Ana-akım Batı medyası, her zamanki gibi, İsrail ordusunun Batılı hükümetlerden ciddi bir tepki görmeksizin şiddet uygulayabilmesi için uygun koşulları hazırlamakla meşgul. Bu doğrultuda, İsrail askerlerine ve askeri araçlara taş atan şiddet dolu, maskeli ve kontrolden çıkmış Filistinli gençlerin tasvirine dayanan sözel ve görsel bir anlatıma başvuruyor. Bu sahnelerin vuku bulduğu koşulların şiddetinden dem vuran tek tük medya organı var; fakat benim buradaki amacım bu şiddetten bahsetmek değil. Onun yerine, bizzat taş atma ediminin üzerinde durmak istiyorum: bu edim, apartheid rejimi ve Filistinlilerin bu rejimde oynadıkları rol hakkında bize ne söylüyor?
Netanyahu yönetimi tarafından yürürlüğe konan bir dizi yeni önlem İsrail ordusuna taş atan Filistinlilere yönelik cezai yaptırımlarda ciddi bir artış öngörüyor (4 yıla kadar hapis ve hatırı sayılır miktarda para cezaları). Bununla da kalmıyor, burada tarif ettiğimiz asimetrik antagonizmanın çıplak bir tezahürü olarak, Gazze’den fırlatılan serseri roketlere, ağır, nokta-atış ve dehşetengiz bombardımanlarla verilen kasten “orantısız” cevabı anımsatacak şekilde, İsrail ordusunun taş atanlara karşı ateşli silah kullanabilmesinin yasal koşullarını oluşturuyor. Halihazırda savaşan güçleri anlamak için başvurulabilecek kavramlardan ilk akla geleni asimetri. Fakat durumu yalnızca asimetri süzgecinden okumaya kalkarsak, bu karşıt güçleri başvurdukları araçlar üzerinden değerlendirmek ve savaşma sebeplerini göz ardı etmek gibi bir hataya düşeriz: İsrailliler, apartheid koşullarında düzeni sağlamak için savaşırken, Filistinliler bizatihi hayatta kalmak için savaşıyorlar.
Yukarıdaki fotoğraf, argümanımı ortaya koymamda bana yardımcı olabilir. Aklı başında herhangi biri, bu fotoğrafta yer alan genç Filistinlilerin, Batı Şeria’da yer alan bu askerî gözlem kulesini taş atarak yıkmaya çalıştığını düşünebilir mi? Peki ya, taşlanan tanklar ve buldozerler? Amacın yıkım olduğunu düşünmek çok saçma olurdu. Taşlar kelimeler gibidir; duvarları, kuleleri ya da herhangi bir ağır askerî ekipmanı yıkamazlar. Hedefe yönelik husumeti dışavurmak için kullanılırlar – kuşkusuz, atılan taşların ihtilaflı bir toprağın parçası olması da sembolik açıdan oldukça önemlidir. Taşlar, politik olarak karşısında durdukları şeyi tayin eden iz sürücülerdir ve izledikleri yörünge taş atan kişiyle hedefi arasındaki ilişkiyi somutlaştırır. Bu fotoğrafın üzerinde oynayarak yaptığım gibi [aşağıda], bu ilişkiyi görsel hale getirmek, karşılıklı bir etkinin söz konusu olduğunu anlamamıza yardımcı olur. Apartheid’ın şiddeti de aynı yörüngeyi, taşların yörüngesini izler; fakat bunu tersten yapar ve taş-iz sürücülerden çok daha şiddetli bir şekilde Filistinli bedenlere yönelir.
Şiddetin dozundaki muazzam farka rağmen bu ilişkinin karşılıklı bir ilişki olduğunu unutmamalıyız. Taşların yörüngesi bize bunu hatırlatır. Filistinli bedenleri kolonyal şiddetin mutlak tebaası/kurbanları olarak tahayyül etmek hiçbir zaman bu şiddeti sonlandırmaya yaramadı. Temmuz 2014’te, İsrail’in son Gazze kuşatması sırasında, kaleme aldığım “Masumiyet Figürü’nden Sakınmak” başlıklı yazıda, şiddete maruz kalan bedenler arasında hiyerarşiler kuran masumiyet ve mağduriyet gibi kavramları bir kenara bırakmamız gerektiğini savundum: bu hiyerarşileri kabul edersek, çocukların ailelerinden daha masum ve dolayısıyla daha mağdur durumda olduğunu düşünmemiz gerekir. Aynı mantıkla, “şiddet-dışı” yöntemlere başvuran Filistinlilerin mücadelelerinin taş atan maskeli gençlerinkinden daha çok itibar hak ettiği sonucuna varabiliriz. Bu düşünce tarzının çarpıklığı ortada: “Uluslararası Kamuoyu” güya bütün Filistinlilerin sessiz sedasız bir şekilde kurban statüsüne erişmesini bekliyor ki İsrail apartheid’ının şiddetine müdahale etmek için gereken zemin hazır olsun.
İlla Filistin toplumunda bir hiyerarşi tesis edeceksek, bunu, mağduriyet değil, mesuliyet üzerinden yapmamız gerekir. 30 Eylül’de Mahmud Abbas, BM’ye, Filistin Ulusal Yönetiminin bundan böyle Oslo Anlaşması’na uymayacağını bildirdi. Filistin Yönetimi’nin güvenliği tesis etmeye yönelik girişimlerinin işgalin billurlaşmasındaki sorumluluğunu vurgulayan Rashid Khalidi’nin söylediği gibi, bu açıklamanın “vakti gelmişti de geçiyordu bile”. Filistin burjuvazisinin de taş attığı falan yok. Onun yerine, işgale yönelik yapmacık bir kayıtsızlık içinde (yoksa, taklitçilik mi demeli?), yarı-lüks binaların ve güvenlikli sitelerin inşası için bu taşları yan yana dizip duruyor.
Taş atmak, bir çaresizlik edimi, kımıltısız bir kolonyal sisteme karşı işe yaramaz bir direniş biçimi olarak görülebilir. Fakat, bu, yörüngeleri üzerinden apartheid ilişkisini somutlaştıran ve hiçbir işe yaramayan kurban statüsünü elinin tersiyle iterek direnişçi figürünü öne çıkaran performatif bir eylemdir.
The Act of Throwing Stones: Refusing Victimhood and Materializing the Apartheid Relation başlıklı makaleden kısaltılarak çevrilmiştir.