Skopdergi / Gelecek Sayı / Tema: Sanat ve Kültüralizm

14/6/2012 / skopbülten / Ali Artun

“Demir Perde”nin yıkılıp, soğuk savaşın son bulmasını izleyen küreselleşme döneminde dünya bir “kültür dönemeci”ne girdi. Toplumsal, ekonomik, siyasal hayat ve düşünce giderek kültüre soğuruldu. Modern zaman ve mekân, tarih ve coğrafya, ruh ve bilinç; bütün bunları kuran mitler ve metafizik geride kalıyor, modernlik sonrası bir çağa geçiliyordu: endüstri ve fordizm sonrası; tarih ve ideoloji, komünizm ve kolonyalizm sonrası; hatta modern öznenin parçalanmasıyla birlikte, insan sonrası (post-human). İşte bu sonraki,  post zamanlar, artık kültürün biteviye şimdiki zamanını, ya da çağdaşlığını ifade ediyordu. Sanki, enerjisi biten modernlik, eşsiz ışıltılarla patlarken, ömrünü dolduran bir yıldıza, bir süpernovaya dönüşmekteydi. Ve bu süpernova da kültürdü. Herşey kültüre patlıyor, kültür tarafından yutularak parçalanıyor ve tam kararmadan önce büyük bir parıltı yayıyordu.

Aslında yüzyıl sonunda şiddetlenen bu hadisenin izleri, 20. yüzyıl başından itibaren, sosyal teoride ve felsefede ortaya çıkan ve materyalist ortodoksiyi sorgulayan teorilerde okunuyordu.  Daha 1900’lerde, “modernliğin ilk sosyoloğu” ve “sosyolojinin esteti” sayılan Simmel, “kültürün aşırı nesneleşmesinden” ve bu “muazzam kültürün… nesnelerde ve bilgide, kurumlarda ve hayatımızı kolaylaştıran şeylerde somutlaşarak… kişisel olan her şeyi” yutmasından bahsetmekteydi.[1] Gramsci’nin kültürel hegemonya fikri; ondan etkilenen Althusser’in üstyapıya görece özerklik tanıması; gene Gramsci’den etkilenen “kültürel çalışmalar” ekolünün öncüsü E. P. Thompson’un işçi sınıfını kültürüyle ayırt ettiği büyük eseri The Making of the English Working Class; Bourdieu’nün “sembolik emek ve sermaye” incelemeleri; dili, bilgiyi ve anlamayı varlığın temeline koyan fenomenoloji ve hermenötik kuramları (Gadamer, Heidegger); “üretimin kültürel söylem aracılığıyla deneyimlenmesinden” söz eden Fredric Jameson; Karakter Aşınması: Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri kitaplarında şirketlerin ve şirket yönetiminin kültürelleşmesini irdeleyen Richard Sennett; çağdaş varoluş formunda kültüre öncelik tanıyan keşifler arasında ilk akla gelenler. Yüzyıl sonunda ise Manuel Castells ve Fredric Jameson gibi Marksistler, “geç kapitalizmi” artık kültürel bir oluşum olarak görüyorlardı...

En başta tarımla ilgili bir kategori olan kültürü (agri-culture), artık, doğal/yapay, maddi/gayrimaddi, altyapı/üstyapı, otonomi/heteronomi gibi önceden kültürü kavramlaştıran temel diyalektiklerin ötesinde düşünmek gerekir. Castells’in belittiği gibi, zamanımızda “kültürün kültüre gönderdiği bir çağa girilmektedir”; şimdi kültür, doğayı, sanatı, sanayiyi (üretimi), bilgiyi değil, öncelikle kültürü anlamlandırmaktadır. Aydınlanma'yla birlikte Tanrının akla devrolan kudreti, şimdi kültüre ve dolayısıyla dile transfer olmuştur.

Yeni bir dünya, yeni bir insan tasarlanmaktadır. Kültüralizm bu tasarımın rejimidir. Bu rejim, yenidünyayı tasarlayan hegemonik merkezlerde (eski dünyanın kolonyalistlerinde) olduğundan daha belirgin olarak, yeniden tasarlanan kolonilerde yaşanmaktadır. Bugün Avrupa Birliği, kuruluşundaki ekonomik amaçlar üzerinden değil, kültürelist ilkeler doğrultusunda tanımlanmaktadır. Ama bu dönüşüm, hiçbir şekilde, ulusal birliklerin parçalanıp, etnik ve dinsel cemaatleşmelere göre yeniden kimlikleştirilen Balkanların ve Kafkasların “post-komünist” ülkelerinde, ya da Türk hükümetinin de övünçle rol aldığı “Arap Baharı” ülkelerinde yaşanan kültür savaşları veya “etnik temizlik” operasyonları kadar şiddetli gelişmiyor.

 

Sanat ve Kültüralizm

Sanat baştan beri, kendini hayvan soyundan farklılaştıran, doğal güçler karşısında örgütleyen insanların temel kültürel gücü olmuştur. Ama tam da bu nedenle, aynı zamanda onları belirli toplumsal birlikler kurmaya zorlayan, aklını kullanmaya mecbur eden bir hakikat rejimi olmuştur. Yazının (tarihin) sanattan türediğini hatırlayalım. Veya, insanların aralarında mutlak bir barış sağlamak için Mısır hiyerogliflerinden veya Çin ideogramlarından medet umdukları Aydınlanma başlangıcındaki dönemi düşünelim. O dönemde Leibniz gibi kimi âlimler ve filozoflar, Tanrı’ya ait olan arş-ı alâyı fethedecek bir kuleyi, Babil Kulesi’ni inşa etmeye cüret etmelerinin cezası olan dil ayrımıyla başlayan anlaşmazlıklardan insanları kurtaracak evrensel bir dil (ve imgesel bir ansiklopedi) olarak sanattan türeyen işaret sistemleri öngörmüşlerdi.

Sanatın tanrıların, doğanın ve toplumun hizmetinden çıkarak, onlara karşı özerk bir hakikat ve siyaset rejimi olarak amaçsızlaşmaya/işlevsizleşmeye/yararsızlaşmaya başladığı romantizmle, onu izleyen modernist ve avangard hareketler, zamanımızda süratle parçalanmıştır. Modernlik aşındırıldıkça, sanat, dinle birlikte restore olmakta, özerkleşme öncesindeki tarihsel misyonuna dönmektedir. Şimdi sanat, çağdaşlaştıkça muhafazakarlaşmakta, özelleştikçe resmileşmektedir. Artık ne sanatı özerkleştiren “sanat için sanat” ilkesinden, ne sanatı toplumsal davalara angaje eden “toplum için sanat” ilkesinden söz etmek zordur. Rancière’in çağdaş sanatı kuramsallaştırırken başvurduğu diyalektik “anti-diyalektik”leri gibi, iki ilkenin sentezinden oluşan bir ontoloji de geçersizdir. Sanat da kültürelleşmenin mantığına tâbi olmuştur.

Bu mantığı, sanat ve kültüralizmin eklemlendiği karmaşık makineleri sökerek keşfedebiliriz.  Burada “makine”den kasıt, Deleuze ve Guattari’nin verdikleri anlamla, teknik, bedensel, entelektüel ve toplumsal bir takım organizma ve mekanizmaların kompozisyonu. Sanatın gösterileştiği, müze, festival, bienal gibi sahnelerden ziyade, bu sahneleri işleten yönetişimsel (governmental), yönetimsel (managerial), kurumsal(corporate) mekanikler ve politikalar. Kültür diplomasisinden, kültür endüstrisine; piyasa yönetiminden, kimlik politikalarına; müze, müzayede, bienal ve festivallerden, çağdaş galeri sergilerine varıncaya kadar etkin olan makineyi çalıştıran girift kültür ve sanat yönetimi ağları.

 

Kültüralizmin Labirentleri

• Modernliğe özgü kolonyalist kültür politikaları normatif ve homojen bir öze sahipti, oysa postkolonyalist, postmodern politikalar kültürel relativizme ve heterojenliğe dayanıyor. Modernliğin evrensel normlarını terk ediyor ve tikel değişkenlere bağlanıyor. Sloganları “kültürel farklılık” ve “çok kültürlülük”. Bu kültürelist politikaların öngördüğü kültürel ayrımcılığa dayalı cemaatlerin örgütlenmesinde “bienal sanatı” en etkili iletişim mecrası olarak öne çıkmakta, sanatçı adeta bir etnograf kimliğine bürünmektedir (Hal Foster).

• Kültür savaşlarının kurduğu yeni siyasal coğrafyaları pekiştirecek yeni öznelerin ve tarihlerin tasarlanmasında sanatın en yoğun olarak kullanıldığı bölge herhalde Balkanlardır. Bu bölgeyi İkinci Dünya Savaşı ertesindeki rejimlerin izlerinden temizleyerek, “sivil” ve “açık” toplumlar olarak yeniden örgütlemek amacıyla, İstanbul-Berlin hattında son derecede işlek olan bir “kültür/sanat koridoru” oluşturulmuştur.

•Pazara çıkan ve markalandırılan her ürünün sanat eserinin özgünlüğüne, biricikliğine, ve sahihliğine öykündüğü bir piyasanın “Marka Sensin” diyebilecek kadar öznelleştiği ve sembolikleştiği bir ortamda, Baudrillard’ın kırk yıl önce belirttiği gibi, tüketim üretime, sembollerin üretimine dönüşmüştür. Sanat sadece tasarımla değil, sanayi ile de özdeşleşmiştir. Üretimin, tüketimin ve giderek bütün hayatın ‘estetikleştirilmesi’, avangardın “arzuların iktidar olması”, “herkesin sanatçı olması” , ve “çalışmanın oyuna dönüştürülmesi” gibi ideallerinin gerçekleşmiş olabileceğine ilişkin bir yanılsama yaratmıştır. Yeni bir “Altın Çağ” vaadinde bulunan sermaye romantik miti ele geçirmiştir.

•Bilgi, düşünce, metin, bilgisayar programı, v.b. ile birlikte sanatın bir üretim gibi örgütlenmesi, onu da sembolik, gayrimaddi bir emek türüne indirgemiş ve sanatın dahiyane olduğuna ilişkin modern mitin çözüşmesiyle birlikte sanatçı itibar ve iktidar kaybetmiştir. Zizek, Hardt ve Negri gibi çağdaş düşünürlere göre, “bugün gayrimaddi emek, Marx’ın 19. yüzyıl kapitalizminde büyük endüstriyel üretimin hegemonik olduğunu açıkladığı anlamda hegemoniktir… Gayrimaddi üretimin ürünleri, bir takım nesneler değil, yeni toplumsal ve kişiler-arası ilişkilerdir; gayrimaddi üretim toplumsal hayatın üretimidir ve biyopolitiktir.”[2]

• Bu yorumların odağında kültür endüstrisi ve “yaratıcı endüstrilerin” çalışanları yer almaktadır. Küreselleşmeyle birlikte üretim modellerinin kitlesel üretimden, esnek üretime doğru evrilmesi üzerine; ayrıca kültüre ve sanata ilişkin çalışmaların yoğun olarak kurumsal yönetim, işletme, ve sevk ve idare teknolojilerine tâbi olması sonucunda, bienal gibi sanatın icra edildiği ortamlar post-fordist emek ve işgücü süreçleri olarak incelenmeye başlamıştır. Ve bu incelemeler şimdi, prekarite (emeğin eğretileşmesi, güvensizleşmesi) konusunda son derecede verimli bir alan oluşturmaktadır. Ayrıca çağdaş toplumsal ve siyasal örgütlenme ve mücadele tarzları yaratmaktadır.

• Kültürün bir anlamlandırma sistemi, bir dil olarak ‘maddileşmesi’, iletişimin arketipi olan sanatı bir yandan güçlendiriyor, diğer yandan ise bütün hayata zerk ederek popüleştiriyor ve eritiyor. Göstergelerin anlamlarından, temsillerinden, referanslarından özgürleşmesi sonucu, dil de esnekleşiyor. Dil anlamsızlaşırken, ontolojisi gereği ‘anlamsız’ olan sanat, küratörler, rehberler, etiketler, kataloglar eliyle yoğun olarak anlamlandırılıyor. Bu da Kant’ın takdim ettiği estetik yargı özgürlüğünü ortadan kaldırırken, çağdaş sanatı realistleştiriyor; onu bir temsil ve bir illustrasyon ortamına indirgiyor. Sonuçta sanat, hilekârlığını, düzenbazlığını, ‘akılsızlığını’,  yalancılığını, ve hermetizmini dile devrediyor. Dil sembolleşirken, sanat dilleniyor. Ve hakikatin, bir retorik tarzına dönüştüğü, mitomanik bir bilgi rejiminde sanki dil, sanata tercüme oluyor.

 

 


[1] Georg Simmel, Modern Kültürde Çatışma (İstanbul: İletişim SanatHayat Dizisi, 2003) s.30, 100.

[2] Slavoj Zizek, “The Revolt of the Salaried Bourgeois”, London Review of Books, Ocak 2012.

 

postmodernizm, kültüralizm