Sesli Sinema Hakkında

Arts dergisi 8-14 Ekim 1953 tarihli nüshasında büyük bir sayfaya şu başlığı atar: “Sesli sinemanın şafağında sekiz şair haykırıyordu: Sesli sinemaya şüpheyle yaklaşalım”. Altında Paul Eluard, Max Jacob, Derême, Jean Cocteau, Valéry, Desnos, Supervielle ve André Breton’un metinleri yer alır. Bunların hepsi yıllar önce yapılmış ve hiç yayınlanmadığı iddia edilen anketlerin sonuçlarıdır. Breton’un yanıtı muhtemelen 1930’da yazılmış. Henry Mercadier’nin Les Annales dergisi için düzenlediği “Sesli sinema hakkında kimi şairler diyor ki…” başlıklı anket için yazılmış olabilir. 15 Haziran 1930’da Valéry’nin, Cocteau’nun vs. cevapları yayınlanır fakat ardından derginin yayını sona erer.

 

 

Sesli sinema ilkesine kesinlikle karşıyım. Bir filmin genel olarak beni heyecanlandırma, duygulandırma ihtimallerini fazlasıyla kısıtlıyor gibi geliyor.

Olağanüstü biçimde evrensel bir dilin İngilizce, Fransızca, Almanca veya Rusça için terk edilmesidir bu. Kulağa hitap etmese de ruha seslendiği tasdik edilmiş olan durumların kavranışının önüne kelime engellerinin konulmasıdır. Herhangi bir şekilde Charlie Chaplin’in sesini öğrenmek gibi bir niyetim yok.

Plastik ve mimik niteliklerin ötesinde ses tonuna ilişkin nitelikler de talep eden sesli sinema, temsilin hiçliğine doğru koşmuyor mu acaba? Tiyatroya doğru hazin bir gerileme var burada: Abes bir telaffuz, çirkinlik, tavus kuşu sesleri, mutlak bir samimiyet yoksunluğu. Ekranlarda Comédie-Française’in o felaket hanımlarının yeniden dolaşmaya başladığını görüyoruz.

Bunun yanı sıra, doğal olarak, hitabet unsurlarıyla birlikte burjuva değerlerinin hizmetinde en iyi yaşayanların tümü de tekrar arzı endam ediyor: Savaşçı Poincaré,[1] cömert Madam Chiappe,[2] rahipler. Çünkü ahmaklaşmayı doruğuna vardırmak için hiçbir şeyi esirgememek lazım. Ve “sesli haberler” bu konuda yazılı basına taş çıkartır.

Son olarak, izleyici her türden düşünceye dalma imkânından yoksun bırakılıyor ve hayal etme çabası gösteremeyecek hale getiriliyor. Halbuki bu yetiler sayesinde, bir dakikalığına da olsa biraz daha özgürce tutum alabilecek ve sırf eğlence olsun diye bir “psikoloji”, bir “mantık”, bir “ahlak” dersi izlediğini unutabilecekti.

Bu aşırı çekincelerimi belirttikten sonra, hemen şunu ekleyeyim ki sesli film galip gelecektir, yani diğer alanlarda olduğu gibi, burada da mağlup olacağız.

Şiir ile sinemanın alaşımı uzun zaman önce gerçekleşti. Şimdi kaygı duyulacak olan ise bunun sona ermesi. Mack Sennet’in[3] ilk komedilerinden daha iyi ne umabiliriz ki? Şiirsel tarafın –aşırı yüklenmiş– müdahalesi ise, bir kez daha şiiri şu ya da bu ölçüde uzaklaştıracaktır.

Evet, bir senaryo da sesli bir şiir olabilir (Antrakt'ta Picabia, Endülüs Köpeği’nde Buñuel ve Dali). Fakat şiirde ifade biçiminin önemi yoktur.

“Filme çekilmiş şiir” mi diyorsunuz? Bu, söz konusu şiirlerin ciddiyetine bağlı. Umarım Baudelaire ve Rimbaud bu ciddiyet sınavını geçemez. Fakat “Arvers Sonesi”nin[4] son derece başarılı kartpostallarını gördük.

 

André Breton, [Réponse à une enquête sur le cinéma parlant], Œuvres complètes, Cilt III, Gallimard, La Pléiade, 1999, s. 1099-1100.



[1] “Poincaré-la-guerre”: Birinci Dünya Savaşı öncesinde silahlanmaya verdiği önemden ötürü dönemin Devlet Başkanı Raymond Poincaré'ye takılmış olan lakap – ç.n.

[2] Madam Chiappe, Emniyet Müdürü’nün eşi.

[3] Breton Mack Sennett’in bürlesk komedilerine olan hayranlığını pek çok defa belirtmiştir: “Sinemanın şimdiye kadar bizlere önerdiği en esrarengiz şeyler…”

[4] Felix Arvers tarafından yazılmış, 19. yüzyılın en popüler sonelerinden biri.

sinema