Skopderginin "Sanat ve Direniş" Sayısı Yayınlandı. Meşgale Olarak Sanat: Hayatın Özerkliğine Dair Önermeler

[Bu makale, Skopderginin "Sanat ve Direniş" başlıklı 5. sayısının açılış metnidir.] 

 

Sizden cep telefonlarınızı çıkarmanızı istiyorum. Video çekim özelliğini açın. Birkaç saniye boyunca ne görüyorsanız onu kaydedin. Hiçbir şey kesmeden. Kaydederken
etrafta yürüyebilir, kamerayı sağa sola çevirebilir ve zum yapabilirsiniz. Sadece telefonun içindeki efektleri kullanabilirsiniz. Bunu bir ay boyunca her gün yapın. Şimdi durun. Dinleyin.

Basit bir önermeyle başlayalım: daha önce iş olan bir şey, gitgide bir meşgaleye dönüştü.[1]

Terminolojideki bu değişim önemsiz görünse de aslında işten meşgaleye[2] geçişte neredeyse her şey dönüşüyor. Ekonomik çerçeve değişiyor, ve bunun mekân ve zamansallık üzerinde de etkileri oluyor.

Eğer işi emek olarak düşünürsek, bunun bir başlangıcı, bir üreticisi ve nihayet bir sonucu olmalıdır. İş öncelikle bir amaca ulaşmanın aracı olarak görülür: bir ürüne, bir ödüle ya da ücrete. Bu araçsal bir ilişkidir. Aynı zamanda yabancılaşmış bir özne üretir.

Meşgale ise bir sonuca bağlı değildir; mutlaka bir sonuca varmak zorunda değildir. Bu nedenle ne geleneksel yabancılaşmayla ne de buna ilişkin öznellik fikirleriyle ilişkilidir. Bir meşgale, ücret almayı da gerektirmez çünkü sürecin kendisinin kişiye tatmin verdiği düşünülür. Zamanın geçiyor olması dışında kendine ait bir zamansal çerçevesi de yoktur. Merkezinde bir üretici/işçi yoktur; tüketicileri, çoğaltıcıları, hatta yok edicileri, zaman-öldürücüleri ve üçüncü şahısları –özünde, oyalanmak ya da meşgul olmak isteyen herkesi– içerir.

 

Mısırlı bir asker Kahire’deki Mısır Müzesi önünde bekçilik yapıyor. Ocak 2011. Fotoğraf: Amr Nabil/AP.

 

Meşgale/İşgal

İşten meşgaleye geçiş, günümüzdeki farklı günlük aktivitelerin çoğunda görülebilir. Bu dönüşüm, sık sık bahsedilen Fordist ekonomiden post-Fordist ekonomiye geçişten daha büyük bir dönüşüme işaret eder. Meşgale, kazanç sağlamak yerine, zaman ve kaynakları harcamanın bir yolu olarak görülür. Bariz bir biçimde, üretim temelli bir ekonomiden atıklarla beslenen bir ekonomiye; ilerleyen zamandan harcanan, hatta boşa geçirilen zamana; net ayrımlarla tanımlanmış bir mekândan girift ve karmaşık bir bölgeye geçişe vurgu yapar.

Belki de en önemlisi, meşgale, geleneksel emeğin aksine, bir amaca götüren araç değildir. Çoğu durumda meşgale kendi içinde bir amaçtır.

Meşgale, aktiviteyle, hizmetle, oyalanmayla, terapiyle ve angaje olmakla ilişkilidir. Ancak aynı zamanda fetihle, işgalle ve ele geçirmeyle de ilgilidir. Orduda işgal aşırı güç ilişkilerine, mekânsal sorunlara ve üç boyutlu egemenliğe işaret eder. İşgalcinin işgal edilene dayattığı bir şeydir, işgale maruz kalan taraf buna direnebilir veya direnemez. Amaç çoğunlukla genişleme, etkisiz hale getirme, bastırma ve özerkliğin yok edilmesidir.

İşgal genellikle sonu gelmeyen arabuluculuklar, hiç bitmeyen süreçler, belirsiz müzakereler ve mekânsal sınırların bulanıklaşması demektir. Kendi içinde hiçbir sonuca ya da çözüme sahip değildir. Aynı zamanda temellük etme, sömürgeleştirme ve kaynakları kullanmayı ifade eder. Bir süreç olarak işgal hem kalıcı hem de düzensizdir – işgalci ve işgal edilen için anlamları tamamen farklıdır.

Tabii ki meşgale/işgallerin tümü –kelimenin bütün farklı anlamlarında– aynı değildir. Ancak terimin mimetik gücü bütün farklı anlamlarına sirayet eder ve onları birbirine doğru çeker. Kelimenin kendi içinde sihirli bir yakınlık vardır: Kulağa aynı geliyorsa, bunun sebebi benzerliğin gücünün kelimenin içinde işlemesidir.[3] Gelenek, çıkar ve ayrıcalıkla, hiyerarşik bir düzen içinde birbirinden ayrılmış durumlar, farklılıkları aşan adlandırmanın gücüyle, yeniden rahatsız edici bir şekilde birbirine yaklaşabilir.

Sanat Olarak Meşgale

Sanat bağlamında, işten meşgaleye geçişin daha geniş anlamları vardır. Bu süreçte sanat eserine, sanatsal çalışmaya ne olur? O da bir meşgaleye dönüşür mü?

Kısmen evet. Daha önce sadece nesne ya da ürün –eser– olarak cisimleşen şey, şimdi bir aktivite ya da performans olarak belirir. Bunlar, dikkat aralıklarının ve kısıtlı bütçelerin izin verdiği ölçüde sınırsız olabilir. Günümüzde geleneksel sanat eserlerine, büyük ölçüde, bir süreç –bir işgal/meşgale– olarak sanat eşlik ediyor.[4]

 

 

 

Sanat, seyredenleri ve başka pek çoklarını meşgul etmesi bakımından bir meşgaledir. Birçok zengin ülkede sanat oldukça popüler bir meslekî program [occupational scheme] olarak görülür. Kültürel iş sahalarında sanatın kendi tatminini içerdiği ve karşılığında ücret almayı gerektirmediği fikri fazlasıyla yaygındır. Kültür endüstrisi paradigması, birçok durumda ücretsiz çalışan insanlara artan sayıda meşgale (ve oyalanma biçimleri) sağlayarak işleyen bir ekonomi örneği yaratmıştır. Ayrıca, günümüzde sanat eğitimi adı altında yürütülen meslekî programlar vardır. Lisansüstü ve lisansüstü sonrası pek çok program, müstakbel sanatçılar için (kamusal ya da özel) sanat piyasasının baskılarına karşı kalkan işlevi görür. Günümüzde sanat eğitimi daha uzun sürer – meşgale/işgal bölgeleri yaratır ve bunlar daha az “iş” imkânı sağlamasına rağmen, daha çok süreç, daha çok bilgi biçimi, meşguliyet alanı ve ilişkisellik düzlemi sağlar. Ayrıca daha çok eğitici, aracı, rehber, hatta güvenlik görevlisi üretir ki hepsinin meşgale şartları sürece dayalı ve aynı zamanda düşük ücretli ya da ücretsizdir.

Meşgale/işgalin meslekî ve askerî anlamları burada bekçi ya da güvenlik görevlisi rollerinde beklenmedik bir biçimde kesişiyor ve çelişkili bir alan yaratıyor. Yakın bir zaman önce Chicago Üniversitesi’nden bir profesör müze bekçilerinin silah taşıması gerektiğini önermişti.[5] Tabii ki önerisi öncelikle Irak gibi işgal edilmiş ya da politik çalkantılar içinde bulunan ülkelere yönelik olsa da, kamu düzeninin bozulma ihtimali olduğu bölgelerden bahsederek önerisine Birinci Dünya’yı da dahil etmişti. Dahası, zaman öldürme aracı olarak sanat meşgalesi, böylece (kimileri zaten eski asker olabilen) müze bekçisi figüründe askerî anlamda mekânsal kontrolle kesişir. Yoğunlaştırılmış güvenlik, sanat mekânlarını değiştirir ve müze ya da galerileri potansiyel şiddet sahneleri arasına katar.

Meşgalenin karmaşık topolojisindeki diğer önemli örnek (müzede, galeride, ya da büyük ihtimalle tek bir projede çalışan) stajyerdir.[6] Stajyer [intern][7] kelimesi gönüllü ya da gönülsüz olarak kapatılma, hapsedilme, alıkonma süreçleriyle ilişkilidir. Stajyerin sistemin içinde olması beklenir, ama kendisine ücret ödenmez. Emeğin içinde, fakat ücretin dışındadır: aynı anda dışarıyı içeren ancak içeriyi dışlayan bir mekâna sıkışıp kalmıştır. Sonuç olarak stajyer, kendi meşgalesini devam ettirmek için çalışır.

İki örnek de değişen miktarlarda meslekî [occupational] yoğunluk içeren parçalanmış zaman-mekân üretir. Bu bölgeler birbirlerinden büyük ölçüde ayrı olsalar da yine de iç içe geçmiş ve birbirlerine bağımlıdırlar. Sanat meşgalesinin nizamına bakıldığında, bir kontrol noktası sistemi görülür: giriş-çıkışları kontrol eden görevlileri, farklı erişim düzeyleri, hareketin ve bilginin sıkı kontrolüyle, dört başı mamur bir kontrol noktası söz konusudur. Mimarisi inanılmaz derecede karmaşıktır. Bazı yerleri hareketli hale getirmek için, kimi yerleri etkin biçimde hareketsiz kılınmış, özerklikleri yok edilmiş ve bastırılmıştır. Meşgale/işgal iki taraflı işler: hem zorla el koyma hem de dışarda tutma, hem içerme hem de dışlama, hem içeriye girişi hem de içerde akışı yönetme. Bu örüntünün, her zaman olmasa da çoğu zaman, sınıf ve politik ekonomi fay hattını izlemesi şaşırtıcı değildir.

 

Fransız Ulusal Cephe partisinin Second Life merkezinde şiddetli protestolar

 

Merhaba! Ben yeni bir stajyerim.

 

Dünyanın daha yoksul bölgelerinde sanatın doğrudan etkileme gücü azalıyor gibi görünebilir. Ancak bu bölgelerde meşgale-olarak-sanat, kapitalizm içindeki geniş çaplı ideolojik yönelimlere daha etkili biçimde hizmet edebilir, hatta haklarından mahrum edilmiş işçilerden somut kârlar elde edebilir.[8] Bu yerlerde, göçmenlerin maruz kaldığı hayat koşulları ve kentlerdeki perişanlık, sefaleti hammadde olarak kullanan sanatçılar tarafından istismar edilebilir. Sanat, kentsel yıkıntılar olarak estetize ettiği yoksul mahallelere “seviye atlatır” ve bu bölgeler rağbet görmeye başlayınca uzun süredir orada yaşayan bölge sakinlerini kovabilir. Bu demektir ki, sanat mekânın yapısal değişimine, hiyerarşik bir düzene sokulmasına, ele geçirilmesine, bir üst ya da alt konuma geçirilmesine yardım eder. Zamanı organize etmeye, boş zaman geçirmeye ya da belli belirsiz oyalanmalarla veya ücretsiz yarı-üretici aktiviteye kendini adayarak zamanı düpedüz öldürmeye yardım edebilir. Sanatçı, dinleyici, bağımsız küratör, ya da bir müzenin web sitesine cep telefonuyla video yükleyen kişi gibi figürler arasında rol dağıtımı yapar.

Genel anlamda, sanat, dünyanın bazı bölgelerinde az, bazı bölgelerinde çok gelişmiş eşitsiz bir küresel sistemin parçasıdır ve bu bölgeler arasındaki sınırlar birbirleriyle iç içe geçmiş ve kesişmektedir.

 

Hayat ve Özerklik

Bütün bunların ötesinde sanat, insanları, mekânı ya da zamanı meşgul/işgal etmeyi bırakmaz. Aynı zamanda hayatı da meşgul/işgal eder.

Peki neden böyle olmak zorunda? Konudan biraz sapıp, sanatsal özerkliğe bakarak işe başlayalım. Sanatsal özerklik geleneksel olarak meşgale/işgale değil, ayrışmaya –sanatın hayattan ayrılmasına– dayanır.[9] Sanatsal üretim, giderek artan işbölümüyle belirlenmiş endüstriyel bir dünya içinde uzmanlaştıkça, işlevsellikten de uzaklaşmaya başlamıştır.[10] Böylelikle araçsallaştırılmaktan kurtulmuş gibi görünse de, aynı zamanda toplumla bağını da kaybetmiştir. Buna tepki olarak farklı avangard sanatçılar sanatın bariyerlerini yıkmaya ve sanatın hayatla olan ilişkisini canlandırmaya çalışmışlardır.

Avangardların umudu sanatın hayat içinde çözünmesi, devrimci bir güçle donanmasıydı. Fakat sonuçta bunun tam zıddı oldu: hayat sanat tarafından işgal edildi, çünkü sanatın hayata ve günlük pratiklere yönelik baştaki baskınları giderek rutin saldırılara, ardından daimi bir işgale dönüştü. Günümüzde, hayatın sanat tarafından istila edilmesi bir istisna değil kuraldır. Sanatsal özerklik, sanatı verimlilik kurallarından ve toplumsal baskıdan uzaklaştırmak için günlük rutin alanlardan –gündelik hayattan, amaçlılıktan, faydadan, üretimden ve araçsal akıldan– ayırma amacındaydı. Ancak tamamlanmamış olan bu ayrışma, sonraları, bizzat kopmak istediği her şeyi içermeye başlamış, kendi estetik paradigması içinde eski düzeni yeniden biçimlendirmiştir. Sanatı hayatla bütünleştirmek bir zamanlar (hem sol hem de sağ için) politik bir projeyken, hayatı sanatla bütünleştirmek şimdilerde estetik bir projedir ve politikanın estetize edilmesi yönündeki genel süreçle örtüşür.

 

Pierre-Gabriel Berthault, Sanat ve Bilim Eserlerinin Muzeffer Girişi, 9-10 Thermidor Yıl VI, gravür, 1798. Yağmalanmış sanat eserlerinin Louvre Müzesi’ne girişini kutlayan tören.

 

Gündelik aktivitelerin her aşamasında sanat hayatı istila etmekle kalmaz, aynı zamanda işgal eder. Bu, sanatın her yerde olduğu anlamına gelmiyor. Sadece sanatın, her ikisi de gündelik hayatı etkileyen iki olgudan, mütehakkim bir mevcudiyet ile donakalmış bir yokluktan oluşan karmaşık bir topoloji inşa ettiği anlamına geliyor.

 

Yapılacaklar Listesi

Fakat şunu diyebilirsiniz:  nadiren ona maruz kalmadıkça, sanatla hiçbir ilişkim yok ki! Hayatım sanat tarafından nasıl işgal edilmiş olabilir? Belki de aşağıdaki sorulardan biri sizi ilgilendirebilir:

Sanat, sonu gelmeyen bir kendi kendini icra etme süreci kılığında sizi esir mi alıyor?[11] Uyandığınızda, birden fazla olduğunuzu mu hissediyorsunuz? Sürekli bir kendini-teşhir hali içinde misiniz?

Hiç güzelleştirildiğiniz, iyileştirildiğiniz, seviye atlatıldığınız veya bunları başka birine ya da başka bir şeye yapmaya kalktığınız oldu mu? Hiç yanınızdaki döküntü binaya elinde fırçaları olan birkaç çocuk yerleştirildi diye kiranızın arttığı oldu mu? Hisleriniz dizayn edildi mi, yoksa iPhone’unuz tarafından dizayn edildiğinizi mi düşündünüz?

Ya da tam aksine sanata (ve sanat üretimine) erişim azalıyor, kesiliyor, kısıtlanıyor, zayıflatılıyor ve geçilmez bariyerlerin arkasında saklı mı tutuluyor? Bu alanda emeğe para ödenmiyor mu? Kültürel bütçesinin çok büyük bir kısmını sadece bir kere yapılacak bir sanat sergisine harcayan bir şehirde mi yaşıyorsunuz? Bölgenizde kavramsal sanat yağmacı bankalar tarafından özelleştiriliyor mu?

Bütün bunlar sanat işgallerinin semptomları. Sanat işgali, bir yandan hayatı tamamen istila ederken, diğer taraftan da sanatın büyük kısmını dolaşımdan mahrum bırakıyor.

İşbölümü

Elbette ki, ne kadar istemiş olsalar da, avangard sanatçılar sanat ile hayat arasındaki sınırların ortadan kalkmasını kendi başlarına asla başaramazlardı. Bunun nedenlerinden biri, sanatsal özerkliğin köklerinde yatan çelişkili bir gelişmeyle ilgilidir. Peter Bürger’e göre sanatın burjuva kapitalist düzen içinde özel bir statü edinmesinin nedeni sanatçıların diğer meslekler için gerekli olan uzmanlaşma yolunu izlemeyi reddetmelerinden kaynaklanmaktadır. Bu, zamanında sanatsal özerklik iddialarını desteklese de, birçok meslekî alandaki en son neoliberal üretim biçimlerindeki ilerlemeler işbölümünü tersine çevirmeye başlamıştır.[12] Sanat meraklısı ve biyopolitik tasarımcı olarak sanatçının yerini, yenilikçi-evrak memuru, girişimci-teknisyen, mühendis-emekçi, dâhi-menajer ve (en kötüsü) devrimci-yönetici almıştır. Günümüzdeki pek çok işgal biçiminin modeli olan çok-işlevlilik, işbölümünün ters çevrilmesine damgasını vurur: mesleklerin kaynaşması [fusion], daha doğrusu karışması [confusion]. Yaratıcılığın ve hezarfenliğin [polymath] timsali olarak sanatçı, şimdilerde, uzmanlaşmış emekten tasarruf etmek için merakın mesleğe dönüştürülmesinin ve aşırı çalışmanın evrenselleştirilmesini meşrulaştıran bir rol modeli (ya da mazeret) işlevi görüyor.

Eğer sanatsal özerkliğin kaynağı, işbölümünü (ve ona eşlik eden yabancılaşma ve tabiiyeti ) reddetmekte yatıyorsa, bu reddediş şimdi, faal olmayan potansiyelleri mali genişleme için harekete geçirmek isteyen neo-liberal üretim biçimleriyle yeniden bütünleştirilmiştir. Böylece özerklik mantığı, yeni egemen esneklik ve kişisel girişimcilik ideolojilerine de sirayet etmiş, aynı zamanda yeni politik anlamlar kazanmıştır. 1970’lerde işçiler, feministler ve gençlik hareketleri çalışmaya ve fabrika rejimine karşı özerklik istemeye başlamışlardır.[13] Sermaye buna kendi özerklik versiyonunu tasarlayarak cevap vermiştir: sermayenin işçiler karşısında özerkliği.[14] Bu farklı mücadelelerin isyankâr ve özerk gücü, emek ilişkilerinin kapitalist bir biçimde yeniden icat edilmesini tetiklemiştir. Kendi geleceğini belirleme arzusu, kendi kendinin girişimcisi olmaya dayanan bir iş modeli olarak yeniden ifade edilmiş, yabancılaşmadan kurtulma umudu ise seri narsisizme ve kişinin mesleğiyle aşırı özdeşleşmesine dönüştürülmüştür. Yabancılaşmamış bir yaşam tarzı vaat eden mesleklerin kendiliğinden tatmin edici olduğuna neden inanıldığını ancak bu bağlamda anlayabiliriz. Ancak, bu mesleklerin ima ettiği yabancılaşmamışlık, daha yaygın bir kişisel baskı halini alır ki bu durum geleneksel yabancılaşmadan çok daha kötü olabilir.[15]

 

iEldiven, iPhone 4 için sinyal arttırıcı

 

Colin Smith, İşgal Hareketi Posteri, 2011.

 

Özerklik etrafındaki mücadeleler ve dahası sermayenin bunlara cevabı, işten meşgaleye geçiş sürecinin içine derinden işlemiştir. Görüldüğü gibi, bu geçiş, sanatçının işbölümünü reddeden ve yabancılaşmamış bir hayat süren bir rol modeli olmasına dayanır. Bu, her şeyi kapsayan, tutkulu, kendi kendini baskı altında tutan ve iliklerine kadar narsist olan yeni meslek hayatı biçimlerinin şablonlarından bir tanesidir.

Allan Kaprow’un meşhur sözlerini biraz değiştirecek olursak: galeride hayat mezarlıkta düzüşmek gibidir.[16] Galeri hayata sıçradığındaysa işler daha da kötüye gider: galeri/mezarlık hayatı istila ettikçe, insan başka bir yerde düzüşemeyeceğini düşünmeye başlar.[17]

 

İşgal, Yeniden

Şimdi işgalin diğer anlamını irdelemenin sırası gelmiş olabilir: son yıllardaki sayısız işgal evi ve ele geçirme hareketinde kazandığı anlamı. 2008 yılında New School işgalcilerinin de vurguladığı gibi, bu tarz bir işgal sadece belirli bir alan içindeki hareketi kısıtlamak ya da bloke etmek yerine, hâkim meslekî [occupational] zaman ve mekân biçimlerine müdahale etmeye çalışır:

 

İşgal, mekânın standart boyutlarını tersyüz etmeyi gerektirir. İşgal edilmiş bir mekân sadece vücutlarımızı içeren bir yer değil, meta mantığı aracılığıyla dondurulmuş olan bir potansiyellik düzlemidir. İşgalde kişi mekânla, bir strateji uzmanı olarak topolojik bir ilişki kurmalı ve şu soruları sormalıdır: Mekânın delikleri, girişleri, çıkışları neler? Mekânı yabancılaşmadan, kimlik ve tanımdan, işleyişinden arındırıp müşterek hale getirmenin yolu nedir?[18]

 

İşgalin taş kesmiş mekânlarının uyuklar vaziyetteki güçlerini serbest bırakmak, bu mekânların işlevsel kullanımlarını yeniden tanımlamak anlamına gelir ki bu da sosyal baskı araçları olarak mekânların kapasitelerinin verimlilikten, araçsallıktan ve amaçlılıktan muaf hale getirilmesi demektir. Bu aynı zamanda mekânı militarizasyondan –hiç değilse hiyerarşi anlamında– arındırmak ve farklı bir biçimde militarize etmek anlamına gelir. Şu aralar, bir sanat mekânını, işgal/meşgale olarak sanattan arındırmak paradoksal bir iş gibi görünüyor – özellikle de sanat mekânlarının geleneksel galerilerin ötesine uzandığı göz önüne alınırsa. Diğer yandan, bütün bu mekânların verimlilikten, araçsallıktan ve üretkenlikten muaf yollarla nasıl işleyebileceğini hayal etmek o kadar da zor değildir.

Peki işgal etmemiz gereken mekân hangisidir? Elbette ki şu anda öneriler daha çok müzeler, galeriler ve diğer sanat mekânlarıyla ilgilidir. Bu önerilerde kesinlikle bir yanlışlık yoktur; bütün bu mekânların neredeyse tamamı şimdi, yeniden ve ilelebet işgal edilmelidir. Ancak yine de, bu mekânların hiçbiri bizim çeşitli meşguliyet mekânlarımızla tam anlamıyla birarada var olmaz. Sanatın alanları genelde, bizi meşgul eden tutarsız zaman ve mekân yığınını birbirine diken ve eklemleyen uyumsuz bölgelere bitişiktir. İnsanlar eninde sonunda eve gidip daha önce iş dedikleri şeyleri yapmak için işgal alanını terk etmek zorunda kalabilirler: biber gazı kalıntılarından temizlenmek, çocuklarını okuldan almak, ya da hayatlarına devam etmek için.[19] Çünkü bu hayatlar öngörülemez ve engin işgal bölgelerinde sürdürülür ve buralar aynı zamanda hayatların işgal edildiği yerlerdir. İşte ben bu mekânı işgal etmeyi öneriyorum. Peki nerede burası? Ve nasıl ele geçirilebilir?

 

İşgal Bölgesi

İşgal bölgesi tek bir fiziksel mekân değildir ve halihazırda var olan işgal edilmiş bir bölgede bulunması söz konusu değildir. Burası, maddi dayanağı parçalanmış bir gerçeklik olan bir duygulanım mekânıdır. Herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda gerçekleşebilir. Olası bir deneyim olarak var olur. Çeşitli parçalardan oluşan, montajlanmış bir dizi hareketten oluşabilir: kontrol noktalarından, havalimanı güvenlik kontrollerinden, yazarkasalardan, kuşbakışı görüntülerden, vücut tarayıcılarından, parçalanmış emekten, döner cam kapılardan, duty-free mağazalarından geçme hareketleri. Nereden mi biliyorum? Bu yazının başını hatırlıyor musunuz? Size her gün cep telefonunuzla birkaç saniye kayıt yapmanızı söylemiştim. İşte benim telefonumda oluşan dizi böyleydi; işgal bölgesinde aylarca durmadan yürürken.

Soğuk kış güneşi altında, cep telefonlarıyla sürdürülmüş ve büyütülmüş ama artık sönmekte olan isyanların içinden geçmek. Baharı bekleyen kalabaklıklarla umudu paylaşmak. Gerekli, yaşamsal ve önlenemez olduğu hissedilen bir bahar. Ama bu sene bahar gelmedi. Yazın da, sonbaharda da gelmedi. Kış yine geldi ama bahar bir türlü yaklaşmadı. İşgaller geldi ve dondu, ayaklar altında çiğnendi, gazlar içinde boğuldu, ateş altında kaldı. Bu yıl insanlar baharı görmek için cesurca, ölesiye, delicesine çabaladılar. Ama o sadece kapıdan baktırdı. Ve bahar şiddet yoluyla uzakta tutulurken, cep telefonumda bu dizi oluştu. Biber gazı, kalp kırıklığı ve sürekli geçişlerle dolu bir dizi. Bahar takibini kaydederken.

 

Atina Syntagma Meydanı’nda Noel ağaçlarını korumakla görevlendirilen polis kuvvetleri, Aralık 2008.

 

Sıçramalı kesmeyle [jump cut] toplu mezarların üstünde süzülen Kobra helikopterlerine, oradan çizgili geçiş efektiyle [zebra wipe] alışveriş merkezlerine, mozaik efektiyle istenmeyen e-posta filtrelerine, SIM kartlara, göçebe dokumacılara; burgu efektiyle sınırdışı edilme görüntülerine, çocuk bakımına ve dijital bitkinliğe geçiliyor.[20] Çokkatlı binalar arasında dağılan gaz bulutları. Hiddet. İşgal alanı bir kuşatma, çıkarma, etrafını çevirme ve sürekli taciz alanıdır – sürekli itilip kakılma, hor görülme, gözetlenme, son tarihlerle sıkıştırılma, alıkonma, ertelenme, aceleye getirilme alanı. Hep çok geç, çok erken, esir alınmış, ezilmiş, kaybolmuş, düşmekte olan bir koşulu teşvik eder.

Bu yolculuk boyunca telefonunuz sizi yönlendiriyor, deli ediyor, değer topluyor, bir bebek gibi sızlanıyor, bir sevgili gibi mırıldanıyor; sizden durmadan zaman, mekân, dikkat, kredi kartı numaraları isteyerek sizi öldüren, çıldırtan, utandıran, ölçüsüz taleplerde bulunuyor. Hayatınızı hiçbir anlamı, seyircisi ve amacı olmayan, fakat etkisi, darbesi ve hızı olan sayısız anlaşılmaz resim halinde kesip-yapıştırıyor. Aşk mektupları, hakaretler, faturalar, taslaklar ve bitmeyen iletişimler biriktiriyor. İzleniyor ve taranıyor, sizi şeffaf sayılara, bulanık bir harekete dönüştürüyor. Yüreğinizi açtığınız dijital bir göz. Hem tanık hem de muhbir. Eğer bulunduğunuz konumu ele verirse, geriye dönük olarak bir konumunuz olmuş demektir. Eğer size ateş eden keskin nişancıyı kaydederseniz, telefon onun hedefine bakmış olacaktır. Keskin nişancı, yüzü olmayan bir piksel bileşimi olarak çerçevelenmiş ve sabitlenmiş olacaktır.[21] Telefon, beyninizin kurumsal tasarımlanmış halidir, bir ürün olarak yüreğinizdir, gözünüzün bebeğidir [the Apple of your eye][22].

Hayatınız, avcunuzun içinde, bir nesnede toplaşıp yoğunlaşır – duvarınıza yapıştırılmaya hazır vaziyettedir ve hâlâ parçalanmış halde, son teslim tarihleri buyurarak, kaydederek, araya girerek, size sırıtarak bakar.           

İşgalin alanı yeşil ekranlı bir alandır. Bir kanaldan ötekine atlamalarla, kopyala-yapıştır işlemleriyle çılgınca biraraya getirilmiş ve hesaplanmış, verileri uyumsuz bir şekilde girilmiş, yırtılmış, yırtıp koparan, hayatları ve kalpleri darmadağın eden bir alandır. Sadece üçboyutlu egemenlikle değil, zamanı işgal ettiği için dörtboyutlu egemenlikle, sanal ortam üzerinden yönetildiği için beşboyutlu egemenlikle ve yukarıdan, öteden, karşıdan –Dolby Surround ses sistemiyle– bilmem-kaç-boyut egemenlikle yönetilen bir alandır. Zaman senkronize olmayan bir biçimde mekâna çarpar; dizgininden boşanmış sermayenin, çaresizliğin ve arzunun kasılmalarını biriktirerek.

Burada ve her yerde, şimdi ve sonra, gecikme ve yankı, geçmiş ve gelecek, gece gündüz, işlenmemiş dijital efektler gibi iç içe geçmişlerdir. Zamansal ve mekânsal işgal/meşgale örtüşerek, parçalı üretim dolaşımlarıyla ve genişletilmiş askerî gerçekliklerle yoğunlaşmış kişiselleştirilmiş zaman çizelgeleri üretir. Bunlar kaydedilebilir, nesneleştirilebilir, böylece elle tutulur ve gerçek kılınabilir. Düşük kalite görüntülerden oluşan hareket halindeki bir madde, maddesel gerçekliğe akış kazandırır. Bunların sadece bireysel ya da öznel hareketlerin pasif kalıntıları olmadığını vurgulamak önemlidir. Bunlar aslında işgal/meşgale aracılığıyla bireyler yaratan dizilerdir. Tutkulu terk edişleri ve son noktaları tetiklerler. Yön verirler, şoke ederler ve baştan çıkarırlar.

Telefonunuza bakın, parçalı işgal/meşgale güzergâhlarından numuneleri nasıl topladığını göreceksiniz. Sadece kendi güzergâhlarınızı da değil üstelik. Telefonunuza baktığınızda siz de şu diziyi bulabilirsiniz: Sıçramalı kesmeyle [jump cut] toplu mezarların üstünde süzülen Kobra helikopterlerine, oradan çizgili geçiş efektiyle [zebra wipe] alışveriş merkezlerine, mozaik efektiyle istenmeyen e-posta filtlerine, SIM kartlara, göçebe dokumacılara; burgu efektiyle sınırdışı edilme görüntülerine, çocuk bakımına ve dijital bitkinliğe geçiliyor. Telefonumdan size göndermiş olabilirim. Yayılmasını izleyin. Başka dizilerle, birçok başka diziyle nasıl istila edildiğini görün, yeniden montajlanmasını, yeniden eklemlendirilmesini, yeniden kurgulanmasını seyredin. İşgal senaryolarımızı birleştirelim ve parçalayalım. Devamlılığı bozalım. Yan yana getirelim. Paralel kurgulayalım. Aks atlayalım. Gerilim yaratalım. Durduralım. Karşıdan çekim yapalım. Baharı kovalamaya devam edelim.

Bunlar bizim, her biri kendi kurumsal kuşatması içinde zorla birbirinden ayrılmış işgal/meşgale alanlarımız. Onları tekrar kurgulayalım. Yeniden inşa edelim. Yeniden düzenleyelim. Bozalım. Eklemleyelim. Yabancılaştıralım. Serbest bırakalım. Hızlandıralım. İçlerinde yaşayalım. İşgal edelim.

 

Bu yazı yoldaş Şiyar’a adanmıştır. Apo’ya, Neman Kara’ya, Tina Leisch’a, Şahin Okay’a ve Selim Yıldız’a teşekkür ederim.

 



[1] Bu fikirleri Carrot Workers Collective’in (Havuç İşçileri Kollektifi) müthiş gözlemlerinden çekip aldım [rip]. Bkz. http://carrotworkers.wordpress.com/on-free-labour/

[2]Yazının orijinal başlığı: “Art as Occupation: Claims for an Autonomy of Life”dır. “Occupation” İngilizce’de iş, meslek, meşgale, uğraş, işgal anlamlarına gelir. Türkçe’de aynı anlamları karşılayan tek bir kelime olmasa da aynı kökten geldikleri için meşgale ve işgal kelimelerini seçmeyi uygun buldum – ç.n.

[3]Walter Benjamin, “Doctrine of the Similar,” Selected Writings içinde, cilt 2, bölüm 2, 1931-1934, ed. Michael Jennings, Howard Eiland, Gary Smith. (Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 1999) s. 694-711, özellikle s. 696.

[4]Hatta şu da denilebilir: Sanat eseri (karmaşık değer biçme sistemleri içinde) ürün fikrine bağlı vaziyettedir. Meşgale-olarak-sanat, yapım sürecini hemen metaya çevirdiği için üretimin sonucuna dayalı değildir.  

[5] Lawrence Rothfield'den aktaran John Hooper, 10.07.2011 tarihli The Guardian gazetesindeki “Profesör yağmalamayı önlemek için müze bekçilerinin silahlanmasını önerdi” başlıklı haberi içinde: “Chicago Üniversitesi’nin kültürel politika merkezi başkanı Profesör Lawrence Rothfield, Guardian gazetesine verdiği demeçte bakanlıkların, kurumların ve yerel yöneticilerin “yağmacıları ve profesyönel sanat hırsızlarını engellemek için gerekli olan acımasız denetleme işinin ulusal güvenliğe ya da kendi yetkilerinde olmayan başka birimlere ait olduğunu varsaymamaları” gerektiğini söyledi. Rothfield İtalyan kasabası Amelia’da gerçekleşen ve senede bir yapılan Sanata Karşı İşlenen Suçları Araştırma Derneği (ARCA) konferansı öncesinde konuştu. Müze görevlilerinin, bekçilerin ve diğer görevlilerin kalabalık grupları kontrol etme eğitiminden geçmeleri gerektiğini de söyledi. Önerileri sadece gelişmekte olan ülkelerle sınırlı değildi.”

[6] Carrot Workers Collective (Havuç İşçileri Kollektifi), “Stajyer figürü, Eğitim, İş ve Hayat arasındaki sınırların yok olmasıyla ilgili olduğu için bu bağlamda paradigmatik olarak ortaya çıkar.” Bkz. http://carrotworkers.wordpress.com/on-free-labour/

[7] İngilizce’de intern kelimesi isim halinde stajyer, fiil halinde “enterne etmek” anlamına gelir –e.n.  

[8] Walid Raad, Guggenheim'ın Abu Dhabi şubesinin inşa sürecinde ortaya çıkan, emekle ilgili problemleri eleştirmiştir. Bkz. http://www.artinfo.com/news/story/37846/walid-raad-on-why-the-guggenheim-abu-dhabi-must-be-built-on-a-foundation-of-workers-rights/?page=1

[9] Bu paragraflar Sven Lütticken’in “Acting on the Omnipresent Frontiers of Autonomy” başlıklı müthiş yazısının etkisiyle yazıldı. To The Arts, Citizens! içinde (Porto: Serralves, 2010), 146-167.  

[10] Burada vurgu "doğrudan" kelimesinde; zira sanat, dinsel ya da açık temsilî işlevinden uzaklaşmış olsa da, belirli duyu ayrımları, sınıf farkları ve burjuva öznellikleri ortaya çıkararak önemli bir işlevini korumuştur. Sanatın özerkliği, sanatın çıkarsız ya da tarafsız olduğu izlenimi yaratmış, fakat aynı zamanda sanat kapitalist metaların görünüşlerini ve yapılarını taklit etmiştir.

[11] The Invisible Committee (Görünmez Komite) mesleki performans koşullarını şöyle belirliyor: “Üretimin amaçsızlaştığı bir toplumda, kendini üretmek en baskın mesleklerden biri olma yolunda: atölyesinden atılıp çaresizlikten kendi kendini rendeleyen bir marangoz gibi. Tam da bu noktada, iş görüşmelerinde gülümsemek için kendini eğiten, daha iyi bir izlenim bırakmak için dişlerini beyazlatan, takım ruhunu ortaya çıkarmak için gece kulüplerine giden, kariyerlerini geliştirmek için İngilizce öğrenen, kendini toparlamak için evlenen ya da boşanan, lider olmak için tiyatro kursuna giden ya da 'çatışmaları çözmek' için 'kişisel gelişim' dersleri alan genç insan görüntüleriyle karşılaşıyoruz – gurunun biri, en dolaysız 'kişisel gelişim'in 'sizi daha iyi bir duygusal dengeye, zihinsel yetilerinizi daha iyi odaklamaya ve böylelikle daha iyi ekonomik performanslara yönelteceğini' iddia ediyor." The Invisible Committee, The Coming Insurrection, (New York: Semiotexte(e), 2009) s. 16. [Türkçesi: Görünmez Komite, Yaklaşan İsyan, çev. Işık Güngör (İstanbul: Sel Yayıncılık, 2012).]

[12] Peter Bürger, Theory of the Avant-Garde, (Minneapolis: Minnesota University Press, 1984) [Türkçesi: Avangard Kuramı, çev. Erol Özbek (İstanbul: İletişim Yayınları)] .

[13] Bu noktada otonomcu düşüncenin klasik metinlerinden bazılarına bağlantı vermek [link] yararlı olabilir: Autonomia: Post-Political Politics, ed. Sylvere Lotringer ve Christian Marazzi (New York: Semiotext(e), 2007).

[14] Paolo Virno ve Bifo Berardi,  otonom eğilimlerin çalışmanın reddini ifade ettiğini ve 70’lerin isyankâr feminist, gençlik ve işçi hareketlerinin yeni, esnekleşmiş ve girişimci baskı modelleri tarafından ele geçirildiğini vurgularken, Toni Negri, 1970 sonrasında Kuzey İtalya'da işgücünün nasıl yeniden biçimlendirildiği üzerine yoğunlaşmıştır. Yakın bir zamanda Berardi emekle öznel özdeşleşmenin yeni koşullarını ve bu sürecin narsist bileşenlerini vurgulamıştır. Bkz. inter alia Toni Negri: “Reti produttive e territori: il caso del Nord-Est italiano”, L'inverno è finito. Scritti sulla trasformazione negata (1989–1995), ed. Giovanni Caccia (Roma: Castelvecchi, 1996) s. 66-80; Paolo Virno, “Do you remember counterrevolution?", Radical Thought in Italy: A Potential Politics içinde, ed. Michael Hardt ve Paolo Virno (Minneapolis: Minnesota University Press, 1996); Franco “Bifo” Berardi, The Soul at Work: From Alienation to Autonomy, (New York: Semiotext(e), 2010) [Türkçesi: Ruh İş Başında: Yabancılaşmadan Otonomiye, çev. Fırat Genç (İstanbul: Metis, 2012)].

[15] Defalarca söylediğim gibi, insan yabancılaşmadan kaçmak yerine yabancılaşmayı ve beraberinde getirdiği nesnelliği ve nesne olma durumunu kabullenmelidir.

[16] Allan Kaprow’un 1967’de Robert Smithson’la birlikte gerçekleştirdiği “What is a Museum” başlıklı söyleşiden bir cümle: “Müze içinde hayat, mezarlıkta sevişmek gibidir” – e.n.

[17] Meşgalenin [occupation] artık maalesef kullanılmayan anlamlarından birini de unutmamak gerekir. 15. ve 16. yüzyıllarda“to occupy” “cinsel birleşme” anlamına gelen bir örtmece tabirken, 17. ve 18. yüzyıllarda neredeyse tamamen kullanımdan kalkmıştır.

[18] Inoperative Committee, Preoccupied: The Logic of Occupation, (Somewhere: Somebody, 2009) s. 11.

[19] Bu tür işgaller, diğer işgal biçimlerinden farklı olarak, zamansal ve mekânsal açıdan sınırlıdır.

[20] Dizi'min formunu, Imri Kahn’ın farklı imgelerden derlediği nefis videosu Rebeca makes it!’ten kopyaladım.

[21] Bu tanımlamada, Rabih Mroue’nın Suriye'deki son ayaklanmalarda cep telefonunun kullanımını konu alan, “The Pixelated Revolution” başlıklı konuşmasından esinlendim. http://www.warhol.org/webcalendar/event.aspx?id=5047

[22] The apple of one’s eye İngilizce’de “gözünün bebeği, gözdesi” anlamına gelir; “Apple” kelimesini büyük harfle yazan yazar bilgisayar markasına gönderme yapıyor – e.n.