Sınıf Yaraları: Manet’nin Mallarmé ve Zola Portreleri

Aşağıdaki metin, Bourdieu’nün College de France’ta Manet üzerine verdiği 12 Ocak 2000 tarihli dersten seçilmiş bir bölümün çevirisidir. Pierre Bourdieu, “A commentary on Mallarmé’s text on Manet”, Manet: A Symbolic Revolution, “Lectures at the Collège de France (1998–2000) followed by an unfinished manuscript by Pierre and Marie-Claire Bourdieu”, çev. Peter Collier ve Margaret Rigaud-Drayton (Polity Press, 2017). Bourdieu’nün Manet derslerinden başka bölümler için bkz. Bourdieu / Collège de france Dersleri

 

Bugün, Mallarmé’nin Manet üzerine 1875’te –yani Manet’nin kariyerinin ortalarında olduğu sırada– yazdığı o harikulade metinle ilgili yorumlarıma devam edeceğim. Metnin hayli tuhaf bir hikâyesi var. Size bu metni yerleştirmemiz gereken bağlamı tarif edeceğim. Anlatacağım hikâyenin üç kahramanı var: Mallarmé’nin analizinin odağında yer alan Manet; Mallarmé’nin kendisi; bir de üçüncü karakter, Zola. Aslında dördüncü bir kahramanımız daha var: Baudelaire. Ama onun ismi sadece ilerde laf arasında geçecek. Bence bu üçlüyü ele alırken geniş çaplı bir bakış açısı benimsememiz gerekiyor, zira Manet hakkında sorabileceğimiz soruların, daha doğrusu Manet’nin hayatının ve eserlerinin gündeme getirdiği soruların ait olduğu alanı hayli berrak bir şekilde gösteriyorlar.

Önce oyuncularımızın bazı özelliklerini hatırlatayım. Manet Paris burjuvazisinden, hatta yüksek burjuvaziden geliyordu: Babası adalet bakanlığında kıdemli memurdu, annesi ise diplomat ailesindendi. Antonin Proust’la birlikte –ki daha sonra Manet’nin biyografisini yazacak ve eserleri hakkında metinler kaleme alacaktır– Collège Rollin’da okumuştu. Eğitimine Denizcilik Okulu’nda devam ettikten sonra denize açılmış, ardından, muhtemelen bahriyede devam edecek kariyerine –kendisi için planlanmış kariyere– nokta koymuştu. Ondan sonra sanata yönelmiş, Thomas Couture’ün atölyesine kaydolmuştu.

Paletle Oto-portre adlı tabloda (1879) Manet, elimizde bulunan gravürlerdeki haline benziyor: Sakalı var, ki bu onu bohem kategorisine sokuyor, ama çok düzgün kesimli ve bakımlı. O dönem atölyesinde Manet’yle tanışanlar, onda burjuvalara özgü, hatta dandy bir hava olduğunu özellikle belirtiyor. Paradoksal olan, bu dandy’nin devrimci olması. Hatta, daha ilk yıllarda, onu cahil ve tahsilsiz bir barbar olarak görenlere karşı Manet’yi savunmak isteyenler bu burjuva mizacını öne sürmeye başlıyor. En iyi okullara gitmiş olması, sanki tartışmaya baştan son verecek sağlam bir argümanmış gibi, Manet’nin bilinçsizce yanlışa sürüklenmiş olduğu iddiasını çürütmek için kullanılıyor. Bu anlattıklarım Manet’nin gayet sağlam burjuva habitusu hakkında fikir vermiş olmalı.




Mallarmé Manet’den on yaş küçük. Taşralı ama genç yaşta Paris’e taşınmış. Babası devlet memuru fakat Manet’ninki kadar kıdemli değil: Vergi dairesinde başkâtip yardımcılığı, sonra da başkâtiplik yapmış – yani Manet’nin ailesi kadar yüksek konumda değiller. Mallarmé’nin öğrenciliği pek parlak geçmemiş, o da Manet gibi ailesini hüsrana uğratmış. İngilizce dersi vermesini sağlayan bir sertifika alıyor, bir süre taşra liselerinde öğretmenlik yaptıktan sonra 1871’de Paris’e taşınıyor. Burada da bir süre ders verdikten sonra, emekli oluyor.

Bu çok temel ama nispeten önemli özellikler, bu iki figürün birçok ortak noktası olduğuna işaret ediyor. En başta, ikisi de toplumsal yelpazenin yüksek katmanlarına mensuplar ama sosyal statüleri nispeten düşüyor, zira sanat ve edebiyat kariyerleri, hele marjinal olduklarında, burjuvazi tarafından pek itibar görmüyor. Akademik kariyer gibi soylu bir yolu tutmuş olsalar bu en azından burjuva ailelerine bir nebze teselli verebilirdi. Gelin görün ki onlar sapa yollara girip marjinal olmayı seçiyorlar.

Manet’nin bir Mallarmé portresi (1876) bir de Zola portresi (1868) var. Bu iki portreyi yan yana koymak ilginç olabilir. Manet’nin bu iki adamla ilişkileri birbirinden çok farklı. Bence, habituslarının yakınlığından ötürü Mallarmé’yi Zola’dan daha çok seviyor. Sevdiğimiz insanlar genelde bizimkine yakın veya en azından benzer habituslara sahiptir. Manet ile Mallarmé birlikte vakit geçirmekten hoşlanıyor, çoğu zaman tüm öğleden sonralarını beraber geçiriyorlar. Mallarmé, Manet ölünceye kadar hemen hemen her gün onun atölyesine gidiyor. Neredeyse aynı mahallede oturuyorlar ki bu da tesadüf değil, zira Paris’in kentsel mekânı sosyal açıdan ayrımlaşmış bir yapıda: Seine Nehri’nin sağ kıyısında oturmakla sol kıyısında oturmak arasında ciddi fark var ve ikisi de sağ kıyıda oturuyor. Mallarmé’nin okula giderken Manet’nin atölyesinin önünden geçmesi, sohbet etmek için çıkması ve orada vakit geçirmekten hoşlanması tesadüf değil. Manet’nin Mallarmé portresini atölyesinde boyamış olması muhtemeldir. Mallarmé bu resimde son derece teklifsiz duruyor; hafifçe geriye yaslanmış, sağ dirseğine dayanmış; sağ elinde bir puro var, bu da rahat, lakayt bir hale işaret ediyor. Dosdoğru bize bakmıyor, bakışıyla bize meydan okumuyor. İfadesinde belli belirsiz bir istihza var. En önemlisi de, etrafındaki her şeyde bir sakinlik, gevşeklik, samimiyet havası var – rahat divan ve dolgun yastık gibi. Önemli bir özelliği daha hatırlatayım: Mallarmé’nin sakal yerine bıyığı var. Bıyıkta “Nietzschevari” diyebileceğimiz bir taraf var, tabii bu bir anakronizm olmasaydı.

 

 

Bir portrenin gerçeğe ne kadar sadık olduğunu sorarız sık sık kendimize. Bence buna karar vermek için başvurabileceğimiz ölçütlerden bir tanesi de şu olabilir: Bir portre, resmettiği kişinin fiziksel görüntüsünü yakalamakla kalmayıp, fiziksel heksis dediğim yanını da kavrıyor mu? Yani, her insanın bedeniyle olan kendine özgü uyumu, “duruş” dediğimiz şey, bedeninizi taşıma şekliniz, onun içinde var olma, onunla hareket etme şekliniz… bunlar genelde maneviyatla, derin bir şeyle ilişkilendirdiğimiz yanımızı dışavurur. Manet’nin portrelerinde önemli bulduğum özellik, bir yanda Zola’nın diğer yanda berikinin [Mallarmé’nin] habituslarını yakalayışındaki derinlik; özellikle de Mallarmé’nin o kendi halinde, mesafeli duruşunun izleyiciyle ilişkisini biçimlendirmesi: Poz vermiyor, gayet doğal, izleyiciden uzak bir şekilde orada bulunuyor sadece – burjuva ve yüksek burjuva habitusunun en belirgin özelliklerinden biri olan o çalışılmış teklifsizlik ve doğallıkla. Mesela üst sınıfların dille olan ilişkisindeki tipik özellik, ki dil en açık habitus ifadesidir, gerilim ile aldırmazlığı birleştirmeleridir: Baskı altında olduklarında bile kayıtsız görünürler, rahatsız edici konular hakkında tartışırken bile görünümlerinde ve seslerinde bir rahatlık vardır. Oysa alt orta sınıflar, toplumsal dilbilimci Labov’un ifadesiyle “aşırı düzeltme” eğiliminde olurlar, yani gereğinden fazla düzgün konuşma, hata yapmamak için haddinden fazla titizlik gösterme eğilimi.[1]

Şimdi Mallarmé’nin pozuna bir daha bakalım. Habitus, köklerinde aynı ilke yattığı için birbiriyle uyumlu olan pratikleri üreten ilke olduğuna göre, bence burada bir tür tarz yakınlığından, bir tür “seçilmiş yakınlık”tan söz etmek abartı olmayacaktır. Max Weber, Goethe’nin Seçilmiş Yakınlıklar (1809) adlı eserinden aldığı bu ifadeyi, bir dönemin tezahürlerinde rastlanan örtüşmelerden söz ederken kullanır – mesela bir dönemin sanat stili ile mobilya tarzları arasındaki örtüşmeler. Habitus kavramı, bu seçilmiş yakınlığın, bir dönemin farklı veçheleri arasında ve bir kişinin, şahsiyetin ve habitusun farklı tezahürleri arasında da bulunduğunu anlamamızı sağlıyor.

Toplum içinde sergilenen rahatlıkla kibarlık arasındaki bu bileşim, dozu incelikle ayarlanan bu zarafet, bir tür “doğuştan” seçkinlik [distinction] izlenimi uyandırır, halbuki seçkinlikte doğuştan olan hiçbir taraf yoktur: Çoğunlukla “doğuştan” denmesine ve zahmetsizce sergileniyor gibi görünmesine rağmen, kibarlığı ifrata vardırmayan bu kasıtsız zarafetteki teklifsizlik, seviyeli bir görgü teşhirine imkân verir. Mallarmé, nesir üslubunda had safhada başına buyruk davranmıştır; huysuz bir üniversite hocasının ânında hata tespit edeceği, sayfa kenarına “kötü ifade” diye not düşeceği türde ölçüsüz cümlelerle doludur yazıları. Tabii o ifadenin Mallarmé’ye ait olduğunu bilse iş değişir, çok iyi olduğunu söyler.

 

 

Mallarmé üzerine bu kadar konuştuğumuz kâfi. Gelelim Manet’nin Zola portresine; bu çok farklıdır: Zola yandan resmedilmiştir; bakışımızla yüzleşmez, “gergin” görünmektedir. Aslında bakışımıza karşılık vermemesine rağmen tuhaf bir biçimde poz veriyor gibidir. Önünde darmadağın bir masa var: Çok çalışan bir adam bu; purosu yok, hokkası ve kalemi var, elinde açık bir kitap. Arkasında zarif bir Japon tarzı dekor veya Japon baskısı yerine, bir Velázquez gravürü ve Manet’nin Olympia’sının küçük bir kopyası var[2] – bir tür teşekkür: Zola Manet’yi savunmuştur. Zola kendi evinde resmedilmiş ama hiç de rahat değil, sırtı dimdik. Basitleştirici ve yanıltıcı olmakla birlikte faydası da olan ikili karşıtlıkların cazibesine kapılsak, Zola’nın bir küçük burjuva olduğunu söylerdik: Alt orta sınıfların rahatsız, gergin ve kasılmış duruşları ile üst sınıfların kendiliğinden rahatlığı arasında karşıtlık vardır.

Tüm bu zihin idmanına girişmemin sebebi, Mallarmé’nin Manet hakkında yazdığı metnin boşlukta var olmadığını düşünüyor olmam: Metni yazan bir öznedir ve bu özne, toplumsal zeminde var olan başka bir özne hakkında yazan, kendisi de toplumsal zeminde var olan bir öznedir. […]

 



[1] William Labov, Sociolinguistic Patterns (Philadelphia, PA: University of Pennsylvania Press, 1972).

[2] Burada İngilizce çeviride bir hata veya Bourdieu’nün kendi hatası söz konusu olabilir, zira portrede Olympia kopyası ile Velázquez gravürünün yanı sıra bir Japon baskı ve bir Japon paravanı bulunuyor – ç.n.

Bourdieu / Collège de France dersleri, Manet