkarmasını umabiliriz. Gelecekte, görünürde birbiriyle çelişen bu iki halin, rüya ile gerçekliğin, mutlak bir gerçeklik içinde, tabir-i caizse sürrealite içinde çözüleceğine inanıyorum. Ben de bu sürrealitenin peşindeyim, onu bulamayacağımdan eminim, ama ona sahip olmanın getireceği hazları hesap etmeyecek kadar da aldırmıyorum ölümüme.

Derler ki, Saint-Pol-Roux, her akşam uykuya çekilmeden önce Camaret’deki evinin kapısına, üzerinde büyük harflerle ŞAİR ÇALIŞIYOR yazan bir levha astırmayı ihmal etmezmiş.

 

Bu konuda söylenecek çok şey var, ben sadece çok uzun ve çok daha ayrıntılı bir tartışmayı gerektiren bir mesele hakkında bir çift laf etmek istedim, bu konuya daha sonra döneceğim. Bu noktada tek amacım, bazı insanları kudurtan harikuladelik nefretine, onu altına gömmek istedikleri saçmalığa dikkat çekmekti. Lafı dolandırmayalım: Harikulade olan şey her zaman güzeldir, harikulade olan her şey güzeldir, doğrusu sadece harikulade olan güzeldir.

Edebiyat dünyasında, roman gibi daha düşük kategorideki eserlere, veya genel olarak hikâye anlatımını içeren her şeye verimlilik aşılayan tek şey harikuladeliktir: Lewis’in Le Moine[7] adlı eseri, bu konuda hayranlık uyandırıcı bir örnektir. Harikuladeliğin soluğu, bu eserde her şeye can verir. Romanın akışı içinde, yazar daha ana karakterlerini dünyevî sınırlardan azat etmeden önce, eşi görülmemiş bir ihtişamla hareket edecekleri hissedilir. Bu karakterleri sürekli güdüleyen ölümsüzlük tutkusu, azaplarına –ve benim azabıma– unutulmaz bir yeğinlik kazandırır. Demek istediğim, bu kitap, başından sonuna ve düşünülebilecek en saf biçimde, sadece zihnin bu dünyayı terk etme özleminde olan kısmı üzerinde yüceltici bir etki bırakır; zamanın modası uyarınca romanesk özellikler barındıran önemsiz bir bölümünü saymazsak, bu kitap bir kesinlik ve masum ihtişam abidesidir.[8] Bence bugüne kadar bundan iyisi yapılmamıştır ve özellikle Matilda karakteri, edebiyattaki bu figüratif tarzın artı hanesine yazılabilecek en dokunaklı yaratımdır. Matilda, bir karakterden çok, sürekli bir baştan çıkarmadır. Zaten bir karakter, baştan çıkarma değilse nedir ki? “Denemeye cesaret eden için hiçbir şey imkânsız değildir” sözü, Le Moine’a hat safhada inandırıcılık kazandırır. Hayaletler kitapta mantıksal bir role sahiptir, çünkü eleştirel tin onlara itiraz etmek için devreye girmez. Benzer şekilde, Ambrasio’nun cezası da meşru görülür; çünkü eleştirel tin nihayet bu cezayı doğal bir netice olarak kabul eder.

Harikuladelikten bahsederken, gerek Kuzey gerekse Doğu edebiyatlarının –ve tabii ki her ülkenin dinsel edebiyatının– zaman zaman bazı unsurlar devşirdiği bu modeli seçmem keyfî görünebilir. Çünkü bu edebiyatların başlıca örnekleri, çocuklara yönelik olarak yazıldıkları için, haliyle belli bir çocuksulukla maluldürler. Çocuklar erken yaşlardan itibaren harikulade öykülerle beslenirler ve zihinleri, ilerde Eşek Postu[9] gibi masallardan hakkıyla keyif almalarını sağlayacak el değmemişlikten yoksun kalır. Ne kadar güzel olursa olsun, yetişkin bir insan masal okuduğunda kendini çocukluğuna dönmüş gibi hisseder. Bu tip eserlerin tümünün yetişkinlere uygun olmadığını da itiraf edeyim. İnsanın yaşı ilerledikçe, hayran olunası imkânsızlıklar ağının biraz daha inceltilmesi gerekir, ki bizler hâlâ bunu başaracak özel örümcek türlerini bekleme aşamasındayız. Ancak yetiler kökten bir değişime uğramaz. Korku, sıradışı olanın çekiciliği, rastlantı, gösterişli şeylere düşkünlük gibi şeyler, aldatma korkusu olmadan daima başvurabileceğimiz araçlardır. Büyükler için yazılacak nice peri masalı var – hâlâ neredeyse hüzünlü masallar.

Harikuladelik, bütün dönemlerde aynı değildir; bize ancak bölük pörçük parçaları ulaşan genel bir açınlamadan karanlık bir biçimde pay alır: Bunlar, romantik yıkıntılar, modern manken ya da bir süre için insan duyarlılığını harekete geçirme gücü olan herhangi bir simgedir. Bizi gülümseten bu alanlarda, yine de insanın şifa bulmaz huzursuzluğu tasvir edilir; işte bu nedenle bunları göz önüne alıyor, belirli deha ürünlerinin (bunların etkisinden diğerlerine kıyasla çok daha fazla mustarip olan ürünlerin) ayrılmaz parçası olarak değerlendiriyorum. Villon’un darağaçlarıdır bunlar,[10] Racine’in Yunanlıları, Baudelaire’in divanları... Bunlar, katlanmak zorunda bırakıldığım bir beğeni tutulmasıyla kesişiyorlar – beğeni mefhumu, koca bir noktanın imgesinden ibaret olan ben. Zamanıma damgasını vuran kötü zevkin ortasında, herkesten daha ileri gitmeye çalışıyorum. 1820’de yaşamış olsaydım “Kanlı Rahibe”[11] olurdum, parodik Cuisin’in[12] sözünü ettiği o sinsi ve bayağı “Saklayalım”ı affetmeyen olurdum; dev metaforlarda, Cuisin’in deyişiyle “gümüş plak”ın tüm evrelerini kat eden olurdum. Bugünse, bir şato düşünüyorum, ille yarısı yıkılmış bir şato değil. Bu şato bana ait... Paris’e uzak olmayan bir yerde, kırsal bir manzarada hayal ediyorum onu. Şatonun sayılamayacak kadar çok ek binası var; içiyse öyle bir elden geçirilmiş ki, rahatlık namına daha fazlasını isteyemez insan. Dostlarımdan birkaçı burayı kendi evleri bellemişler: İşte Louis Aragon gidiyor, ancak selam verecek kadar vakti var. Philippe Soupault yıldızlarla birlikte kalkıyor... Ve Paul Éluard, büyük Éluard’ımız, daha dönmemiş. İşte Robert Desnos ve Roger Vitrac, parkta, düello üzerine eski bir fermanı çözmeye çalışıyorlar. Georges Auric, Jean Paulhan; harika kürek çeken Max Morise ve kuşlarla ilgili denklemleriyle meşgul Benjamin Péret; Joseph Delteil; Jean Carrive; Georges Limbour ve George Limbourlar (bir bahçe dolusu George Limbour var); ve Marcel Noll; işte, yere bağlı balonundan bize el sallayan T. Fraenkel, George Malkine, Antonin Artaud, Francis Gérard, Pierre Naville, J.-A. Boiffard... Sonra Jacques Baron ve kardeşi, yakışıklı ve dost canlısı; daha niceleri ve Allah için, bir içim su kadınlar... Bu genç adamlar hiçbir şeyden mahrum bırakmazlar kendilerini, arzuları emirdir. Francis Picabia uğruyor, ve geçen hafta, aynalar salonunda, henüz tanışmamış olduğumuz Marcel Duchamp diye birini kabul ediyoruz. Picasso civarda ava çıkıyor. Ahlak bozukluğu ruhu şatoyu mesken tutmuş ve ne zaman hemcinslerimizle temas kurmamız söz konusu olsa bununla uğraşıyoruz; ama kapımız her daim açık ve insan herkese “teşekkür” ederek işe başlamaz. Üstelik, yalnız kaldığımız alanlar çok geniş, birbirimize sık sık rastlamıyoruz bile. Ne gam? Aslolan kendimizin, kadınların ve böylece aşkın efendisi olmamız değil mi?

Beni şiirsel sahtekârlıkla suçlayacaklar: Her önüne gelen, Fontaine [Çeşme] Sokağı’nda oturduğumu ve oradan akan suyun zerresini içmediğini söyleyecek. Tabii tabii! Peki onu dostane biçimde davet ettiğim bu şatonun bir imge olduğundan emin mi? Ya bu şato gerçekten varsa!? İşte konuklarım, bunu kanıtlayabilirler; onların arzuları şatoya giden ışıklı yoldur. Onları serbest bıraktığımız zaman, gerçekten de hayallerimizle yaşarız. Orada, duygusal kovalamadan uzak fırsatlar diyarında, insanın yaptığı herhangi bir şeyin bir başkasını sıkma ihtimali var mıdır?

İnsan önerir ve düzenler. Kendi kendisinin efendisi olup olmayacağını, yani her gün daha da amansız hale gelen arzularını daimi bir anarşi halinde tutup tutmayacağını kendisi belirler. Şiir, ona bunu öğretir. Katlanmak zorunda kaldığımız sefaletin mükemmel telafisi de ondadır. Aynı zamanda şiir, daha dolaylı bir hayal kırıklığının sonucu olarak onu ciddiye alıp tefekküre dalarsak, bir düzen verici de olabilir. Artık şiirin, paranın sonunu ilan ettiği ve cennetin ekmeğini yeryüzünde tek başına böldüğü günler geliyor! Halka açık meydanlarda nice toplantı, katılmayı aklınızdan bile geçirmediğiniz nice hareket olacaktır yine. Elveda saçma tercihlere, dipsiz rüyalara, rekabetlere, uzun uzun sabretmelere, mevsimlerin akıp gidişine, düşüncelerin yapay düzenine, tehlike yokuşuna, her şeye zaman ayırmaya! Bundan böyle sadece şiir icra etme zahmetine katlanın. Zaten şiirle beslenen bizler, daha derinlemesine bilgi sahibi olma iddiamızı savunmaya çalışmakla mükellef değil miyiz?

Bu savunmayla, onu izleyen uygulama arasında orantısızlık olup olmaması o kadar önemli değil. Mesele, şiirsel hayal gücünün kaynaklarına dönmek, daha da önemlisi orada kalmaktı. Bunu yaptığımı iddia edecek değilim. Başta her şeyin tuhaf ve zor göründüğü o uzak diyarlarda kendi meskenini kurmak için hayli metanetli olmak gerekir – hele insan oraya birini götürmek istiyorsa. Üstelik, gerçekten orada olduğundan da emin olamaz insan. Onca zahmet çekip, başka bir yerde durmak da vardır işin ucunda. Ama ne olursa olsun, şurası kesin ki, bu diyarlara giden yol açılmıştır ve gerçek amaca ulaşmak artık sadece yolcunun metanetine bağlıdır.

İzlenen yolu aşağı yukarı biliyoruz. Robert Desnos örneğini ele alan “Entrée Des Mediums”[13] başlıklı bir çalışmada titizlikle altını çizdiğim bir şey vardı: “insan yalnızken ve uyumak üzereyken, zihnin (onları kışkırtan şeyi tam olarak keşfetmeksizin) algıladığı bölük pörçük cümleler üzerine yoğunlaştım” demiştim. O zamanlar, şiir macerasına en az riskle atılmıştım; yani, o gün de bugünkü arzulara sahiptim, ama kendimi yararsız, kesinlikle onaylamadığım temaslardan korumak için hazırlık aşamasının yavaşlığına güveniyordum. Bu tavrımda, ufak tefek izleri bugün de görülen bir düşünce ılımlılığı vardı. Yaşamımın sonuna geldiğimde, kuşkusuz biraz güçlük çekerek de olsa, ben de herkesin konuştuğu gibi konuşacak, sesim ve geriye kalan tek tük jestlerim yüzünden özür dileyeceğim. Eskiden, sözün (daha çok da yazının) erdeminin, kısaltma yeteneğine dayanarak, kendimi hammadesi haline getirdiğim şiirsel veya başka türden az sayıdaki olguyu çarpıcı biçimde ifade etmek (ne de olsa ifade etmek söz konusuydu) olduğunu düşünürdüm. Rimbaud’nun da bundan başka bir şey yapmadığı sonucuna varmıştım. Daha iyisine layık olan çeşitliliği olabildiğince dikkate alarak, Mont de Piété[14] adlı kitabımın son şiirlerini toparlıyordum, yani, bu kitabın boş satırlarını inanılmaz bir faydaya çevirmeyi başarmıştım. Bu satırlar, okurdan saklamam gerektiğine inandığım düşünce işlemlerine göz yumuyordu. Hile yapmıyordum, sadece okuru dumura uğratma sevdasındaydım. Bir suç ortaklığı imkânı olduğu yanılsamasına kapılmıştım ve bundan vazgeçmekte giderek daha da zorlanıyordum. Kelimeleri sırf etraflarında açtıkları alan yüzünden, benim ağzımdan çıkmamış sayısız başka kelimeye dokunuşları yüzünden sevmeye başlamıştım. “Kara Orman” şiiri tam da bu ruh halini yansıtır. Bu şiiri yazmak tam altı ayımı aldı ve inanın ki bu süre zarfında bir gün olsun dinlenmedim. Ama bunun sebebi, o sıralar kendimi çok yükseklerde görmemdi, lütfen bunun için beni mazur görün. Bu tür aptalca itirafları seviyorum. O sıralarda kübist sözde şiir kendine sağlam bir zemin arıyordu; ama Picasso’nun kafasından tamamen savunmasız bir biçimde çıktı ve benim de yağmur kadar sıkıcı olduğum düşünülüyordu (hâlâ da öyleyim). Ayrıca, şiir yönünden yanlış yolda olduğumdan şüphe ediyordum, ama kozlarımı olabildiğince iyi oynayıp, tanım ve formül salvoları savurarak lirizme kafa tutuyor (dada olayları sahneye çıkmak üzere hazır bekliyordu) ve şiiri reklamcılığa uygulamanın yollarını arar gibi yapıyordum (dünyanın sonunun güzel bir kitapla değil, cennet veya cehennem için güzel bir reklamla geleceğini iddia edecek kadar ileri gitmiştim).

Aynı dönemde, en az benim kadar sıkıcı olan bir adam, Pierre Reverdy şunları yazıyordu:

 

            İmge zihnin saf yaratısıdır.

Bir karşılaştırmadan değil, birbirine az çok uzak iki gerçekliğin birbirine yaklaşmasından doğar.

Birbirine yaklaşmış iki gerçeklik arasındaki ilişki ne kadar uzak ve doğru olursa, imge o kadar güçlü olur – duygusal etkisi ve şiirsel gerçekliği o kadar büyük olur...[15]

 

Bu sözler, sıradan insanlara bilmece gibi gelse de, son derece aydınlatıcıydı, bunlar hakkında uzun süre kafa yordum. Ama imge elimden kaçıyordu. Réverdy’nin bütünüyle a posteriori olan estetiği, beni sonuçlarla nedenleri karıştırmaya itmişti. İşte tam bu sırada, bakış açımdan kesin olarak vazgeçtim.

Bir gece, uykuya dalmadan önce, tek bir kelimesi bile değiştirilemeyecek kadar net biçimde telaffuz edilen ama herhangi biri tarafından seslendirilmeyen, bilincimin de teyit ettiği gibi o sırada dahil olduğum olaylarla görünürde hiçbir ilişkisi olmayan bir cümle duydum – bana ısrarlı gelen, hatta izin verirseniz camı tıklatıyordu diye tarif edeceğim bir cümle. Fazla üzerinde durmadan kaydettim zihnime, ama birden organik niteliği dikkatimi çekti. İşin aslı, cümle beni şaşkına çevirdi, ne yazık ki onu tam olarak hatırlamıyorum ama şöyle bir şeydi: “Pencerenin ikiye böldüğü bir adam var.” Fakat hiçbir belirsizliğe yer bırakmayacak biçimde, cümleye, bedeni pencere tarafından tam ortasından dikine kesilmiş vaziyette yürüyen bir adamın soluk görsel imgesi[16] eşlik ediyordu. Gördüğüm şeyin, pencereden sarkmış bir adamın uzam içindeki görüntüsünün canlandırılışı olduğuna kuşku yoktu. Ama pencere insanla yer değiştirmiş olduğundan, ender rastlanır bir imge türüyle karşı karşıya olduğumu anladım. Artık tek düşündüğüm, bunu derhal şiirsel inşamın malzemeleri arasına katmaktı. Cümleye bu gücü verir vermez, arkasından, sadece kısa aralıklarla, bir sürü başka cümle akmaya başladı; bunlar da, hemen hemen ilki kadar şaşırttı beni ve kendi üzerimde sahip olduğum kontrolün yanılsamadan ibaret olduğunu düşünmeme sebep olacak kadar başına buyruk oldukları izlenimine kapıldım; tek düşündüğüm, içimde süren bitmek bilmez kavgaya son vermekti.[17]

O sıralar kafam hâlâ Freud’la meşguldü; onun inceleme yöntemlerine iyice aşina olmuştum, hatta savaş sırasında, zaman zaman bu yöntemleri bazı hastalarda uygulama fırsatım olmuştu. Hastaların yapmasını sağlamaya çalıştığımız şeyi kendim için yapmaya karar verdim: Yani, olabildiğince hızlı biçimde söylenen, eleştirel yetilerin devreye girmediği, dolayısıyla en ufak bir ket vurmanın izini taşımayan, konuşulmuş düşünceye olabildiğince yakın olan bir monolog. Bana öyle geliyordu ki –hâlâ da öyle geliyor– düşüncenin hızı konuşmanın hızından yüksek değildi ve düşünce ne dile ne de kâğıt üzerinde doludizgin giden kaleme meydan okuyordu; kesilmiş adamla ilgili cümlenin bana gelme şekli de bunun göstergesiydi. İşte bu ruh haliyle, vardığım bu ilk sonuçları paylaştığım Philippe Soupault’yla birlikte çala kalem yazmaya karar verdik – edebî bir bakış açısının ürünü olabilecek her şeyi takdire şayan bir şekilde küçümseyerek. Gerisi, işi fiiliyata geçirmenin kolaylığıyla halloldu. İlk günün sonunda, bu şekilde yazılmış elli küsur sayfamız olmuştu ve elde ettiğimiz sonuçları karşılaştırmaya başlayabilirdik. Genel olarak, Soupault’yla benim sayfalarımız arasında hatırı sayılır bir benzerlik vardı: İkimizde de aynı inşa bozukluğu, aynı nitelikteki zaaflar, ama bunun yanında olağanüstü bir canlılık yanılsaması, bol miktarda duygu, uzun uzun yazsak bir tanesini bile kotaramayacağımız imgelerin seçimi, çok özel bir pitoresk nitelik ve şuraya buraya serpiştirilmiş birkaç keskin maskaralık. İki metin arasındaki yegâne farklılıklar, esas itibariyle mizaçlarımızdan kaynaklanıyordu bence (Soupault benden daha hareketlidir); bir de, küçük bir eleştiri getirmeme izin verirse, herhalde oyun oynama niyetiyle olsa gerek, bazı sayfaların tepesine başlık niyetine bazı kelimeler yazmıştı. Ama yiğidi öldürsem de hakkını veririm: Yazdıklarının tek satırını değiştirmeye veya düzeltmeye yanaşmadı; bana kötü görünen bu tür pasajların hiçbirine elini sürmedi. Böyle davranmakta da haklıydı kuşkusuz.[18] Aslında, mevcut öğelere kesin olarak değer biçmek çok zordur, hatta bunu ilk okumada yapmak hemen hemen olanaksızdır. Yazan kişi olarak, bu öğeler yüzeyde herkes gibi size de yabancı gelir ve haliyle onlara temkinlilikle yaklaşırsınız. Şiirsel açıdan, bunlarda sizi en çok etkileyen, aşırı dolaysız saçmalık dereceleridir ki bu saçmalık özelliği, daha derinlemesine bir okumada, dünyada kabul edilir olan, meşru sayılan her şeye yer vermekten ileri gelir: son tahlilde, nesnellikte diğerlerinden aşağı kalmayan belli sayıdaki özelliğin ve olgunun dışa vurumu.

Soupault ile ben, yakınlarda kaybettiğimiz Guillaume Apollinaire’in de, zaman zaman, vasat edebî araçlara başvurmaksızın böyle bir işe giriştiğini düşünüyorduk; onun anısına, dostlarımızla da paylaşmak istediğimiz bu yeni saf ifade tarzına sürrealizm dedik. Bence bu kelime üzerinde bugün uzun uzadıya durmanın anlamı yok; bizim ona başta verdiğimiz anlam, artık Apollinaire’in kastettiği anlamdan daha çok kabul görüyor. İşin aslı, daha adil olmak gerekirse, Gérard de Nerval’in Filles de Feu’nün [Ateş Kızları] ithaf bölümünde kullandığı süpernatüralizm kavramını da pekâlâ sahiplenebilirdik.[19] Gerçekten de, göründüğü kadarıyla Nerval, yakın olduğumuzu iddia ettiğimiz ruha tümüyle sahipken, Apollinaire’in, tersine, sürrealizmin hâlâ kusurlu kelimesinden başka bir şeyi yoktu, ona ilişkin geçerli bir kuramsal fikir ortaya koyamamıştı. İşte, bu açıdan bana çok anlamlı gelen iki Nerval alıntısı:

 

Azizim Dumas, kısa bir süre önce söz ettiğiniz bir olguyu açıklamak istiyorum. Bilirsiniz, hayal güçlerinde yarattıkları karakterlerle özdeşleşmeden hiçbir şey kurgulayamayan hikâye anlatıcılar vardır. Hatırlarsanız, kadim dostumuz Nodier, Devrim sırasında giyotine gitmek gibi bir talihsizlik yaşadığını nasıl da ikna edici biçimde anlatırdı; anlattıkları o kadar inandırıcı olurdu ki, insan nasıl olup da kesilmiş kafasını yeniden yapıştırttığını merak ederdi.

... Madem, Almanların ifadesiyle bu süpernatüralist rüya halinde yazılmış bir soneden alıntı yapma ihtiyatsızlığını göstermiş bulundunuz, hepsini duymanız gerekiyor. Bunları kitabın sonunda bulabilirsiniz. Bunlar, Hegel’in metafiziğinden ya da Swedenborg’un Memorabilia’sından daha anlaşılmaz değil, ve açıklandıkları takdirde (tabii bu mümkünse) bütün çekiciliklerini yitirirler; en azından ifadenin değerini teslim edin...[20]

 

Bizim anladığımız çok özel anlamda sürrealizm kelimesini kullanma hakkımıza itiraz edenler son derece kötü niyetliler, zira, biz onu kullanmadan önce bu kelimenin pek de geçer akçe olmadığı ortada. O halde, bu kelimeyi son kez tanımlıyorum:

SÜRREALİZM, isim. Kişinin, sözlü, yazılı veya başka bir yolla, düşüncenin gerçek işleyişini ifade etmeyi denediği, en saf halindeki ruhsal otomatizm. Aklın her türlü denetiminden uzak, ahlakî ya da estetik her türlü kaygıdan muaf olarak, sadece düşüncenin dikte ettiği.

ANSİKLOPEDİ, Fels. Sürrealizm, daha önceleri göz ardı edilmiş olan bazı çağrışım biçimlerinin üst gerçekliğini, rüyanın kadiri mutlaklığını, çıkarsız düşünce oyununa duyulan inancı esas alır. Diğer bütün ruhsal mekanizmaları kesin olarak yıkma ve hayatın belli başlı sorunlarının çözümünde bu mekanizmaların yerine geçme eğilimindedir. Şu yazarlar, MUTLAK SÜRREALİZM eylemleri icra etmişlerdir: Aragon, Baron, Boiffard, Breton, Carrive, Crevel, Delteil, Desnos, Éluard, Gérard, Limbour, Malkine, Morise, Naville, Noll, Péret, Picon, Soupault, Vitrac.

Göründüğü kadarıyla, bugüne dek bu tür eylemler icar edenler sadece bu isimler olmuştur ve hakkında fazla bilgi sahibi olmadığım Isidore Ducasse[21] örneği olmasa bu konuda hiçbir belirsizlik olmazdı. Ve elbette, yazarları yüzeysel biçimde, ortaya koydukları ürünlerle yargıladığımızda, başta Dante ve, iyi zamanlarında olmak kaydıyla Shakespeare olmak üzere pek çok şair sürrealist olarak nitelenebilir. Güven suistimalinden ötürü deha denen şeyi tahlil etme çabalarım sırasında, sonuçta bunun sürrealizmden başka hiçbir yönteme atfedilemeyecek bir özellik olduğunu gördüm.

[Edward] Young’ın Gece Düşünceleri adlı kitabındaki şiirler baştan sona sürrealisttir. Ne yazık ki orada konuşan kişi bir papazdır, kuşkusuz kötü bir papazdır, ama yine de papazdır.

 

Swift, kötülükte sürrealisttir. 

Sade, sadizmde sürrealisttir.

Chateaubriand, egzotizmde sürrealisttir.

Constant, siyasette sürrealisttir.

Hugo, aptallık etmediği zaman sürrealisttir.

Desbordes-Valmore, aşkta sürrealisttir.

Bertrand, geçmişte sürrealisttir.

Rabbe, ölümde sürrealisttir.

Poe, serüvende sürrealisttir.

Baudelaire, ahlakta sürrealisttir.

Rimbaud, yaşadığı hayatta ve başka şeylerde sürrealisttir.

Mallarmé, sır verdiğinde sürrealisttir.

Jarry, absentte sürrealisttir.

Nouveau, busede sürrealisttir.

Saint-Pol-Roux, simge kullanımında sürrealisttir.

Fargue, atmosferde sürrealisttir.

Vaché, bende sürrealisttir.

Reverdy, evde sürrealisttir.

Saint-John Perse, uzaktan sürrealisttir.

Roussel, hikâye anlatıcı olarak sürrealisttir.

Vs.

 

Bu noktanın altını çizeyim: Yukarda andıklarım her zaman sürrealist değildirler, çünkü her birinde – çok safiyane bir biçimde!– bağlı kaldıkları önceden tasarlanmış bazı fikirler tespit ediyorum. Onlar bu fikirlere inanırlar, çünkü sürrealist sesi duymamışlardır –hani şu ölümün eşiğinde ve nice fırtınanın üzerinde telkinde bulunmaya devam eden o sesten bahsediyorum– çünkü o harikulade müziğin sadece şefliğini üstlenmek istememişlerdir. Onlar fazla gururlu çalgılardır, bu yüzden çıkardıkları sesler her zaman ahenkli olmamıştır.[22]

Ama bizler, [yazdıklarımızı] damıtmak gibi bir çabaya asla girmemiş olan, eserlerimizde kendimizi sayısız yankının basit birer kayıtçısı kılmış olan, kendi resmettiklerimizden büyülenmeyen alçak gönüllü kayıt cihazları olan bizler, belki de daha soylu bir davaya hizmet etmekteyiz. Böylece, bize bahşedilen “yeteneği” dürüstlükle sahipleniyoruz. İsterseniz şu platin cetvelin, şu aynanın, kapının ve gökyüzünün yeteneğinden de bahsedebilirsiniz.

Bizim yeteneğimiz yok, isterseniz Philippe Soupault’ya sorun:

 

Bir gün gelecek, imalatın anatomik ürünleri ve ucuz konutlar en yüksek kentleri yok edecek.

 

Roger Vitrac’a sorun:

 

Mermer amirali çağırır çağırmaz, kutup yıldızını görünce şaha kalkan bir at gibi topukları üzerinde döndü ve bana, hayatımı geçirmek zorunda olduğum bir yöreyi, şapkasının içinde gösteriverdi.

 

Paul Éluard’a sorun:

 

Çok anlatılan bir hikâyedir anlatacağım, yeniden okuyacağım bir şiirdir: Yeşil kulaklarım ve kavrulmuş dudaklarımla, bir duvara dayadım sırtımı.

 

Max Morise’e sorun:

 

Mağaraların ayısı ve dostu balaban kuşu, talaş böreği ve uşağı rüzgâr, Büyük Şansölye ve karısı, serçeler için korkuluk ve suç ortağı serçe, deney tüpü ve kızı iğne, şu karnivor ve kardeşi karnaval, çöpçü ve tek gözlüğü, Mississippi ve küçük köpeği, mercan ve süt dolu güğümü, Mucize ve iyi Tanrısı, artık denizin üzerinde yitip gitmeyecekler.

 

Joseph Delteil’e sorun:

 

Hehyat! Kuşların erdemine inanırım ben. Tek bir tüy beni gülmekten öldürmeye yeter.

 

Louis Aragon’a sorun:

 

Bir parti arasında, oyuncuların yanar döner bir punç kâsesinin çevresinde toplandıkları bir esnada, ağaca sordum kırmızı kordelası hâlâ duruyor mu diye.

 

Ve kendini bu önsözün yılankavi, alıp götüren satırlarını yazmaktan alıkoyamayan bendenize sorun.

Robert Desnos’a sorun: O, sürrealist hakikate belki de hepimizden fazla yaklaşmıştır; hâlâ yayımlanmamış eserlerinde[23] ve katıldığı çok sayıdaki deneyde, sürrealizme bağladığım bütün umutları haklı çıkarmıştır, onun sayesinde sürrealizmin daha çok şeye kadir olduğuna inanıyorum. Desnos, ne zaman istese sürrealistçe konuşur. Düşüncelerini söze dökmekteki olağanüstü çevikliği kadar, onları kaydetmekten başka yapacak daha iyi işleri olduğu için kaybolan muhteşem söylevleri de değerlidir bizim için. Desnos kendini açık bir kitap gibi okur ve hayatının rüzgârıyla uçup giden sayfaları yakalamak için kılını kıpırdatmaz.

 

 

SÜRREALİST BÜYÜ SANATININ SIRLARI

 

Yazılı sürrealist kompozisyon

              veya ilk ve son taslak

 

Zihninizin tam yoğunlaşması için en elverişli yere yerleştikten sonra, yazı malzemelerinizi getirtin. Zihninizi olabilecek en edilgin ya da fikirlere açık hale getirin. Dehanızı, kendi yeteneklerinizi ve başkalarının yeteneklerini unutun. Edebiyatın, insanı her yere götüren en kasvetli yollardan biri olduğunu hatırlatın kendinize. Kafanızda önceden tasarladığınız bir konu olmadan, yazmakta olduklarınız aklınızda kalmasın ve yazmış olduklarınızı tekrar okuma zaafına kapılmayasınız diye olabildiğince hızlı yazın. İlk cümle kendiliğinden gelecektir; hakikat o kadar güçlüdür ki, her geçen saniye, bilincimizin bilmediği, işitilmek için çırpınan bir cümle vardır. Bir sonraki cümlenin ne olacağını tahmin etmek zordur; ilk cümleyi yazmanın asgarî düzeyde bir algıyı gerektirdiğini kabul edersek, bir sonraki cümlede kuşkusuz hem bilinçli etkinliğimizin hem de diğerinin etkisi olacaktır. Ancak bu sizin için önemli olmamalı; büyük ölçüde, sürrealist oyunun en ilginç ve merak uyandıran yanı budur. Fakat noktalamanın, bizi ilgilendiren mutlak akış sürekliliğine direnen bir unsur olarak kaldığı da bir gerçektir – her ne kadar, titreşimli bir ip üzerindeki düğümlerin düzenlenmesi kadar gerekli görünse de. Dilediğiniz kadar devam edin. Fısıltının yorulmak bilmez niteliğine güvenin. Yaptığınız küçücük bir hata, diyelim ki dikkatinizin dağılmasına bağlı bir hata sonucu sessizlik çöker gibi olursa, satır başı yaparak akışı kesmekte tereddüt etmeyin. Kaynağı şüpheli gözüken bir kelimenin arkasına herhangi bir harf, mesela bir “l” harfi –her zaman “l” harfi– koyun ve bu harfi bir sonraki kelimenin baş harfi olarak kullanarak keyfiliği geri getirin.

 

Yanınızda birileri varken sıkılmamak için

Bu çok güç. Kimseye kapıyı açmayın ve olur da biri sürrealist faaliyetinizin ortasındayken sizi rahatsız etmek üzere içeri dalarsa, kollarınızı kavuşturarak şöyle deyin: “Fark etmez, yapılacak veya yapılmayacak daha iyi şeyler vardır kuşkusuz. Yaşama duyulan ilginin mazereti olamaz. Yalınlık, içimde olup bitenler, beni canımdan bezdirir!” Veya buna benzer başka bir tiksindirici bayağılık sarf edin.

 

Söylev çekmek için

Bu tür bir kamusal ifade tarzını benimseyecek ilk ülkede, seçimlerin hemen öncesinde adınızı aday listesine yazdırın. Hepimizin içinde hatip cevheri vardır: rengârenk peştamallar, camdan kelime boncukları. Bu hatip, sürrealizmle, umutsuzluğu olanca zavallılığı içinde gafil avlar. Bir akşam, bir kürsüde, tek başına, sonsuz cenneti, şu Ayı Postu’nu[24] lime lime eder. Öyle çok vaatte bulunur ki, tuttuğu her söz bir merak ve kaygı kaynağı olur. Koca bir halkın taleplerine kısmî ve gülünç karşılıklar verir. En amansız düşmanlarını, kutsal ekmekle şaraptan pay alırcasına, ülkeleri havaya uçuracak gizli bir arzuyu paylaşmaya iter. Ve bunu, kendini sadece merhamette eriyen ve nefrette dönenen muazzam söz kalabalığına bırakarak başarır. Başarısızlığa uğramaktan aciz olduğu için, tüm başarısızlıkların kıyısında oynar oynunu. Gerçekten de seçilir ve en müşfik kadınlar onu şiddetle sever.

 

Sahte romanlar yazmak için

Kim olursanız olun, canınız isterse, birkaç defne yaprağı yakın ve bu zayıf ateşin yanmaya devam edip etmemesine aldırmadan bir roman yazmaya başlayın. Sürrealizm size bu olanağı sağlayacaktır: Tek yapmanız gereken, “açık hava” ibresini “eylem”e getirmek, gerisi çorap söküğü gibi gelir. İşte, görünüşleri hayli farklı roman karakterleri; el yazınızda isimleri sadece bir büyük harf meselesi; onlar, etkin fiillerle, zamirlerin yardımcı fiillerle olduğu kadar rahat hareket edeceklerdir. Deyim yerindeyse cümlenin öğelerine hükmedeceklerdir; gözlem, düşünme ve genelleme yetilerinden hiçbiri imdadınıza yetişmediğinde, aklınızdan bile geçirmediğiniz binlerce olanağı önünüze sereceklerinden şüpheniz olmasın. Böylesine az sayıda ruhsal ve fiziksel özelliği olan ve gerçekte size hiçbir şey borçlu olmayan bu varlıklar, bundan böyle, artık nasıl yönlendireceğinizi düşünmenize gerek kalmayan davranış tarzlarından zerre sapmayacaklardır. Sonuç olarak ortaya, görünürde az çok zekâ ürünü bir olay örgüsü çıkacak, hiç de umursamadığınız o dokunaklı veya teskin edici sonu her adımda haklı gösterecektir. Sahte romanınız, gerçek bir romana şaşırtıcı derecede benzeyecektir. Sizi zengin edecek, herkes sizin için “adamda amma göt varmış” diyecektir, çünkü ne de olsa bu şeyin çıktığı yer orası olacaktır.

Elbette, benzer bir yöntemle, ve ele aldığınız eseri tamamen göz ardı etmek şartıyla, başarılı bir sahte edebiyat eleştirmeni de olabilirsiniz.

 

Sokaktan geçen bir kadının dikkatini çekmek için

........................................................................................................................    .

........................................................................................................................    .

........................................................................................................................    .

........................................................................................................................    .

........................................................................................................................    .

 

Ölüme karşı

Sürrealizm, aslında bir gizli dernek olan ölüme girmenizi sağlayacaktır. Elinize bir eldiven gibi geçecek, Bellek kelimesinin baş harfi olan koca B’yi gömmenize yardımcı olacaktır. Son arzunuz ve vasiyetnameniz için gereken işleri halletmeyi unutmayın: Kendi adıma, cenaze arabasıyla mezarlığa taşınmayı talep ediyorum. Dostlarım, Discours sur le Peu de Réalité [Biraz Gerçeklik Üzerine Söylev] adlı kitabı son nüshasına varıncaya dek yok etsinler.

Dil, onu sürrealistçe kullansın diye verilmiştir insana. İnsan, meramını anlatmak zorunda kaldığı sürece, bu dille kendini iyi kötü ifade edebilir ve böylece en kabasından birtakım işlevlerini yerine getirebilir. Konuşmak, bir harfi telaffuz etmek onun için hiç sorun değildir, yeter ki bunları yaparken araçların ötesinde bir amaç edinmesin, yani kendini biriyle (sırf zevkine) sohbet etmekle sınırlasın. Böyle bir durumda, ne kullanacağı kelimeler için, ne de ağzından çıkan cümlenin ardından gelecek cümle için kaygı duyar. Çok basit bir soruya hemencecik yanıt verebilir. Başkalarıyla girdiği temaslardan kaptığı küçük tikler olmadığında, sınırlı sayıda konu hakkında hiç zahmete girmeden fikir beyan edebilir. Bunun için, ne konuşmadan önce “ona kadar sayması”, ne de diyeceğini önceden hazırlaması gerekir. Bu müsvedde yetisinin, daha hassas ilişkilere girmeye karar verdiğinde kendisine olsa olsa zarar vereceğine kim inandırabilmiş ki onu? Onun, hakkında bol bol konuşmayı, bol bol yazmayı geri çevireceği hiçbir konu yoktur. İnsanın kendini dinlemesinin, kendi yazdıklarını okumasının yegâne sonucu, gizemin muallakta bırakılmasıdır – o takdire değer can simidi. Kendimi anlayacağım diye hiç acelem yok (yetti gari! Kendimi hep anlayacağım). Kullandığım şu ya da bu cümle hafif bir hayal kırıklığına yol açtığı anda, bu cümlenin kusurlarını kapatmak için diğer cümleye bel bağlarım. Söze yeniden başlamaktan ya da ifadeyi cilalamaktan kaçınırım. Benim açımdan ölümcül olabilecek tek şey, atılımı kaybetmektir. Birbirini takip eden kelimelerin, kelime gruplarının arasında müthiş bir dayanışma vardır. Bir grubu diğerleri pahasına kayırmak bana düşmez. Müdahale etmek mucizevî bir denklemin işidir – o da müdahale eder zaten.

Kendini tüm hayat koşullarına uydurduğunu düşündüğüm ve sonsuza dek geçerli kılmaya çalıştığım bu sınırlanmamış dil, beni elimdeki hiçbir araçtan mahrum bırakmamakla kalmıyor, tersine, bana muazzam bir zihin berraklığı kazandırıyor – hem de ondan bunu bekleyebileceğim en son alanda. İşi, bu dilin beni eğittiğini söylemeye kadar vardıracağım. Öyle ki, anlamlarını unuttuğum kelimeleri sürreel bir tarzda kullanmaya başladığımı fark ettim. Geriye dönüp sağlamasını yaptığımda, kullandığım halleriyle bu kelimelerin tanımlarına tamı tamına uyduğunu gördüm. Hal böyle olunca, aslında “öğrenmediğine”, sadece “yeniden öğrendiğine” inanası geliyor insanın. Bu şekilde haşır neşir olduğum pek çok güzel deyiş var. Burada, nesnelerle binlerce kez tekrarladığım bir tinsel temas sonucu edinebildiğim nesnelere yönelik şiirsel bilinç’ten de söz etmiyorum.

Sürrealist dil biçimleri, en iyi, diyaloğa uyarlanır. Burada, iki düşünce birbirinin karşısına çıkar; biri kendini açığa vurduğunda, öteki onunla meşgul olur, peki nasıl meşgul olur? Onu kendi içine dahil ettiğini varsaymak, bu düşüncenin bir süreliğine tamamıyla diğerinden beslenerek yaşadığını kabul etmek anlamına gelir ki bu pek muhtemel değildir. Üstelik, bir düşüncenin diğerine yönelttiği dikkat tamamen dışsaldır; onu, insanın sahip olduğu tüm düşünme gücüyle ya onaylamaya ya da reddetmeye –genelde reddetmeye– yetecek kadar vakti vardır. Dahası bu dil tarzı, bir konunun özüne inilmesine izin vermez. Edebince geri çeviremeyeceği bir ricanın ağına yakalanan dikkatim, karşı düşünceye bir hasım muamelesi eder; sıradan bir sohbette, neredeyse her zaman, bu düşünceyi kullandığı kelimeler ve benzetmeler üzerinden “ele alır”; vereceğim cevapta bunları çarpıtarak avantaja çevirebileceğim bir konuma getirir beni. Bu durum öylesine geçerlidir ki, hastanın bütün dikkatini ele geçiren duyusal bozuklukların söz konusu olduğu bazı patolojik hallerde, hasta sorulara cevap verirken sadece karşısında sarf edilen son kelimeyi veya zihninde bir şekilde izi kalmış sürrealist cümlenin son kısmını yakalamaya odaklanır:

“Yaşınız kaç?” – “Kaç.” (Ekolali)[25]

“Adınız ne?” – “Kırk beş ev.” (Ganser sendromu, yani soruyla alakasız cevaplar verme)

Bu bozukluğun izlerinin ortaya çıkmadığı hiçbir konuşma yoktur. Konuşmayı dayatan sosyallik çabası ve konuşmak konusunda edindiğimiz hatırı sayılır tecrübe, bu bozukluğu geçici olarak saklamamıza imkân veren yegâne şeylerdir. Bir kitabın en büyük zaafı da, en iyi –yani beklentileri en yüksek olan– okurlarıyla sürekli çatışma halinde olmasıdır. Yukarda, doktor ile deli arasında geçen konuşmadan aktardığım kısa alıntıda, konuşmada baskın çıkan taraf deli olmuştur. Çünkü, verdiği cevaplarla, onu muayene eden doktorun dikkatini gasp eder ve soruları soran kişi kendisi değildir. Bu noktada onun düşüncesinin daha güçlü olduğu anlamına mı geliyor bu? Belki de. Deli, artık yaşını veya adını umursamama özgürlüğüne sahiptir. 

Bu incelemenin konusu olan şiirsel sürrealizm, bugüne dek, konuşan tarafları kibarlık cenderesinden kurtararak diyaloğu mutlak hakikati içinde yeniden oluşturmaya çalışmıştır. İki taraf da, özel bir diyalektik haz devşirmeye ve karşısındakini herhangi bir şeye ikna etmeye çalışmaksızın, kendi kendine konuşur. Karşılıklı sarf edilen sözler, genelde olduğundan farklı olarak, ne kadar önemsiz de olsa bir sav geliştirme amacı taşımazlar; alabildiğine başlarına buyrukturlar. Karşıda yol açtıkları cevaba gelince, bu cevap da ilke olarak konuşan kişinin kendine olan saygısına tamamen kayıtsızdır. Kelimeler, imgeler, onları dinleyenin zihni için birer sıçrama tahtasıdır sadece. Tam anlamıyla sürrealist denebilecek ilk yapıt olan Les Champs Magnétiques’in [Manyetik Alanlar], Barrières [Çitler] başlığı altında toplanan sayfaları bu şekilde düşünülmelidir – Soupault’yla ben orada kendimizi iki tarafsız konuşmacı gibi gösterdik.

Sürrealizm, kendisini ona adayanların istedikleri zaman ondan vazgeçmelerine izin vermez. Sürrealizmin, zihin üzerinde uyuşturucuların yarattığı etkiye benzer bir etki yarattığını düşünmek için her türlü haklı gerekçemiz var. Tıpkı uyuşturucular gibi, sürrealizm de insanda bir ihtiyaç hali yaratır ve onu korkunç isyanlara sürükleyebilir. Aynı zamanda, pekâlâ yapay bir cennet olarak da görülebilir ve insanın ondan aldığı zevkin kaynağı, Baudelaire’in diğer uyuşturucular hakkında söyledikleriyle aynıdır. Bu nedenle, bu incelemede sürrealizmin yaratabileceği gizemli etkiler ve tuhaf zevkler analiz edilmelidir – sürrealizm, pek çok açıdan, mutlu bir azınlığın tekelinde olmayan yeni bir kötü alışkanlık olarak görülebilir; tıpkı esrar gibi, her beğeniye hitap eder.

 

1.Afyon imgeleri gibi sürrealist imgeleri de insan kendisi canlandırmaz; bunlar “kendiliğinden, zorbalıkla gelir ona. İnsan onları kovalayamaz, çünkü irade aciz kalmıştır ve artık melekeleri kontrol edemez.”[26] Burada şunu sormak lazım: İmgeler hiç “canlandırılmış” mıdırlar ki? Eğer, benim yaptığım gibi, Réverdy’nin tanımını kabul edecek olursak, kendisinin “iki uzak gerçeklik” dediği şeyi iradî olarak bir araya getirmek mümkün değildir. Bu yan yana gelme ya olur ya olmaz, hepsi bu kadar. Kendi adıma, Réverdy’nin eserlerinde, örneğin şu imgelerde öndüşünmeden eser olduğuna inanmıyorum:

Dere üzerinde, akıp giden bir şarkı var

Ya da:

Gün beyaz bir sofra örtüsü gibi açıldı

Ya da:

            Dünya gerisin geri bir çuvala giriyor

 

Kanımca, zihnin, birbiri karşısına çıkan iki gerçeklik arasındaki “bağlantıları kavradığını” iddia etmek yanlış olacaktır. Bir kere zihin bilinçli olarak hiçbir şeyi yakalamamıştır. İki terimin rastlantısal olarak yan yana gelmesinden, son derece hassas olduğumuz özel bir ışık, imgenin ışığı doğmuştur. İmgenin değeri, elde edilen ışıltının güzelliğine bağlıdır; dolayısıyla, iki iletken arasındaki potansiyel farkının sonucudur. Bu fark, bir karşılaştırmada olduğu gibi[27] çok belli belirsizse ışıltı da olmaz. İmdi, benim bildiğim kadarıyla insan birbirinden bu kadar uzak iki gerçekliği yan yana getiremez. Fikirlerin çağrışımı ilkesi, bizim anladığımız biçimiyle, bunu engeller. Aksi halde, benim gibi Réverdy’nin de esefle karşıladığı eksiltili sanata dönmemiz gerekirdi. Bu durumda şunu kabul etmek gerekir: İmgenin iki terimi, bir ışıltı yaratmak gibi belirli bir amaçla, birbirinden türetilmez; bunlar, sürrealist etkinlik olarak adlandırdığım etkinliğin eşzamanlı ürünleridir; burada akla düşen tek iş, bu parlak olayı kaydetmek ve takdir etmektir.

Seyretilmiş gaz içinde kıvılcımın uzunluğunun artması gibi, otomatik yazıyla yaratılmış, herkesin ulaşmasını istediğim sürrealist atmosfer de, en güzel imgelerin üretilmesi açısından özellikle elverişlidir. Hatta bu baş döndürücü koşuda imgeler zihnin tek rehberidir denebilir. Zihin bu imgelerin üstün gerçekliğine yavaş yavaş ikna olur. Önce sadece bunlara boyun eğmekle yetinirken, sonra onların aklını çelmeye başladığını ve bilgisini artırdığını fark eder. Arzularının dışa vurulduğu, olumlu ve olumsuz yanların sürekli tükendiği, karanlığının ona ihanet etmediği sonsuz genişlikleri idrak eder. Onu mest eden, ona parmaklarının ucundaki ateşi söndürecek vakti bırakmayan imgelerin sırtında, ilerler. Bu, gecelerin en güzelidir, şimşeklerin gecesi: Onun yanında, gün bile gece kalır.

Sonsuz çeşitlilikteki sürrealist imgelerin sınıflandırılması gerekir, ama bugün bu işe girişmeyeceğim. Bu imge türlerini özel yakınlıklarına göre gruplandırmak beni çok uzaklara savurabilir; benim asıl üzerinde durmak istediğim, bu imgelerin ortak erdemleridir. Bana göre, bu imgelerin en güçlüsü, itiraf edeyim, keyfîlik derecesi en yüksek olanıdır; pratik dile çevirmesi en uzun sürenidir – ya görünürde muazzam miktarda çelişki barındırdığı için, veya terimlerinden biri tuhaf biçimde gizlenmiş olduğu için; veya kendini sansasyonel bir şey gibi sunup (menzilinin açısını aniden daralttığından) sonuna doğru sönükleştiği için; veya kendisinden gülünesi bir biçimsel doğrulama türettiği için; veya sanrılı bir nitelikte olduğu için; veya soyut olana çok doğal biçimde somut maskesi giydirdiği (veya tam tersi) için; veya bazı temel fiziksel özelliklerin yadsınmasını ima ettiği için; veya insanı kahkahalara gark ettiği için. İşte, sırasıyla birkaç örnek:

 

Şampanyanın yakutu. Lautréamont

 

Büyüme eğilimi, organizmalarının özümlediği moleküllerin sayısıyla orantılı olmayan yetişkinlerde göğüs gelişiminin durması yasası kadar güzel. Lautréamont

 

Bir kilise dikiliyordu bir çan kadar kamaştırıcı. Philippe Soupault

 

Rose Sélavy’nin uykusunda bir kuyudan çıkıp geceleyin onun ekmeğini yemeye gelen bir cüce var. Robert Desnos

 

Köprünün üstünde kedi kafalı bir çiy kendini uyutuyor. André Breton

 

Biraz solda, gaipten bildirilmiş gökkubbemde gördüğüm, –ki şüphesiz bir kan ve cinayet bulutundan başka bir şey değil– özgürlüğün çalkantılarının buzlu camı. Louis Aragon

 

Yanan ormanda / Körpeydi aslanlar. Roger Vitrac

 

Bir kadının çorabının rengi ille gözlerinin rengine benzemek zorunda değildir, bu da, ismi lazım değil bir filozofa şunu şöyletmiştir: “Kafadan bacaklıların, ilerlemeden nefret etmek için, dört ayaklılardan daha çok sebebi vardır.” Max Morise

 

1.Beğenelim ya da beğenmeyelim, burada zihnin bazı taleplerini karşılayacak yeterli malzeme var. Bütün bu imgeler, zihnin, genelde kendine sağladığı iyi huylu hazlardan daha fazlasına hazır olduğu gerçeğine tanıklık ediyor. Bu, zihnin kendisine emanet edilmiş ideal sayıdaki olayı kendi lehine kullanmasının tek yoludur.[28] Bu imgeler zihne olağan dağınıklığının derecesini ve bunun dezavantajlarını gösterir.  Sonuç olarak, bu imgelerin zihni alt üst etmesi o kadar da kötü bir şey değildir, ne de olsa zihni alt üst etmek onu yanlış yola sokmaktır. Yukarda aktardığım cümleler bu koşulları haydi haydi yerine getirir. Ama bunların tadını alan zihin, bunlardan doğru iz üzerinde olduğu kanısını edinir; zihnin, tek başına, kendini safsataya düşerken yakalaması imkânsızdır; korkacağı hiçbir şey yoktur, ne de olsa, her şeyi bağrına basmaya yeltenmektedir.

2. Sürrealizme dalan zihin, çocukluğunun en güzel yanlarını coşkuyla yeniden yaşar. Böyle bir zihin için bu, boğulmakta olan birinin, kısacık bir an içinde hayatının en aşılmaz anlarını bir kez daha gözden geçirdiği kesinliğe benzer. Bu benzetmenin cesaret kırıcı olduğunu söyleyenler çıkabilir. Şahsen benim de bunu söyleyecek olanları yüreklendirmek gibi bir niyetim yok. Çocukluk anılarından –ve bazı başka anılardan–, bir dağılmışlık, ardından da yoldan çıkmışlık duygusu yayılır, ki bence bu en verimli duygudur. Belki de insanın “gerçek yaşam”ına en çok yaklaşan anlar çocukluğudur – onun ötesinde, insanın, geçiş izni haricinde sadece birkaç bedava bilete sahip olduğu çocukluk; her şeyin yine de insanın kendine risksiz, etkin biçimde hükmetmesi için işbirliği yaptığı çocukluk. İşte, sürrealizm sayesinde, bu fırsat bir kez daha kapınızı çalar. Sanki hâlâ kurtuluşumuza, ya da mahvımıza doğru koşmaktayızdır. Gölgelerin içinde yine kıymetli bir dehşeti görürüz. Şükürler olsun, sadece Araf’tır bu. Gizli bilimlerle uğraşanların tehlikeli topraklar dediği yerden geçeriz ürpererek. Her adımımda, pusuda bekleyen canavarları uyandırırım; henüz bana karşı çok da kötü bir niyet beslemezler, ben de, onlardan korktuğuma göre, henüz kaybolmamışım demektir. İşte Soupault’yla benim dizlerimizi titreten “kadın başlı filler ve uçan aslanlar”; işte beni hâlâ az da olsa korkutan “çözünür balık”.[29] ÇÖZÜNÜR BALIK, ben değil miyim çözünür balık? Balık burcunda doğduğuma ve insan da düşüncesi içinde çözünebilir olduğuna göre! Sürrealizmin bitki ve hayvan âlemi kabul edilemezdir.

3.Yakın bir gelecekte, basmakalıp bir sürrealist model oluşturulacağını sanmıyorum. Bu türün tüm metinlerinde ortak olan, bazılarını yukarda saydığım ve kendi başlarına bize bir mantıksal analiz ve titiz bir gramatik analiz imkânı sunan özellikler ve daha niceleri, sürrealist nesrin zaman içinde evrilmesini engellemez. Beş yıldır bu minvalde yazdığım onca yazıdan sonra, ki çoğunun hat safhada düzensiz olduğunu düşünecek kadar zayıfım, bu kitabı oluşturan hikâyecikler, söylediklerime apaçık birer kanıt teşkil ediyor. Bu yüzden, bunlar arasında, okura sürrealizmin bilincine neler katacağını göstermekteki değerleri bakımından bir ayrım yapmıyorum.

Ayrıca sürrealist araçların da takdim edilmesi gerekiyor. Birtakım çağrışımlardan, arzu edilen apansızlığı elde etmek söz konusu olduğunda her şey meşrudur. Picasso ile Braque’ın eserlerine yapıştırdıkları kâğıtlar, en ciddi edebî incelemeye sokulan klişe sözlerle eşdeğerdir. Gazetelerden kesilen başlıklardan ve başlık parçacıklarından (dilerseniz sözdizimini gözeterek) oluşturulmuş en rasgele montajı ŞİİR olarak adlandırmak bile mümkündür:

 

ŞİİR

 

Seylan Adası’nda safir

                bir kahkaha patlaması

 

En güzel samanların

    RENGİ SOLMUŞ

                  KİLİTLER ALTINDA

 

       terk edilmiş bir çiftlikte

    GÜNDEN GÜNE

                        güzel

                   kötüleşiyor

 

Bir araba yolu

sizi bilinmeyenin kıyısına götürür

 

                  kahve

               azizine vaaz veriyor

 GÜZELLİĞİNİZİN GÜNDELİK ZANAATKÂRI

              MADAM,

                  bir çift

           ipek çorap

               uzaya sıçrama

                      değil

                                           BİR GEYİK                                                                                       

                                        Her şeyden önce sevgi

                                          Her şey çok güzel olabilir

                                                   PARİS KOCA BİR KÖY

 

                                                          Dikkat edin

                                                       açık havanın

                                                              DUASINI

       Kaplayan ateşe

 

                                                                Bilin

      Kızılötesi ışınlar

                                      Görevlerini tamamladı

                                                               kısa ve güzel

 

                                                           RASTLANTININ

                                                     İLK YÖNERGESİ

                                                             Kızıl olacak

 

                                                        Seyyar şarkıcı

                                                          NEREDE?

                                                             hafızada

                                                              evinde

                                                 TALİPLER BALOSUNDA

 

                                                              yaparım

                                                     dans ederken

                                   İnsanlar ne yaptılarsa, ne yapacaklarsa

                       

Örnekler sonsuzca çoğaltılabilir. Tiyatro, felsefe, bilim, eleştiri, hepsi burada kendi yönünü bulmayı başarır. Hemen ekleyeyim, geleceğin sürrealist teknikleri beni ilgilendirmiyor.

Kanımca daha da ciddi olan[30] –ki bunun ipuçlarını yeterince verdim– sürrealizmin eyleme uygulandığı örneklerdir. Sürrealist sözün kehanet niteliğinde olduğunu düşünmüyorum elbette. “Kehanettir söylediğim.”[31] Evet, ben istediğim sürece öyle, ama “kehanetin” kendisi ne olacak?[32] İnsanların dindarlığına kanmam ben. Kyme’yi, Dodoni’yi, Delphoi’yi[33] sarsan sürrealist ses, bana daha az hırçın söylevlerimi dikte eden sesten başkası değil. Benim zamanım onun zamanı olmasa gerek, neden bu ses kaderimin çocukça sorununu çözmem için bana yardım etsin? Ne yazık ki, öyle bir dünyada eyler gibi yapıyorum ki, onun telkinlerini dikkate almak için iki tür tercümana ihtiyacım olurdu: biri bana onun hükümlerini çevirecek, (bulunması imkânsız olan) diğeri de, artık o hükümlerden ne anlam çıkardıysam onu hemcinslerime aktaracak. Bu dünya, çektiklerime katlandığım dünya (gidip bakmayın), bu modern dünya, yani – onunla ne halt edeyim istiyorsun? Sürrealist ses susar belki; kaybolanların kaydını tutmaya çalışmaktan vazgeçtim nicedir. Yıllarımın ve günlerimin harikulade ayrıntılı tasvirine, kısaca da olsa, girişmeyeceğim artık. Geçen yıl Rus balesine götürülen ve seyrettiği gösterinin ne olduğunu anlamayan Nijinski[34] gibi olacağım. Yalnız, kendimle baş başa, dünyanın tüm balelerine kayıtsız olacağım. Yaptığım, yapmadan bıraktığım ne varsa, hepsini size bırakıyorum.

Bundan böyle, sonuçta her açıdan ne kadar uygunsuz da olsa bilimsel esinlenmeye tahammül göstermeye karar verdim. Telsizler mi? Âlâ. Frengi mi? Nasıl arzu ederseniz. Fotoğraf mı? Neden olmasın. Sinema? Karanlık salonların şerefine! Savaş? İyi güldürdü bizi. Telefon? Aloo! Gençlik? Beyaz saçlarınızla çok çekicisiniz. Bana “sağolun” dedirtmeyi deneyin hele. “Sağolun.” Sağolun... Eğer halk, uygun ifadesiyle laboratuarlar âlemine ait şeyleri gözünde büyütüyorsa, bunun sebebi, bu tür araştırmaların ya bir makinenin imalatıyla ya da sokaktaki adamın kendisini doğrudan etkilediğini sandığı bir serumun keşfiyle sonuçlanmış olmasıdır. Adam, bütün bunların kendi kaderini iyileştirmek için yapılmış olduğundan emindir. Bilginlerin faaliyetlerinde insancıl saiklerin etkisi ne kadardır bilemem, ama varsa bile onun da öyle ahım şahım bir iyilik içerdiğini sanmıyorum. Patent almak için kırk takla atan sulandırıcılardan değil, gerçek bilginlerden söz ediyorum elbette. Bu konuda da, diğer bütün konularda olduğu gibi, insanın saf sürrealist hazzına inanıyorum: Kendisinden önceki herkesin başarısız olduğu konusunda ikaz edilmiş olan bu insan, yenilgiyi kabul etmeden, kendi seçtiği noktadan yola çıkar, makul olanlar haricinde dilediği herhangi bir yolda yürür ve istediği yere varır. İlerleyişini ifade etmeye uygun gördüğü ve sonucunda, belki de kendisine halkın övgülerini kazandıracak şu ya da bu imge, itiraf edeyim, beni hiç ilgilendirmiyor. Ona ister istemez ağırlık olan malzemeler de keza – cam tüpleri, veya benim metalik dolmakalemlerim... Yöntemine gelince, kendi yöntemime gösterdiğim dikkati göstermek isterim ona. Vaktiyle, plantar kas refleksi bozukluğunu keşfeden adamı iş üstündeyken izlemiştim: Hastalarını hiç ara vermeden maniple ediyordu, yaptığı şeyin “muayene”yle alakası yoktu, sabit bir plana uymadığı açıkça görülüyordu. Arada, sanki aklı başka yerdeymiş gibi, bir şeyler söylüyor, ama bu arada ne iğnesini elinden bırakıyor, ne de çekicini sallamaya ara veriyordu. Hastaları tedavi etmek gibi abes bir işle iştigal etmiyor, bu işi başkalarına bırakıyordu. O, bütün varlığıyla kendini adadığı bu kutsal ateşte yanıyordu.

Benim tasavvur ettiğim biçimiyle sürrealizm, mutlak uyumsuzluğumuzu öylesine açıklıkla ortaya koyar ki, gerçek dünyanın mahkemesinde bizi aklayacak belgelere tercüme edilmesi söz konusu bile olmaz. Aksine, bu dünyada ulaşmayı umduğumuz o mutlak dalıp gitme halini haklı göstermeye yarayabilir. Kant’ın kadınlara dalıp gitmesi, Pasteur’ün “üzüm”lere dalıp gitmesi, Curie’nin arabalara dalıp gitmesi, bu açıdan, son derece semptomatiktir. Bu dünya, olsa olsa çok nispî olarak düşünceyle uyumludur, ve bu tür olaylar, parçası olmaktan gurur duyduğum bir savaşın en bariz fasıllarıdır sadece. Sürrealizm, bir gün hasımlarımızı yenmemizi sağlayacak “görünmez ışındır”. “Artık titremiyorsun, kadavra.” Bu yaz güller mavi, orman camdan. Yeşil pelerinine bürünmüş toprak, bende ancak bir hayalet kadar etki bırakıyor. Yaşamak ve yaşamayı bırakmaktır asıl hayalî çözümler.[35] Varoluş başka yerde.[36]

                                                                                                                     

André Breton, "Sürrealizm Manifestosu", Sanat Manifestoları: Avangard Sanat ve Direniş içinde, (der.) Ali Artun (İstanbul: İletişim Yayınları sanathayat dizisi, 2010) s. 178-225. 

 



[1] Dostoyevski, Suç ve Ceza.

[2] “Hayda”, “buyrun” anlamındaki İspanyolca kelime – e.n

[3] Pascal.

[4] Pascal’dan yapılan alıntının devamı şöyle: “Önce üzümleri diğer meyvelerden ayırt ederiz, sonra farklı yörelerdeki üzümleri birbirinden ayırt ederiz, sonra aynı bağın üzümlerini diğerlerinden... Peki hepsi bu kadar mı? Birbirinin tıpatıp aynı olan iki üzüm salkımı var mıdır? Ya aynı salkımda birbirinin tıpatıp aynı olan iki üzüm? –e.n.

[5] Barrès, Proust.

[6] Burada rüyanın derinliğini hesaba katmak gerekir. Genelde, onun ancak en yapay katmanları kalır belleğimde. Rüyalarda üzerine düşünmeyi en çok sevdiğim unsurlar, uyanıkken diplere gömülen şeyler, bir önceki günün akışı içinde unuttuğum şeylerdir – karanlık yapraklar, aptal dallar. Aynı şekilde, “gerçeklik” içinde de düşmeyi tercih ederim ben.

[7] The Monk [Keşiş]. İngiliz romancı, şair ve oyun yazarı Matthew Gregory Lewis’in (1775-1818) Gotik unsurlar barındıran eseri – e.n.

[8] Fantastik olanın en takdire şayan yanı artık fantastik bir şey kalmamış olmasıdır: sadece gerçek vardır.

[9] Charles Perrault’ya (1628-1703) ait bir masal – e.n

[10] François Villon, 1400’lerin ortalarında yaşamış, hapisteyken yazdığı “Darağacı Baladı” şiiriyle meşhur Fransız şair – e.n.

[11] Lewis’in Keşiş adlı eserindeki kötü hayalet, daha sonra bu edebiyat türünün standart unsurlarından biri olur – e.n.

[12] J. P. R. Cuisin, Kanlı Gölgeler (1820) adlı kitabın yazarı – e.n.

[13] [Medyumların Girişi,] Bkz. Les Pas perdus [Yitik Adımlar], yayıncı N. R. F.

[14] Kelime anlamıyla “Dindarlık Tepesi” olarak çevrilen Mont de Pieté, Avrupa’da Rönesans’tan itibaren modern bankaların öncüsü olan, genelde yoksulların başvurduğu tefecilik ve rehin kurumlarıdır; dolayısıyla Breton’un kitabının başlığı Tefeci Dükkânı diye de çevrilebilir – e.n.

[15] Nord-Sud, Mart 1918.

[16] Ressam olsam, bu görsel anlatım kuşkusuz benim için ötekinden daha önemli olurdu. Burada belirleyici olan, elbette ki daha önceki yatkınlıklarım olacaktı. O günden beri, dikkatimi bilerek benzer görünümler üzerine yoğunlaştırmaya çalışıyorum ve biliyorum ki, bunlar da en az işitsel olaylar kadar netliğe sahip. Bir kalem ve beyaz kâğıtla kolayca bunların hatlarının üzerinden geçebilirdim. Burada da mesele çizmek değil, üzerinden geçmek. Bir ağacı, bir dalgayı, bir müzik aletini, kısacası bugün en kaba eskizini bile çizemeyeceğim her şeyi bu şekilde resmedebilirdim. Başta hiçbir yere gitmeyecek gibi görünen çizgi labirentinde yolumu tekrar bulacağımdan emin olarak dalardım ona. Ve gözlerimi açtığımda, “hiç görülmemiş” bir şeyin çok güçlü izlenimini edinirdim. Söylediğim şeyi Robert Desnos defalarca kanıtladı: Bunu anlamak için, Feuilles libres dergisinin 36. sayısına bakmanız yeterli; orada, Desnos’nun pek çok çizimine rastlayacaksınız (Romeo ve Juliette, Bu Sabah Bir Adam Öldü vb.). Dergi bunları deli bir adamın çizimleri sanarak yayımladı.

[17] Knut Hamsun, bu esinlenme halinin açlıktan kaynaklandığını söyler, haklı da olabilir. (O dönemde bazı günler yemek yemiyordum.) Bu çerçevede tarif ettiği olayların aynı olduğuna kuşku yok:

 

Ertesi gün erkenden uyandım. Ortalık hâlâ karanlıktı. Yukardaki dairenin saatinin beşi vurduğunu duyduğumda, çoktandır gözlerim açıktı. Tekrar uyumaya çalıştım ama beceremedim; artık tamamen uyanmıştım ve kafamda binlerce düşünce cirit atıyordu.

Birden aklıma, bir taslakta yahut bir tefrikada kullanılmaya son derece elverişli fikirler geldi. Çok güzel, daha önce hiç yazmamış olduğumu hissettiğim cümleler buluverdim tesadüfen. Onları ağır ağır, kelime kelime tekrarladım; harikaydılar. Ve sökün ediyorlardı. Doğruldum, yatağımın arkasındaki masanın üstünden kâğıt-kalem aldım. Sanki içimdeki zemberek boşanmıştı; kelimeler birbirini kovalıyor, kendine uygun yeri buluyor, duruma ayak uyduruyordu; sahneler dimağımda yığılıyor, olaylar beliriyor, replikler beynimin içinde uçuşuyor ve ben müthiş bir haz alıyordum. Düşünceler öyle hızlı ve kesintisiz akıyordu ki, kalemim onlara yetişemediğinden bir sürü ince detayı kaçırıyordum. Yine de elim sürekli işler vaziyette, olabildiğince hızlı davranmaya çalışarak, tek bir saniye kaybetmiyordum. Cümleler beynimde itişmeye devam ediyorlardı, konumla dopdoluydum.

 

Apollinaire, Chirico’nun ilk resimlerini senestezik bozuklukların (migren, kolik vs.) etkisi altında yaptığını söyler.

[18] Kendim söz konusu olduğumda, düşüncemin yanılmazlığına giderek daha çok inanıyorum. Gene de, bu düşünce yazısı, dikkati dağıtacak ilk dış etkinin insafına kaldığından, bu esnada birtakım “sakarlıklar” olabilir. Başka türlüsü mümkünmüş gibi yapmanın hiçbir mazereti olamaz. Tanım gereği, düşünce güçlüdür ve hataya düştüğünü fark edemez. Bu açık zaafların faturasını, ona dışardan gelen telkinlere yüklemek gerekir.

[19] Thomas Carlyle de Sartor Resortus adlı eserinde (VIII. Bölüm, “Supernaturalisme Naturel”) bu kavramı kullanmıştı, 1833-1834.

[20] Ayrıca bkz. L’Idéoréalisme, Saint-Pol-Roux.

[21] Comte de Lautréamont – e.n.

[22] Bazı filozof ve ressamlar için de aynı şeyi söyleyebilirim; mesela eski ressamlardan Uccello, modern dönemdense Seurat, Gustave Moreau, Matisse (örneğin “Müzik” adlı yapıtında), Derain, Picasso (açık arayla en safları), Braque, Duchamp, Picabia, Chirico (nice zamandır hayranlık uyandırıcı yapıtlar veriyor), Klee, Man Ray, Max Ernst ve bize en yakın olan isim André Masson.

[23] Nouvelles Hébrides, Désordre Formel, Deuil Pour Deuil.

[24] Peau de l’ours. Fransa’da 1900’lerin başında, on küsur koleksiyoncunun fovist ve kübist ressamların eserlerinden oluşturdukları koleksiyonun adı. Koleksiyon 1914’te muazzam fiyatlara satılır; bu, kübist ressamların eserlerinin sanat piyasasındaki ilk büyük başarısıdır. Koleksiyoncuların, bu bakımdan, “Genç Britanya Sanatı”nı meşhur eden Charles Saatchi gibi spekülatör-koleksiyoncuların ataları olduğu söylenebilir. “Ayı postu” ifadesi ise La Fontaine’in bir masalına dayanmaktadır: İki avcı, bir tüccara, henüz yakalamadıkları bir ayının postunu satarlar; Fransızca’daki “ayıyı vurmadan postunu satmak” deyişi de bu masaldan gelir –e.n.

[25] Başkasının çıkardığı sesleri yineleme – e.n.

[26] Baudelaire [Yapay Cennetler]

[27] Jules Renard’ın eserlerindeki imgeyle karşılaştırın.

[28] Belirtmeden geçmeyelim: Novalis’in tarifine göre, “gerçek olaylara paralel akan bir dizi olay vardır. İnsanlar ve koşullar, genelde, olayların ideal akışını değiştirirler; öyle ki bu akış tamamlanmamış gibi görünür; olayların sonuçları da aynı şekilde tamamlanmamıştır. Reformasyon’da da böyle olmuştur; Protestanlığın yerini Luthercilik almıştır.”

[29] Breton’un Yitik Adımlar kitabındaki bir metnin başlığı; Nadja adlı kitabında da anılır – e.n.

[30] Herhangi bir sorumluluk ilkesini kabul etmek benim için bu kadar zorken, genel olarak sorumluluk ve bireyin sorumluluğu derecesini belirleyen – tam sorumluluk, sorumsuzluk, sınırlı sorumluluk (sic) – adlî tıp konusundaki tereddütlerimi ifade etmem ne kadar uygun olur bilmem ama, sürrealist niteliği bariz olan ilk cezaî suçlar nasıl yargılanırdı diye merak ediyorum. Sanık beraat mı eder, yoksa sadece hafifletici sebeplerden mi yararlanır? Artık basın suçlarının cezalandırılmıyor olması çok yazık; yoksa her an bu tür bir davayla karşı karşıya kalabilirdik: Sanık, umumi ahlakı rencide eden bir kitap yayımlamıştır. “En saygın” hemşerilerinden bazıları ona karşı bir kampanya başlatır, kendisi ayrıca iftira ve hakaretle suçlanır. Başka bazı suçlamalar da vardır: orduya hakaret, cinayet ve tecavüze teşvik vs. gibi. Üstüne üstlük sanık, kitapta ifade edilen fikirlerin çoğunu “damgalamak”ta davacılarla hemfikirdir. Tek savunması, kendisini kitabın yazarı olarak görmediğini iddia etmesidir: Söz konusu kitap, onu imzalayanın sorumluluğundan veya sorumsuzluğundan bahsedilmesine imkân vermeyen sürrealist bir karışımdır; dahası, imza sahibinin tek yaptığı, herhangi bir fikir beyan etmeksizin bir belgeyi kopyalamaktır, dolayısıyla söz konusu metne, en az davanın yargıcı kadar yabancıdır.

Sürrealist yöntemler yaygınlaştıkça, bir kitabın yayımlanması halinde yaşanacaklar başka birçok eylem için de geçerli olacaktır. O zaman, bütün davalarımızın ve dertlerimizin kaynağı olan hâkim ahlak anlayışının yerine yeni bir ahlak anlayışı geçmelidir.

[31] Rimbaud [Cehennemde Bir Mevsim, “Kötü Kan” –e.n.].

[32] Ama, AMA... Bunun özüne muhakkak inmeliyiz. Bugün, 8 Haziran 1924, saat bir civarı, ses bana fısıldadı: “Béthune, Béthune.” Ne demek istiyordu? Béthune’e hiç gitmedim, Fransa haritasında nereye düşer ancak şöyle böyle kestirebilirim. Béthune bana hiçbir şey çağrıştırmıyor, Üç Silahşörler’den bir sahne bile. Oraya gitmeliydim, belki de beni bekleyen bir şey vardı; gerçekten de çok kolay olurdu bu. Biri bana, Chesterton’ın bir kitabında, bir şehirde aradığı kişiyi bulmak için dışardan baktığında kendisine küçük bir ayrıntısıyla bile olsa anormal görünen evleri çatıdan kilere tarayan bir dedektiften söz edildiğini anlattı. Bu sistem de başka herhangi biri kadar iyi.

Keza, 1919’da, Soupault, en olmayacak binalara girip kapıcıya Philippe Soupault’nun orada oturup oturmadığını soruyordu. Sanırım olumlu cevap alsa zerre şaşırmazdı. Gider adamın kapısını çalardı.

[33] Üçü de kâhinleriyle ünlü antik kentler – e.n.

[34] Vaclav Nijinski, Polonya asıllı Rus balet. 1919’da geçirdiği sinir krizi sonucu kendisine şizofreni teşhisi konur – e.n.

[35] Alfred Jarry’nin (1873-1907) “Patafizikçi Doktor Faustroll’un Davranış ve Görüşleri” adlı eserinde bahsettiği, “hayalî çözümler” bilimi patafiziğe atıf – e.n.

[36] Muhtemelen, Rimbaud’nun “ Gerçek yaşam yok. Dünyada değiliz biz” (Cehennemde Bir Mevsim) sözlerine atıf. “Yaşam başka yerde” vecizi bu sözlere dayanır – e.n.

Breton, Sürrealizm 1924-2014