Doğum, ölüm, mekân ve “Kadın” arasında kadim bir ilişki var. Kadın bedeni için kullanılan ilk metafor “toprak”tır. Toprak, bitki ve hayvan yaşamının, her türlü insan varoluşunun temelidir. Tarımın keşfinden önce bile toprak, hayatın kaynağı olarak görülür. İlksel dönem dinsel mekânları ve ritüelleri hep insan yaşamının toprağın bereketine olan bağımlılığını yansıtır. Toprak hem hayat kaynağıdır, besleyip yaşatandır, hem de ölüleri kucaklayan. Yunanlılar toprağa Gaia olarak taparlar ve ona “her şeyin anası, her şeyin atası, yer yüzünde yaşayan her şeyin... toprakta yürüyen, denizlerin dibinde hareket eden ve havada uçan bütün yaratıkların besleyicisi” diye seslenirlerdi (Hesiodos, Theogonia). Toprak, insanların yaşaması için gerekli ne varsa veren dişil unsur olarak insan dişisinin bedeni için bir metafor, kadın bedeni de toprak için metafordur.
Nitekim paleolitik dönem arkeolojik bulgularında ve 4. binyıldan itibaren de yaratılış öykülerinde, mitlerde, ritüellerde evrensel olarak egemen figür olarak beliren Ana Tanrıça bitki, hayvan ve insan doğurganlığını simgeler ve hayatın tek tüm-güçlü yaratıcısı olarak karşımıza çıkar. Sumer’de tanrıça Nammu, kendinden cücüklenme (partenogenesis) ile gök tanrısı An’ı ve yeryüzü tanrıçası Ki’yi doğurur. Yunanistan’da Gaia gene kendi başına gök tanrısı Uranos’u doğurur ve insanları da yaratır. Daha eski bir Sumer yaratılış mitinde “”bilge Mami” (Nintu diye de bilinir) “insanlığı yaratan ana-rahim”dir ve insanları çiftler halinde o yaratmıştır.
Yaratılış öykülerindeki belli başlı açıklayıcı metaforlar ve simgeler, her inanç sisteminin yanıtlamak zorunda olduğu şu üç temel soru çevresinde kümelenir: 1) Yaşamı yaratan kimdir? 2) Dünyaya kötülüğü getiren kimdir? 3) İnsanlar ile doğaüstü güç(ler) arasında ilişki kuran kimdir ya da başka bir deyişle tanrı(lar) kiminle konuşur? İ.Ö. 4. binyıldan itibaren mitoslarda, ritüellerde ve yaratılış öykülerinde evrensel olarak egemen figür Ana Tanrıça'dır. Ana Tanrıça kültleri, "yaşamı kim yaratır?" sorusuna, "Ana Tanrıça ve onun cisimleşmesi olan Kadın" yanıtını verirler.[1]
Tanrıçanın egemenliğinin ve aynı zamanda kadının yaşamı üreten yaratıcılığının yüceltildiği en eski yaratılış mitosları, kadın doğurganlığının kutsanıp yüceltildiği eski tapınma biçimlerini yansıtır:
Tanrıça! Onun yanıdır karar yeri;
ellerinde tutar her şeyin yazgısını.
Onun bakışından doğuptur sevinç,
yaşam coşkusu, görkem,
kadınla erkekteki yaratıcı güç. (İştar İçin, Babil, İ.Ö. 2000)
Ortadoğu bölgesindeki çok çeşitli kültürlerde, neolitik çağda Ana Tanrıça kültünün geçerli olduğu ve aşağı yukarı İ.Ö. 2. binyıla dek varlığını sürdürdüğü anlaşılmaktadır. Kadınların ana olarak kutsallığı paleolitik dönemde de bilinmekle birlikte, tarımın bulunması bunu önemli ölçüde artırmış olmalıdır.[2] Artık toprağın verimliliği, kadının doğurganlığına bağlanmaktadır. Bu "Toprak Ana", yaşamı tek başına yaratma gücüne sahiptir ve bir bütün oluşturan kozmos üzerinde egemendir. Evrenin birliğinin yanı sıra, yaşam ile ölümü tek başına simgeleyen ve yaşamla ölümün aynı sürecin iki yüzü olduğu düşüncesini kendinde cisimleştiren de odur. ("Tıpkı, sonradan onu izleyecek olan tek (erkek) tanrılı dinlerde Baba Tanrı'nın yaptığı gibi, o da evreni döllenmesiz cücüklenmeyle yaratır.")[3] Homeros şiirlerinden birinde (“Toprağa”) bu anlayış açık seçik ifade bulur:
Güçlü kökleriyle bizleri kucaklayan,
Hepimizin anası toprağın türküsünü söylerim ben.
O, yeryüzünde var olan her şeyi besleyen Kutlu anamızdır...
Biz ölümlülere can vermek de onun elindedir,
Verdiği canı geri almak da... [4]
Mircea Eliade, Toprak Ana kültüyle ilgili olarak, insan cinsinden annenin, Büyük Toprak Ana'nın temsilcisi olarak görülmesinin sayısız âdete can verdiğini söyler. Örneğin dünyanın hemen her yerinde rastlanan toprak üzerinde doğurma (humi positio) bunlardan biridir. Bu âdetin dinsel anlamı açıktır: "Çocuk yapmak ve doğurmak, Toprak tarafından gerçekleştirilmiş olan örnek bir eylemin mikrokozmik çeşitlemeleridir; insan cinsinden anne, yalnızca, Toprağın bağrında hayatın belirmesi olan bu ilksel hareketi taklit etmekte ve tekrarlamaktadır."[5] Tarım kültürlerinin, ayinleri kadınlarca yürütülen "kozmik bir din" geliştirdiklerini söyleyen Eliade'ye göre, tarımsal üretimin kendisi de bir ayindir; çünkü Ana Toprağın bedeninde yapılır ve çiftçinin, tarıma uygun olan ya da olmayan dönemlere uyum göstermesini gerektirir.[6] Ölülerin, verimlilik ve tarımla ilişkili oldukları yolundaki inanç (ölüler de tohumlar gibi toprağa gömülürler) da, bir kez daha, Ana Tanrıça'nın (Toprak Ana/Terra Mater) her şeyden güçlü olduğunu gösterir. Bereket ayinleriyle ölüm ayinleri sıkıca örtüştükleri için de kadınların tarımsal etkinliği sırasında yaşamın yeniden doğduğuna inanılır. Bu nedenle, can verme/bereket getirme ile bu canı ve bereketi geri alma gücünde görülen, dolayısıyla aynı anda hem saygı duyulan hem de korkulan kadın cismindeki Ana Tanrıça'nın yatıştırılması, öfkelenmesinin önlenmesi gerekir:
Bağışlayan Kadınım benim, yatışabilen Kadınım,
Öfkelenmeyen Kadınım, kendini yatışmaya bırakan Kadınım,
Nimetlerini veren Kadınım, bağışlayan Kadınım, bağışlayan Kadınım,
Öfkelenmeyen Kadınım, nimetlerini bağışlayan Kadınım.[7]
Doğadaki en önemli ve gizemli güç, yeni bir yaşam yaratan can verme gücüdür. Yılan-tanrıça, deniz-tanrıça, kızoğlankız tanrıça, kilden yaptığı insan heykelciklerine can veren tanrıça – bunların tümü, işte bu gücün gizeminin anahtarını elinde tutan Kadın'ın yansımalarıdır. Yaratılış öykülerindeki toplumsal cinsiyet sembolizmi, belirli bir toplumdaki cinsiyet rollerinin ve cinsel kimliklerin somut içeriğine ilişkin önemli ipuçları da içerir: "Başlangıçta her şeyin nasıl olduğunu dile getirmekle, insanlar, doğa ile ilişkileri ve evrendeki gücün kaynağı hakkındaki algılamalarını ortaya koymuş olurlar."[8]
İ.Ö. 4. binyıldan itibaren tanrıça figürleri görece daha karmaşık sahnelerde ve genellikle yinelenen özelliklerle betimlenir. Tanrıça, sütunlar ya da ağaçlar arasında; keçiler, yılanlar, aslanlar ve kuşlarla çevrili olarak resmedilir. Yumurtalar ve bitki sembolleri de onunla ilişkilendirilir. Bunlar, tanrıçanın bitkiler, hayvanlar ve insanlar için bir bereket ve üretkenlik kaynağı olarak görüldüğüne işaret eder. Tanrıçanın ay ile olan ilişkisi, onun doğa ve mevsimler üzerindeki mistik gücünü simgeler. Ana Tanrıça kültünde yansıyan inanç sistemi, monist ve animisttir; yeryüzü ile yıldızlar, insanlar ile doğa, doğum ile ölüm arasında birlik vardır ve bunların tümü, Ana Tanrıça'nın kişiliğinde somutlanır. Ana Tanrıça, çelişkilerin birliğini ve her an birbirlerine dönüşebilme potansiyellerini temsil eder.
Bu nedenle Tanrıçanın aynı anda hem bakireliği, hem de analığı yüceltilir; örneğin tanrıça İştar, cinselliğini cömertçe sunan tapınak fahişelerinin koruyucusu, ama aynı zamanda da tanrıların kızoğlankız gelini olarak tanımlanır. Onun hizmetine sunulan kadın cinselliği kutsaldır ve ritüellerle yüceltilir. Karşıtmış gibi görünen bu özellikler, eskiçağ insanı için birbirleriyle bağdaşmaz şeyler değildir. Tanrıçanın bağrında taşıdığı düalizm, doğada gözlenen düalite (gece-gündüz, doğum-ölüm, aydınlık- karanlık, vb.) içindeki birliğin bir yansımasından ibarettir. Mircea Eilade'nin işaret ettiği gibi, "yaratılışla ilgili her şey onda cisimleştiği için... tanrısallık, yaratılışla ilgili tüm güçleri kendinde toplar ve bu iki kutupluluk, karşıtların buluşması formülü, sonradan karşılaştığımız daha derin akıl yürütmelere temel oluşturur."[9] Tanrıça, merkezinde yeniden doğum ve kadının yaratıcı gücüne inancın yer aldığı, ölümün kadınlarla aşılacağına inanılan dünya anlayışı için bir metafordur. Onun sayesinde ölüm kötü bir şey ya da yok olma değil, var olmanın öteki ucu, yeni bir yaşama geçiştir. Nitekim Çatalhöyük vb. neolitik yerleşimlerde ocağın yanında tanrıça figürlerinin, altında ise ana rahmindeki duruş biçimi verilerek gömülmüş aile üyelerinin bulunması da doğum ile ölümün, yer altındaki ve yer üzerindeki yaşamın birliğine tanıklık eder.
Yüceltmenin Aşağılanmaya Dönüşmesi
Bu inanç sistemi, ilk devletlerin ortaya çıkıp gelişmesi sürecinde değişime uğrar. Nitekim İ.Ö. 3. binyılın başlangıçlarında, yaratılış efsanelerinde bir değişiklik göze çarpmaya başlar. Ana Tanrıça artık, tanrılar panteonunun başındaki yerinde görünmez olur. Bu önemli değişiklik, güçlü kralların yönetiminde arkaik devletlerin ortaya çıktığı döneme rastlar. Tanrıça yerini, genellikle fırtına ya da yıldırım tanrısı olan bir erkek tanrıya bırakır; o da giderek daha fazla, yeryüzündeki krala benzemeye başlar.
Bu sürece eşlik eden ya da onu izleyen dinsel inanç ve mitoslardaki değişmenin genel örüntüsüne biraz daha yakından göz atacak olursak, önce Ana Tanrıça figürünün öneminin azalıp yanındaki eşin/oğulun öneminin arttığını, sonra da bu erkek eşin kendi egemenliğini kurduğunu; daha sonra bu erkek tanrının, fırtına tanrısıyla birleşip kaynaşarak bir tanrılar ve tanrıçalar panteonuna başkanlık eden Yaratıcı-Tanrı'ya dönüştüğünü görürüz. Bu aşamada hâlâ, yaşamı yaratan ve ölüme egemen olan Ana Tanrıça'dır; ancak, soyun üretilmesi sürecinde erkeğin işlevi artık daha belirgindir.[10] Tanrıça’yı temsil eden baş rahibe, genç tanrıyı temsil eden erkekle cinsel birleşme kurmadan ve bu “tanrı” ölüp, daha doğrusu ritüel gereği öldürülüp –ki bu, kurban geleneğinin de başlangıcıdır– yeniden "dirilmeden", mevsimlerin yıllık döngüsü başlayamaz. İ.Ö. 4. ve 3. binyıllarda, çok çeşitli toplumlarda benzer biçimlerde kutlanan Kutsal Birleşme (Hieros Gamos) ve benzeri yıllık bereket törenleri, işte bu inanç sistemini yansıtır. İki cinsli kutsal çift, üremeyle ilgili düşüncelerin değiştiğinin kanıtıdır; üremenin salt kadın cinsine özgü bir olay olarak görüldüğü dönem artık kapanmıştır.
Sümerolog Samuel Noah Kramer, tanrılar panteonundaki bu hiyerarşi değişikliğini, toplumsal koşullardaki değişmenin yanı sıra belirli tapınaklara, belirli kentlere ve belirli yöneticilere bağlı ve kayıt tutma bilgisini tekellerine almış olan rahipler sınıfının artmakta olan etkisine bağlamaktadır. Bu rahipler, artık, eski efsaneleri kendi siyasal amaçlarına hizmet edecek biçimde değiştirmeye başlamışlardır. Nitekim daha önceden evrenin yaratıcısı ve tanrıların anası olarak tapınılan Ana Tanrıça Nammu' nun adını, Tanrılar Listesi'nden siliverirler.[11] Bu noktada, Michel Foucault'nun eleştirdiği, bugünkü amaçlar açısından "tarihi yeniden yazmak" geleneğinin ne kadar uzun bir geçmişi bulunduğunu düşünmemek mümkün değil. Artık yazının bilindiği ve bu "bilgi"nin de tapınak rahiplerinin tekelinde olduğu bir aşamada, bir kez daha bilgi ile iktidar arasındaki ilişkiyi anımsıyor ve içinde yaşadığımız "ileri teknoloji çağı"ndaki medya egemenliğinin köklerinin, Eski Mezopotamya'nın yetenekli rahiplerinin bilgiyi ideolojiye dönüştürerek kendi amaçları için kullanma başarılarında yattığını görüyoruz. Tanrıların tasavvur edilişinde karşımıza çıkan bu değişim, insanlar arası toplumsal cinsiyet ilişkilerindeki iktidar dağılımı hakkında da önemli ipuçları verir. Badinter'in dediği gibi, "Kutsal'ın kadında da cisimleşebileceğini ve aşkınlığın mutlaka erkeklikle özdeş olmadığını unutturmaya çalışanların acelesi vardır"![12]
Bu dönüşüm, Ana Tanrıça'ya tapınılan toplumlarda, ekonomik ve toplumsal ilişkilerle birlikte cinsiyet ilişkilerinde de meydana gelen değişikliklerle yakından ilgilidir ve giderek güçlenen erkek üstünlüğünün ve buna paralel olarak kadınların statü kaybetmesinin ideolojik alandaki göstergelerinden biridir. Erkeklere öğüt veren, Asur'dan kalma şu dizeler, tapınak rahibeleri gibi bir zamanlar en büyük saygıyı gören özerk ve bağımsız kadınların statülerinin ve toplumdaki algılanışlarının nasıl değişmekte olduğunu ortaya koymaktadır:
Tapınak rahibesiyle evlenme,
bütün bir orduya karılık eder o;
kendini Tanrıya adamış bir iştaritu'yla,
ya da kendini cömertçe sunan bir kulmaşitu'yla evlenme.
Sen sıkıntıdayken o sana destek olmaz.
Kavgada senin tarafını tutmaz, dalga geçer senle.
Ondan erkeğe saygı ya da boyun eğme bekleme
Sürüp at onu dışarı, evine egemen olsa bile, çünkü onun gözü dışarıdadır![13]
Tarihsel süreç içinde üstünlüğünü yitirmekle kalmayıp aynı zamanda Zeus ve Hera çiftinde görüldüğü gibi, bereket tanrıçasının evcilleştirilmiş bir versiyonundan ibaret olarak baş tanrının karısı rolüne giren Ana Tanrıça, gene de esrarlı bir biçimde, kendisine ayrı bir varlık ve kimlik edinerek halk dininde gücünü sürdürmeyi başarır ve çok çeşitli görünümleriyle ona tapılmaya devam edilir. Örneğin Yunanistan yarımadasında bereket ritüelleri kadınlara özgü olmaya devam eder. Bu, var olan dişil kültürün direnişinin de ifadesidir. Eski Ana Tanrıça kültleri, fetihler ve işgaller yoluyla bölgeden bölgeye yayıldıkça, buralardaki benzer tanrıça kültleriyle birleşirler ve onların özelliklerini kendilerinde eritirler.
Dinsel inanç sistemlerinin temelinde, "yaşamı yaratan kimdir?" sorusuna verilen yanıt yatar demiştim. "Yaratma", hem bir şeyin yoktan var edilmesini, hem de soyun yeniden üretilmesini kapsar. Tekrar edecek olursam yaratma kudreti, tarihsel olarak, biricik evrensel bereket ilkesi olan Ana Tanrıça'dan, üretkenliği erkek tanrılar ya da insan-krallar tarafından desteklenen Ana Tanrıça'ya geçer; Tanrılar panteonunda da tüm güçlere sahip Ana Tanrıça'dan, tüm güçlere sahip Fırtına Tanrısı'na doğru bir geçiş görülür. Oradan da yaratıcı "ruh"ta yansıyan simgesel yaratıcılık kavramına geçer. Bu adımların ardından sıra, tanrılar panteonunun yerini tek bir güçlü (erkek) tanrının almasına ve bu tanrının "yaratma" ilkesinin her iki yönünü de –yoktan var etme ve soyu üretme– kendisinde toplamasına gelir.[14] Farklı kültürlerde farklı biçimler alsa da özünde benzer olan bu değişim, Batı uygarlığı açısından en açık biçimde, Kutsal Kitap'ın Tekvin (Genesis) bölümünde dile gelir. Batı felsefe geleneğinin de allayıp pulladığı bu değişimle birlikte –Platon’un Sokrates’i ölümsüz fikirlerin ebesi olarak tanımlamasını hatırlayın- insanlık açısından en değerli şey olan kadının soyu üretme yetisi değersizleştirilerek “ölümlü bedenler” yaratmak şeklinde küçümsenirken erkeğin “ölümsüz kültür ürünleri” yaratma yetisi yüceltilir ve böylelikle ataerkil “ideolojik tersine çevirme harekatı” tamamlanmış olur.[15] Ama kadının ölümle olan ilişkisi erkek egemen bakış açısıyla inşa edilen ataerkil kültürde devam eder –ancak, elbette içeriği tümüyle değiştirilmiş olarak!
Doğurarak Ölümlü Kılmak
Erken dönem Yunan şiirinde (Homeros, İlyada ve Odisseia; özellikle Hesiodos Theogonia ve İşler ve Günler), daha sonra Hıristiyanlık döneminde iyice vurgulanacak olan, kadının doğurma yetisinin ölümlü olma yüküyle ilişkilendirilmesi yer alır. Olimpik tanrılara ilişkin anlatılarda, insan yaşamı tanrılarınkiyle karşılaştırılır ve insanı tanrılardan neyin ayırt ettiği konusuyla uğraşılır. Temel ve can alıcı fark, elbette ölümlü olmaktır. Bu fark vurgulanırken ölümlü olmak ve ölümün zorunluluğu ile kadın arasında bağlantı kurulur. Artık egemen hale gelmiş erkek bakış açısıyla şekillendirilen kültürel gelenek, doğurabilen kadını ölümden sorumlu tutar. Mitoslarda, çocuklarına ölümlü olduklarını açıklayanların anneler olması rastlantı değildir. Tanrılardan gebe kalmış olsalar da onları doğurarak ölümlü olmalarına sebep olmuşlardır. İnsanı dünyaya getiren, onun dünyadan ayrılmak zorunda olmasının da nedeni haline gelir. Çok mantıksız da olsa anlaşılabilir olan bu eril geleneğe göre kadınlar, rahimlerinde yeni yaşam besleyip büyütme, yaşamı iyileştirip onarma yetileri nedeniyle ölüm ve ölümlülük ile ilişkilendirilmiş olurlar. Kadınların ölü gömme ve cenazede ağıt yakma ritüellerindeki yerleri de onları ölümle ilişkilendiren geleneğe tanıklık eder. Kadınlar, ölüler dünyasıyla yaşayanlar dünyası arasındaki aracılardır. Kadın ile acı çekme, ıstırap da benzer biçimde ilişkilendirilir. (Örneğin, Eski Yunan’da annenin acısını/ıstırabını tarif etmek için kullanılan ponos sözcüğü aynı zamanda doğum halindeki kadını ifade eder.)
Böylece, kadim zamanlarda doğumun ve ölümün birliğini simgeleyerek bu dünyadaki yaşamı kutsayan Ana Tanrıçanın cisimleştiği kadın, bir zamanlar “tüm iyiliklerin anası” anlamına gelen Pandora’dan “tüm kötülüklerin anası” Pandora”ya, ve cennetten kovulmanın suçlusu lanetli Havva’ya dönüşür. İnsana ölümlülüğü ve ıstırabı getiren odur. Hıristiyan literatürüne ait bir dua kitabında dendiği gibi,“Bir kadından doğan insanın hayatı kısa olmaz da ne olur?”[16]
Bütün bu iç karartıcı tarihsel sürece ve egemen eril ideolojiye rağmen kadınlar hâlâ doğurmaya, besleyip büyütmeye, şifa vermeye, yaşlılara bakmaya, ölüleri gömmeye ve ölmüşlerin ardından ağıtlar yakarak, mezarlarını ziyaret edip çiçeklerle süsleyerek onların anısını canlı tutmaya devam ediyorlar ve böylelikle yeryüzündeki yaşamın temel döngüsünü yönetip koruyorlar. Üstelik binlerce yıllık felsefe geleneğine de meydan okuyorlar. Örneğin Hannah Arendt insanın sadece ölümlü değil, ilk kez kendisinin kavramsallaştırdığı biçimde, “doğumlu” olduğunu vurgulayarak “doğum”u politik ve felsefi düşüncenin merkezine oturtur. Ona göre felsefe, Platon’un öne sürdüğü gibi ölüm üzerine bir tefekkür değil, doğum mucizesinin kavranmasıdır. Politika da esas olarak ölümle, baskıyla, insanların birbirlerine zarar vermelerini önlemekle vb. değil; benzersizliği, insan çoğulluğunu, yeni başlangıcı, umudu, yaratıcılığı ve tahmin edilemezliği simgeleyen doğumlulukla ilgilidir.
Arendt kendisi feminist değildir elbette ama onun hem doğumluluk kavramına verdiği merkezî önem, hem de bununla yakından ilişkili olan “dünyaya ihtimam gösterme” ve “bağışlanmış olana minnet duyma” tutumu ile kadınların yüz binlerce yıldır yaptıkları çocuk bakıp büyütme ve yakınlarına ve ilişkilerine özen gösterme tutumu arasında kolaylıkla bağ kurulabilir. Arendt’ten önce hiç kimsenin doğumluluk olgusundan hareket eden böylesine yeni bir politika anlayışı ortaya koymamış olmasına dikkat çeken Bhikhu Parekh, “cinsiyetçi sayılmak pahasına”, bunun, “ [Arendt’in] çağdaşlarımız dışında, siyasal düşünce tarihindeki yegâne kadın filozof olmasıyla ilgili olup olmadığını düşünmekten kendisini alıkoyamadığını” söylüyor, ben de katılıyorum.[17]
Erkekler, kadim beden/zihin kutuplaşmasının zihin tarafında olmakla övünüp “ölümsüz” uygarlık ürünleri yaratmakla ve söz konusu “uygarlık”, çok iyi bildiğimiz gibi, şiddet ve vahşet üzerine kurulu olduğu için de savaşmakla ve öldürmekle iştigal ederlerken, kadınlar ölümlü bedenlerin -çocukların- hayatta kalmasını sağlamakla uğraştılar. Bu uğraş doğal olarak ilişkilere, insanı besleyen doğal ve toplumsal çevreye ihtimam gösterilmesini de kapsamak zorundaydı. Bu elbette, kadınların “doğası”na içkin, özcü bir nitelik değil, eşitsizlik üzerine kurulu insanlık tarihinin dayattığı cinsiyetçi işbölümünün ve toplumsal cinsiyet sosyalleşmesinin bir sonucuydu. Kadınların yüz binlerce yıllık sosyalleşmesinin ürünü olan bu insani yetinin elbette onaylanması gerekir, ama aynı zamanda orada kalmayıp kadın-erkek bütün insanları içine alacak biçimde genelleştirilmesi de... Eril kahramanlık gösterisi uğruna “ölümü göze alma cesareti”ne övgüler düzmek yerine, dünyaya minnet duyma ve ihtimam gösterme tutumunun güzellemesini yapabilirsek, belki insanlık için bir umut doğabilir ve dünya gelecek kuşaklar için hâlâ yaşanabilir bir yer olarak kalabilir.
Gevher Gökçe Acar tarafından düzenlenen Ölüm, Sanat, Mekân Sempozyumu’nda sunulan bildiri.
[1] Bu konuda bkz. Fatmagül Berktay, “Başlangıçta AnaTanrıça Vardı”, Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın, Metis, 2014 (beşinci basım).
[2] Henri Delporte, paleolitik döneme ait resimlerden söz ederken, "hayvan resimleri, insanın dışındaki evreni temsil eder. Buna karşılık ve karşıt olarak insan grubu, insanlık, kadın figürleriyle ifade edilir; türün sürekliliğini ve yenilenmesini sağladığı ölçüde, bu ifadelendirme için kadın biçiminden yararlanılması son derece meşrudur," demektedir. (L'Image de la femme dans l'art préhistorique, Picard, 1979, s. 307; abç.)
[3] Elizabeth Badinter, Biri Ötekidir, Afa Yayınları, İstanbul, 1992 (çev. Şirin Tekeli), s. 61.
[4] Akt. Mircea Eliade, Kutsal ve Dindışı, Gece Yayınları, Ankara, 1991 (çev. Mehmet Ali Kılıçbay), s. 117.
[5] Mircea Eliade, Kutsal ve Dindışı, s. 120.
[6] M. Eliade, Traité d'histoire des religions, Payot, 2. Basım, 1976, s. 53 ve 282.
[7] "Beltil için Kutsama", Şiir Tapınağı, der. Sait Maden, Adam Yayınları, İstanbul, 1985, s. 91.
[8] Peggy Reeves Sanday, Female Power and Male Dominance: On the Origins of Sexual Inequality, Cambridge, 1981, s. 57. En eski yaratılış mitosları açısından benzer bir süreci eski Türk toplumunda izleyebilmek için bkz. Ümit Hassan'ın çok önemli araştırması, Eski Türk Toplumu Üzerine İncelemeler, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1985: "Şamanlıkta efsane ve dualar izlendiğinde, tek tek ruh haline babahanlık döneminde getirildikleri anlaşılan, ana-kadın'lık kutsallıkları vardır. Altaylılarda Umay, Ana Maygıl, Ak Ene; Yakutlarda Ayısıt, hep kadın kutsallık biçimleridir." (s. 105) ve "Ayısıt, yaratıcı 'dişi ruh'lar arasında yer alır... Ayısıtların temel görevi, 'hayat unsurları'nı toplayıp birleştirmektir. Bu işe 'kut' adı verilir. Kut, ana karnındaki çocuğa üflenince, çocuk 'can'lanır." Ümit Hassan erkek tanrı Ülgen'in de yaratma kudretini Ak Ana'dan aldığını belirtmektedir.
[9] M.Eliade, a.g.e., s.225.
[10] Bu konuda geniş bilgi için bkz. Edwin O. James, The Cult of the Mother Goddess: An Archaeological and Documentary Study, Londra, 1959, ss. 228-53 ve çeşitli sayfalarda.
[11] Samuel Noah Kramer, "Poets and Psalmists; Goddesses and Theologians: Literary, Religious and Anthropological Aspects of the Legacy of Sumer", Denis Schmandt-besserat, The Legacy of Sumer: Invited Lectures on the Middle East at the University of Texas at Austin, Malibu, 1976 içinde, s. 14; G. Lerner, The Creation of Patriarchy,Oxford University Press, New York, 1986, s. 153.
[12] E. Badinter, a.g.e., s.73.
[13] Sue Rollin, "Women and Witchcraft in Ancient Assyria", derl. A. Cameron ve A.Kuhrt, Images of Women in Antiquity, Croom Helm, 1983 içinde, s. 39.
[14] G.Lerner, a.g.e., çeşitli sayfalarda.
[15] Bu konuda bkz. F.Berktay, “Ana Tanrıçadan Dölleyici Sözün Kudretine”, a.g.e.
[16] “Burial of the Dead”, The Book of Common Prayer.
[17] Bu konuda bkz. F. Berktay, Dünyayı Bugünde Sevmek, Hannah Arendt’in Politika Anlayışı, Metis, 2012; özellikle “Dünyaya Minnet Duymak” ve “Kadınların Arendt’i” bölümleri.