1953 yılında Fransız Kitap Kulübü’nün talebi üzerine André Breton Sanatın Biçimleri başlıklı beş ciltlik bir çalışmanın ilk cildini oluşturacak Sihirli Sanat kitabını kaleme almayı kabul eder. Diğer ciltler Dinî Sanat, Klasik Sanat, Barok Sanat ve daha önceki ciltlerde yer bulamayan sanat biçimlerini içerecek Sanat İçin Sanat temalarına ayrılmıştır. Breton konuya nasıl yaklaşması ve onu nasıl sınırlandırması gerektiği konusunda uzun bir tereddüt yaşar ve kitap ancak 1957’de tamamlanıp, tüm diğer ciltlerden sonra yayınlanır. 1955’te, kitap üzerine çalışırken, sürrealistlerin sık sık kullandığı “anket” yöntemine başvurarak, fikirlerinin önemli olacağını öngördüğü onlarca antropolog, filozof, ilahiyatçı ve sanatçıya konuya ilişkin bir dizi soru sorar. Aralarında Martin Heidegger, Maurice Blanchot, André Malraux, Georges Bataille, Claude Levi-Strauss gibi isimlerin ve elbette çok sayıda sürrealist sanatçının da bulunduğu yetmişin üzerinde ismin yanıtları seçmeli olarak kitaba eklenir. Octavio Paz’ın yanıtlarının tekabül ettiği soruları şöyle özetlemek mümkün:
1. Eski sihirbaz ile modern sanatçının, evreni yeniden büyülemenin imkânlarını ve yollarını arayışında ortak yönler var mıdır, sizce bunlar nedir?
2. Geniş anlamıyla “sihirli sanat” sizce ruha içkin ve din ile bilimin karşılayamadığı bir ihtiyacın ifadesi midir? Doğanın ve arzunun güçlerini biraraya getirmeye çalışan sihir sizce, en azından temel ilkesi itibariyle iade-i itibara kavuşabilir mi ve sizce bu tehlikeli mi yoksa arzu edilir bir durum mu olurdu?
4. Sihirli sanatla ilişkili bir nesne karşısında inceleme ve bilgilenme yönteminiz ne olurdu? Bu nesne tarafından ifade edilen evren kavrayışının açığa çıkarılmasının teşkil edeceği entelektüel ilgi, bu nesnenin uyandıracağı duyguyu veya vereceği estetik zevki ne oranda artıracaktır? [UA]
1. Modern antropoloji, dinî, felsefi ve bilimsel düşüncenin ardı ardına meydana gelen devrimler sonucu giderek koptuğu bir “sihirli devrin” varlığına neredeyse hiç ihtimal vermiyor. Esasında kökenlerinden bugüne sihre dayalı inançlar, tüm beşeri faaliyetlere kopmaz biçimde bağlı olmuştur. Sihir, açık ya da örtük olarak tüm dönemlerin sanatının içinde dolanmaktadır. Öyle ki ne “sihirli sanat”ın tarihsel sınırlarını belirlemek ne de onu bir dizi stilistik çizgiye indirgemek mümkündür.
Fakat, sanat sihrin yerini almıyor olsa da, her sanat eserinde, şu ya da bu ölçüde, onu bir estetik seyir nesnesinden bir sihirli eylem aracına dönüştürme imkânını taşıyan unsurlar mevcuttur. Örneğin Vita nuova’da Dante tarafından kimi güçler atfedilmiş 9 sayısının varlığı dikkate değerdir. Ve burada söz konusu olanın sayıların sihrinin sanatsal kullanımı olduğunu söyleyemeyiz: Dante’nin eserinde 9 sayısının estetik ağırlığı –tıpkı Nerval’in eserlerindeki 7 sayısı gibi– onun tam da bir sihirli işaret olma değerinden ileri gelmektedir. Sihir ile sanat arasında daimi bir metcezir vardır: Şiir, sihre yabancı olmayan mütekabiliyetler ve analojiler keşfederek bir çeşit sözel efsun üretir; aynı zamanda şair ve okur, şiiri kendilerini tam anlamıyla başkalaşıma uğratabilecek bir tılsım olarak kullanır.
Arkaik denilen medeniyetlere ait çok sayıdaki ürünü –heykel, resim, büyü formülleri, şeytan çıkarma, dua– “sanat nesnesi” olarak adlandırmada diretirken, onlara ilksel doğalarına karşıt bir anlam dayatırız. Meçhul yaratıcıları için bu eserlerin değeri güzelliklerinde değil, tesir gücünde yatmaktaydı; primitif sihirli sanat herhangi bir şey ifade etmeyi amaçlamıyor, etkili olduğu için bir şey ifade ediyor. Bununla birlikte, “sihirli sanat” eserleri karşısındaki tutumumuz bir tarihsel perspektif hatasına dayanmıyor. Bu nesnelerin birer sihirli eylem aracı olduğunu hepimiz biliyoruz. Dolayısıyla çok daha basit ve kati bir şey söz konusu: Fayda gözetmeyen basit bir seyir olarak anlaşılan sanata dair fikrimiz esaslı bir dönüşüme uğramıştır. Müzelerimizde birikmiş “sihirli sanat” örnekleri, Batı’nın doymak bilmez tarihsel bilincinin yeni bir ganimetini teşkil etmez, Rönesans’a dayanan sanat anlayışımızın çöküşünün işaretleridir. Bir sanat eseri veya bir şiir karşısında tefekküre dalmak artık yetmiyor bize: bir anlığına bile olsa şiirin kendisi olmak istiyoruz.
2. Sihrin özgüllüğü, evreni, gizli bir duygudaşlık akımı aracılığıyla tüm parçalarının birleştiği bir bütün olarak algılamasında yatar. Bütün, yaşam halindedir ve her bir parçası bütünle canlı bir iletişim içindedir; veya Stoacıların düsturuyla söylemek gerekirse: Simpatheia tôn holon [kozmik duygudaşlık].
Sihirli nesnenin her daim ikili veya üçlü oluşu ve gözlerimiz önünde sırayla bir örtünüp bir soyunması, kendini kâh görülmedik kâh bilindik olarak sunması buradan ileri gelir. Her şey kendinden çıkıp komşusuna veya kendi zıddına dönüşme eğilimindedir: şu masa bir ağaca dönüşebilir, ağaç kuşa, kuş bir genç kıza, genç kız bir Acem sarayının avlusunda bir başka kuşun gagaladığı bir nar tanesine dönüşebilir. Sihirli nesne ışıltılı uçurumunu açıyor önümüzde: bizleri, biz olmaktan geri kalmaksızın değişmeye, bir başkası olmaya davet ediyor. “Sihirli sanat”a yönelik modern ilgi yeni bir estetik merakı ifade etmiyor, çok daha derin köklere sahip ve dinin gidermediği, felsefenin de yatıştırmaktan uzak olduğu ihtiyaçları tatmin etmeye yöneliyor: Benliğimizin daima bir “başkası” olmayı arzuladığını ve ancak başkası olma kabiliyetine sahipsek kendimiz olabileceğimizi biliyoruz.
Değişimin sırrını talep ediyoruz sanattan; dönemi ve tarzı her ne olursa olsun, her eserde, sihir eyleminin özünü oluşturan bu başkalaşım gücünü arıyoruz.
[…] Ruhlardaki yalnızlık duygusu arttığı oranda medeniyetimizin gayri şahsi ve yıkıcı mahiyeti pekişiyor: “Tanrılar ölünce fanteziler doğuyor,” diyordu Novalis. Fantezilerimiz soyut ve zalim ilahlar şeklinde cisimleşti: polis kurumları, siyasal partiler, surattan yoksun şefler. Bu koşullarda sihre dönmek, bereket ritüellerini yeniden tesis etmek veya yağmur yağsın diye topluca dans etmek değil, hayatın şeytan çıkarma gücüne yeniden başvurmak anlamına gelir: bütünle temasımızı yeniden kurmak ve dünyayla ilişkimizi erotik, elektrik kılmak. Düşünceyle dokunmak, bedenle düşünmek. Kapıları açmak, tekrar bütünlüğe kavuşmak. Yani evreni kör bir neden-sonuç zinciri olarak değil, mütekabiliyetlere dayalı bir aşk düzeni olarak gören kadim ve hâlâ diri kavrayışı özümlemek. Sihrin gerçekliğini kabul etmek, sihrin fantezisinin gerçekliğini kabullenmeye değil, sihrin bizzat insanın kökeninde bulunan temellerine geri dönmeye götürür. […]
4. Bana göre “sihirli sanat”ın –ve her tür sanatın– bilgisine kavuşmanın yegâne yöntemi, çıplak, aracısız, doğrudan deneyimdir. Geçerli olan tek şey öznelliktir, kişisel tepkilerin kendiliğindenliğidir. Bu kriter, ilk bakışta düşünebileceğimiz kadar keyfî değildir, çünkü bu tür eserlerin karşısında seyircinin kapıldığı, dehşetten hayranlığa kadar bütün duyguların şu şemaya indirgenebileceği konusunda daha önce uyarıda bulundum: kendimizi “başkası” karşısında, yani kendimize yabancı bir şey karşısında bulma duygusu. Bu “başkası” bir yandan bizi iterken, diğer yandan onun varlığıyla hemhal olmak için bir adım atmaya davet eder. Baş dönmesi, tuhaflık, kabullenme. Dehşet, ve aynı zamanda özerk bir kişisel bilinç olduğumuza dair kesin kanaatimize saldıran ve onu dağıtan nüfuz etme arzusu. İki karşıt hareket, “ölümcül sıçrayışı” yapma ve “öte kıyıya” ulaşma arzusunda birleşir. Nihayetinde duygulanım yelpazesi –şaşırma, dehşet, baş dönmesi, hayranlık, nesnenin içine dalma– her daim o eski başkalaşımı çağrıştırır.
Kaynak: André Breton, "L’Art Magique" (1957), Œuvres Complètes, Cilt IV (Bibliothèque de la Pléiade, Gallimard, 2008) s. 148-150.