Ağustos 1928’de, Henri Barbusse’ün yönettiği haftalık Monde dergisi, 3 Kasım 1928 tarihli sayısında, “Proleter Edebiyatı” konusundaki tartışmaları vesile ederek bu konuda geniş bir anket yürüttü. Monde, yazarlara şu iki soruyu soruyordu [ki Serge bunlara üç yanıt verir]:
1. Sanatsal ve edebi üretimin yalnızca bireysel bir olgu olduğunu düşünüyor musunuz? Bu üretimin insanlığın ekonomik ve toplumsal gelişimini belirleyen büyük akımların aynası olabileceğini veya olması gerektiğini düşünüyor musunuz? 2. İşçi sınıfının özlemlerini ifade eden bir edebiyatın ve sanatın varlığına inanıyor musunuz? Bunun başlıca temsilcileri sizce kimlerdir?
Soldan sağa: Victor Serge, Benjamin Péret, Remedios Varo, André Breton. Fransa, 1941
1. Fransa’da 12 milyona yakın proleter var fakat bir proleter edebiyatı söz konusu değil. Dünya proleterlerinin çok büyük bir çoğunluğu edebiyatın dışında yaşıyor, tıpkı her türden yüksek kültürün dışında yaşadıkları gibi. İçinde bulunduğumuz durumda edebiyatın, incelikli davranışların, bilimin ve sanatın neredeyse yalnızca varlıklı sınıfların veya zenginlerin kültür varlıkları olduğu aşikâr. Edebi yaratımda bireyselliğin rolünden veya başka büyük meselelerden söz edilebilir elbette: Emekçilerle alay etmenin bundan daha zarif bir yolu yoktur.
Kapitalist toplumda işçi yazar yoktur ve olamaz; yazarlık mesleğinin öğrenimi fabrika mesaisiyle bağdaşmaz: vasat bir hayat sürmeye yetecek bir ücret için günde sekiz saat çalışma.
Proleterler için yazan edebiyatçı yoktur ve olamaz, çünkü işçiler genelde kitap almaz. Günün kitabı (bugün 12 franktır) emekçilerin çoğunluğu için yaklaşılamayacak bir fiyata sahiptir. Dolayısıyla yalnızca orta sınıflar veya zenginler için yazılır. Yani edebiyatçılar nihayetinde yalnızca iyi beslenenleri eğlendiriyorlar. Muhtemelen bunun ayırdında değiller, ama ne fark eder ki!
Ama bazı edebiyatçılar –tamamen burjuva veya küçük burjuva olmakla birlikte– sokağın duygularını başarıyla işliyorlar. Kimi zaman proleterleri de anlatıyorlar. Bunların proletaryaya bazı faydaları dokunabilir; ama çoğu zaman ona yalnızca radikal burjuvazinin hissetme ve düşünme biçimlerini aşılamaktan öteye gitmiyorlar.
Komünist Parti’ye bağlı veya işçi hareketine sempati duyan yazarlar var. Onların eserleri de, belki birkaç istisna dışında proletaryaya tamamen yabancı, çünkü zihnin ve kültürün özgürleşmesinden daha zor bir şey yok. Hassasiyet, düşünce, yetenek, ifade tarzı… entelektüeller burjuva kültürü içinde yetişir: işçi sınıfına bağlanmış, iç tutsaklıklarının bilincinde olsalar dahi bundan kurtulamazlar. Bu durumlarda siyasal bilinçleri derin sanatsal doğalarının ilerisindedir. SSCB’de, Ekim Devrimi’nden on yıl sonra geçmişin kültürel etkileri hâlâ edebiyat üzerinde hâkimiyetini koruyor. Bu sene yayınlanmış en çarpıcı eserlerde (Maksim Gorki, Klim Samgin’in Yaşamı; Constantin Fedine, Kardeşler) hiçbir proleter taraf yok.
2. Kendilik bilincine varan işçi sınıfının kendine ait hissetme, hayatı anlama, ıstırap çekme, gülme ve mücadele etme biçimleri var; toplumu, devleti, yasaları, çalışmayı değerlendirme biçimine sahip; kısacası kendi dünya görüşü ve tarihsel görevi var. Tüm bunlar siyasal amaçlarla sınıf mücadelesi içinde yalnızca sınırlı bir ölçüde ifade edilmiştir. Hayata dair bu proleter hissiyatı ifade edecek bir edebiyat pekâlâ olabilir. Emekçiler arasında sınırlı bir okur kitlesine salip olacaktır; yazarlarını zengin etmeyecektir, ama Bourget’den Morand’a, yataktan divana sürüklenenden çok daha güçlü ve verimli olacaktır! Proleter bir edebiyat mümkün. Kapitalist ülkelerde bu edebiyat, hayatını yaşamak için devrimci proletaryaya derinden bağlı yazarların eseri olabilir (bununla birlikte bu istisnai yazarların çoğu zaman roman yazmaktan başka işleri olacaktır… Bu kısır döngüye dikkat çekelim).
Sovyet ülkelerinde ise yeni filizlenen bu edebiyat birer entelektüel haline gelmiş genç proleterlerin (veya dilersek proletaryadan çıkmış genç entelektüellerin) eseridir.
Proletaryaya yabancı yazarlar kimi zaman bazı eserlerde veya bazı sayfalarda yürüyüş halindeki proletaryanınkine çok yakın bir duyguyu, insana ve hayata dair bir kavrayışı ifade edebiliyor. Hatta bazen komünist olmayan yazarların partimize bağlı olanlardan çok daha yoğun biçimde bunları ifade edebildiği de olur. Mesela Vaillant-Couturier’nin Körler Balosu, hissiyat ve şehvet alanında, her bir sayfasında açığa çıkan bireyselliğiyle bu söylediklerimize olabilecek en yabancı edebiyata dahildir. Buna karşı René Arcos’un Öteki’si, D. Braga’nın 50.000’i, Luc Durtain’in Kırkıncı Kat’ı, Panait Istrati’nin Codine’i ancak proletaryayla muzaffer olabilecek fikirler ve duygularla kayda değer biçimde yoğrulmuştur: kolektif yaşam duyguları (insanın yalnız olduğu doğru değildir), sağlıklı bir çaba ve mücadele içinde yaşama neşesi, insan ile mekanik medeniyet arasındaki ilişki.
Burada, aynı çerçevede iki büyük Amerikalı yazarı da anma arzuma karşı koyamıyorum: Babbitt’te, engin teknik medeniyetinin çıkmazı içinde olgunlaşmış ABD’li ortalama burjuvayı olağanüstü biçimde tasvir eden Sinclair Lewis ile Manhattan Transfer’de toplumsal dinamizmin etkili bir resmini çizen John Dos Passos (tabii ki Whitman, Zola, Verhaeren gibi öncüleri de unutmamak gerekir).
3. Aynı sorun proletarya diktatörlüğü rejiminde biraz daha farklı yönleriyle ortaya çıkıyor. Bir proleter kültürü var mıdır burada? Kültür, egemen sınıfların yüzyıllar veya en azından onyıllar içinde şekillenen eseridir. Ancak proletarya, toplumsal sınıfların ortadan kalkmasına uğraşır. Mücadele devam ettiği sürece sınıflar savaşının gereklilikleri tüm enerjisini alacaktır. Troçki tüm bu meseleleri maalesef henüz Fransızcaya tercüme edilmemiş bir kitabında, Edebiyat ve Devrim’de ortaya koyar: “Esasında proletarya diktatörlüğü, üretimi ve kültürüyle yeni bir toplumun örgütlenişi değildir, yeni bir toplum için devrimci mücadele rejimidir”. Bu koşullarda proletarya, burjuva kültürünü ancak kendi ihtiyaçlarına belirli bir ölçüde uyarlayabilir. Mücadele sona erdiğinde, toplumun sınıflara bölünmüşlüğü son bulduğunda, ortada proletarya kalmayacaktır. Yeni doğan kültür ise gerçekten bir insanlık kültürü olacaktır. Dolayısıyla proleter kültür ve edebiyattan ancak sınırlı bir anlamda söz etmek mümkün.