Paris altıncı bölgede, Saint-German Bulvarı ile Saint-Benoît Sokağı’nın kesiştiği köşede bulunan Café de Flore. Guillaume Apollinaire’in Les Soirées de Paris (1912) dergisinin tohumları burada atılır; sürrealistlerin ilk buluşma mekânıdır; sonraları Jean-Paul Sartre, Simone de Beauvoir, Ernest Hemingway, Truman Capote gibi yazarlar da kafenin müdavimleri olurlar.
Günlük bir buluşma mekânı olmaksızın sürrealizm hayat bulamazdı. Hem bir karargâh hem bir özel salon olarak kafeler André Breton ve dostlarının dünyadan kopmadan biraraya gelmesini sağlıyordu. Kesintisiz biçimde temasta bulunabilmeleri sayesinde aralarındaki birlik ruhunu ve daimi hareketliliklerini muhafaza edebiliyorlardı. İki savaş arası dönemde sürrealistler tüm hafta boyunca, öğle vakti ve akşamüstü kafede görüşürler. Kimi zaman Rue du Château veya Rue Fontaine’deki bir kafede geç saate kadar otururlar.
Sürrealizmin 1918’den 1968’e kadar sürmüş olması kafe ritüeli olmadan anlaşılamaz. Yaban mizaçlıları uzaklaştırmış, iflah olmaz bireycileri tiksindirmiş olsa da bu ritüel, karakterlerin şekillenmesinde, kanaatlerin pekişmesinde, canlı bir hafızanın oluşmasında ve yeni gelenlerin eğitiminde önemli rol oynamıştır. Bu nedenledir ki sürrealist nitelemesi, kimi zaman istemeden de olsa aynı hayranlıkları, öfkeyi, dili, bilgiyi, enerjiyi, sempatiyi paylaşarak şiirsel bir kolektifin eşsiz serüvenini yaşayan gündelik sürrealizm pratisyenleri için uygun görülür tercihen.
Kafenin sunduğu sosyallik, tıpkı Paris sokaklarındaki sürüklenmeler [dérive] gibi şairleri ve sanatçıları o muhteşem tecritlerinden çıkarır, somutluğa ilişkin duyularını ve âna dair sezgilerini keskinleştirir ve kimi zaman diyalektik şevklerini kamçılar. Resmî bir angajman olmayıp serbest bir birleşmeye dayalı olan gruba katılım, kendiliğinden gelişen inisiyatifler kadar uzun soluklu girişimler de gerektirir. Manifestoların, nümayişlerin, bildirilerin, dergi taslaklarının başlangıç noktası olan sürrealist kafe, meraklılara ve sempatizanlara da açık olmayı eksik etmez.
Kafede sürrealistler genellikle kendi aralarında buluşuyor, kimi zaman da misafir kabul ediyordu. Birkaç ay veya sene sonunda bıkkınlık verebilecek olan bu ritüelleşmiş toplantılar ortak eylemin ve kolektif hafızanın en sağlam güvencesini teşkil ediyordu. 1920’lerde Aragon ve Breton’un güçlü karakterleri gündelik sürrealizmi canlı kılmaya yetiyordu. Daha sonrasında ise kafelere olan müdavemet hem bir topluluk ruhu oluşturma gerekliliğiyle hem de André Breton’nun –mekânın asıl sahibinin– herkes üzerindeki karşı konulmaz çekimiyle açıklanabilir.
Böylece sürrealist kafe birbirinden ayrılamayacak biçimde özel ile kamusal olanı, şiir ile siyaseti, söz ile yazıyı, beklenmedik ile gündelik olanı, salon ile barı, teras ile sokağı, sokaktan geçenler ile Paris’i, hareketin otobiyografisi ile ânın tarihini iç içe geçirir. O zamanlar hâlâ büyülü olan bir şehirde, caddelerinin arşınlandığı, mahallelerinin keşfine çıkıldığı, sokaklarında avare avare dolaşıldığı, bir güzergâhı kat etmekten haz alınan veya yeni bir rotanın keşfedildiği bu kentte seçilen kafe de sabit kalmadı elbette. Yıllar içinde mekânlar değişti. Genellikle Seine Nehri’nin sağ kıyısı tercih edilirken, Montparnasse civarı boykot ediliyordu. Opéra, Saint-Germain-des-Prés, Montmartre, Palais-Royal ve Les Halles’in kafeleri sırayla mesken tutuldu. Café de la Place Blanche veya La Promenade de Vénus’deki günlük buluşmalarda yeni gelenler hızla grubun havasını soluyor, bu da aidiyet duygularını güçlendiriyordu. Ne var ki yine kafelerde, çağrıyla toplanan genel kurullarda kimi üyelerin ihraç süreçleri başlayabiliyordu. Mesela 23 Kasım 1926 günü Le Prophète kafesinde her bir üyenin sürrealist ve siyasal tutumlarını incelemek ve Komünist Parti’ye katılıp katılmama konusunda karar vermek amacıyla bir toplantı düzenlenmişti. Antonin Artaud’nun mekânı derhal terk etmesine, Philippe Soupault’nun da gruptan ayrılmasına yol açmıştı bu.
Kafelerin sihri sürrealist muhayyilenin temelinde yer alır. 1919’un baharında otomatik yazım deneyinin gerçekleştirildiği Manyetik Alanlar’ın ilk sayfalarında bunu görürüz: “Ağzımız yitik sahillerden de kuru; gözlerimiz amaçsızca dönüyor, umuttan yoksun. Ferahlatıcı meşrubatları ve su katılmış içkileri yudumlamak için toplandığımız kafeler kaldı yalnızca ve masaları, önceki günün ruhunu teslim etmiş gölgelerimizin üzerine düştüğü kaldırımlar kadar yapış yapış […] Fakat bugün de yine (ne zaman bitecek bu sınırlı hayat) dostlarla buluşmaya gideceğiz ve aynı şarapları içeceğiz. Bizleri yeniden kafelerin teraslarında görecekler”.
Georges Sebbag’ın Le café surréaliste adlı yazısından kısaltılarak tercüme edildi. Kaynak: http://www.philosophieetsurrealisme.fr/le-cafe-surrealiste/