[...] Dünyayı kavrayış sistemi ve bu sistemin teşvik edeceği varsayılan politik seferberlik biçimleri sanatı ayakta tutacak kadar güçlüyken, eleştirel sanatın amaçlarıyla gerçek etkileme biçimleri arasındaki mesafeyi görmezden gelmek mümkündü. Bu sistem apaçıklığını, bu biçimler de güçlerini yitirdiğinden beriyse artık bu mesafe apaçık ortada duruyor. Eleştirel söylemin bir arada tuttuğu "heterojen" öğeler, aslında mevcut yorum şemalarıyla birbirine bağlanmıştı. Eleştirel sanat icrası, uyuşmazlık dünyasının apaçıklığından besleniyordu. O halde şu soruyu sormamız mümkün: Bu uyuşmazlık evreni apaçıklığını kaybettiği zaman eleştirel sanata ne olur? Bugünkü mutabakat dünyası bağlamında sanatın başına ne gelir?
Mutabakat (consensus) kelimesi, önceliği uzmanlığa, hakemliğe, "toplumsal taraflar" veya farklı tipte topluluklar arasındaki müzakereye veren "modern" yönetim biçiminden çok daha fazlasını ifade eder aslında. Mutabakat, duyumla anlam arasında, yani duyumsal bir sunum tarzıyla bunun verilerinin yorumlanma rejimi arasındaki uyumu ifade eder. Düşünce ve beklenti farklarımız ne olursa olsun, aynı şeyleri algılar ve onlara aynı anlamı veririz, demek oluyor bu. Ekonomik küreselleşme bağlamı, homojen bir dünya görüntüsü dayatıyor; bu görüntüde her milli kolektiflik için en büyük problem, kendisinin belirleyemediği bir veriye adapte olmak, emek piyasası ve toplumsal güvence biçimlerini adapte etmektir. Bu bağlamda, eleştirel sanat biçimlerini veya sanatsal muhalefeti destekleyen küresel kapitalist tahakküme karşı verilmekte olan mücadelenin zorunlu olduğu düşüncesi zayıflamaktadır. Piyasanın zorunluluğuna karşı verilen mücadelenin aldığı biçimler, kimilerince ilerlemenin zorunluluklarına karşı arkaik imtiyazlarını savunan grupların tepkisine benzetiliyor gitgide. Küresel kapitalist tahakkümün yayılması da modern medeniyetin, demokratik toplumun veya kitle bireyciliğinin kaçınılmazı sayılıyor.
Bu koşullarda heterojen öğelerin "eleştirel" çarpışması için, karşıt duyumsanabilir dünyaların politik çarpışması gibi bir benzetme de yapılmıyor artık. Böyle olunca o da kendi etrafında dönmeye meylediyor. Maksatlar, yöntemler ve eleştirel düzeneği gerekçelendiren retorik yıllardır hiç değişmiyor. Dün olduğu gibi bugün de metanın ve ideal ikonlarının, iğrenç meta atıklarının hükümranlığını oldukça bayatlamış stratejilerle ifşa ettiğimizi iddia ediyoruz: Parodileştirilmiş reklam filmleri, değiştirilmiş mangalar, emekliye ayrılan disko sesleri, reklam karakterlerinin balmumu heykelleri veya Sovyet gerçekçiliğinin kahramansı üslubuyla yapılmış resimleri, kılıktan kılığa giren sapıklara dönüştürülmüş Disneyland karakterleri, dergi reklamlarına, hüzünlü boş zamanlara, tüketim uygarlığının atıklarına benzeyen yaygın iç mekânların fotomontajları; her şeyi öğütüp atığa dönüştüren toplumsal makinenin bağırsaklarını temsil eden dev borular ve makinelerle yapılmış enstalasyonlar, vb., vb. Metanın iktidarını, gösterinin hükümranlığını veya iktidarın pornografisini bize keşfettirdiğini iddia eden bir retorikle desteklenen bütün bu düzenekler, galerilerimizi ve müzelerimizi doldurmaya devam ediyor. Fakat dünyamızda hiç kimse dikkatini çekmemize muhtaç olacak kadar dikkatsiz olmadığı için, bu mekanizma aslında kendi etrafında dönmekten ve kendi düzeneğinin karar verilemezliğini istismar etmekten başka bir şey yapmıyor. Bu karar verilemezlik Charles Ray'in Devrim Karşıdevrim adlı yapıtında anıtsal biçimde alegorikleştirilmiştir. Yapıt, bir atlıkarınca görünümündedir. Fakat dönmedolap mekanizmasını değiştirmiştir sanatçı. Dönmedolap ilerledikçe yavaş yavaş geriye giden atları genel dönme mekanizmasından koparmıştır. Yapıtın adı düzanlamını işte bu iki yönlü hareketten almaktadır.* Bununla birlikte bu ad, yapıtın alegorik anlamını ve politik statüsünü de belirtmektedir: Tam da bu makinenin işleyişinden ayırt edilemeyecek olan eğlence makinesinin devrilişi. O halde bu düzenek, eleştiriye dönük parodi ile eleştirinin parodisi arasındaki denklikten beslenmektedir. İki etki arasındaki ilişkinin karar verilemezliğini kullanmaktadır.
Charles Ray, Revolution Counter Revolution, 1990
Demek ki eleştiri modeli, kendini ortadan kaldırma eğiliminde. Fakat bundan birçok farklı sonuç çıkarılabilir. İlk olarak, sanatın sırtındaki politik yükü azaltmak gerektiği; heterojen öğelerin çarpışmasını, ortak aidiyet işaretlerinin dökümüne ve diyalektiğin keskin polemiğini oyunun basitliğine veya alegorinin mesafesine indirgemek gerektiği söylenebilir. Başka yerde yorumladığım dönüşümlere burada tekrar dönmeyeceğim.[1] Buna karşılık, ikincisi üzerinde durmaya değer, zira kendini modelin kilit taşı yerine koyan seyircilik bilincidir burada söz konusu olan. Bu bilinç, görsel düzenekler üreten bir sanatla toplumsal bağların dönüşümü arasındaki dolayımı ortadan kaldırmayı önerir. Bu düşüncede sanat düzenekleri doğrudan toplumsal bağ önermeleri olarak sunulur. Nicolas Bourriaud' nun ilişki estetiği adıyla popülerleştirdiği tez budur: Yeni formlarıyla sanat çalışması, görülecek nesneler üretmek diye tanımlanabilecek eski çalışmayı aşmıştır. Artık bu çalışma, doğrudan doğruya "dünyayla kurulacak/kurulmuş bağlar", yani etkin topluluk biçimleri üretmektedir. Bu üretim bugün "toplantıları, randevuları, gösterileri, kişiler arasında farklı tipte ortak çalışmaları, oyunları, kutlamaları, birlikte yaşama alanlarını, özetle, karşılaşmaları ve yeni ilişkileri"[2] kapsayabilmektedir. Müze mekânının içi ve toplum yaşamının dışı, böylelikle, ilişki üretiminin eşdeğerli iki alanı olarak tezahür etmektedir. Fakat bu sıradanlaştırma, karşıtını da hemen ortaya koyar: Sanat yapıtlarının, toplumsal ilişkiler çeşitliliği içinde erimesi görülmeye değerdir. Ya "görülecek hiçbir şeyi" olmayan ilişkinin olağanlığı normalde yapıtların teşhiri için hazırlanan mekâna garip biçimde yerleşir; ya da tersine, kamusal alandaki toplumsal bağların üretimi, görülmeye değer sanatsal bir form almış gibi algılanır. İlk durum Rirkrit Tiravanija'nın meşhur düzenekleriyle simgeleştirilmiştir: Tiravanija, bir eylem, toplantı ve kolektif tartışma başlatmak üzere hazırlanmış piknik tüpü, çaydanlık ve poşet çorbaları; hatta ziyaretçilerin dinlenebilecekleri, duş alabilecekleri veya yemek hazırlayabilecekleri bir daire, kendi dairesinin bir röprodüksiyonunu sergi ziyaretçilerinin kullanımına sunar. İkincisineyse Lucy Orta'nın dönüştürülebilir giysileri örnek olabilir: Giysiler acil durumlarda yardım çadırına dönüştürmek için veya kolektif bir gösterinin katılımcılarını doğrudan birbirine bağlamak için kullanılabilecek niteliktedir. Bu şaşırtıcı, şişirilebilir düzenek numaralanmış, kare şeklinde yerleştirilmiş bir grup gösterici kombinasyonuyla da yetinmiyor, bu çokluğun birliğine işaret edebilmek için bağ (link) kelimesini dahi kullanıyordu. "Görülen yapıt"ın yerine geçen eylem-oluş veya bağ-oluş, ancak sanatın kendi dışına çıkışının örneği olarak algılandığı zaman etkileyici olabilir.
Sanattan toplumsal ilişkilerin gerçeğine çıkma hareketi ile sadece sembolik etkileyiciliği sağlayan teşhir arasındaki bu gidip gelmeler, dört yıl önce Sao Paolo Bienali'nde sergilenen, Kübalı sanatçı Rene Francisco'ya ait bir yapıtla ortaya konmuştur. Sanatçı, yoksul bir mahalledeki yaşam koşulları üzerine bir araştırma yapmak için bir sanat vakfının parasını kullanmış; sanatçı dostlarıyla birlikte bu mahallede yaşlı bir kadının evini onarmaya karar vermişlerdi. Yapıt bize tül bir perde gösteriyordu, perde üzerindeyse yaşlı kadının profil görüntüsü basılıydı ve kadının yüzü, sanatçıları duvar ustası, badanacı veya tesisatçı olarak çalışırken gösteren bir videonun oynadığı bir monitöre çevriliydi. Bu müdahalenin, hâlâ komünist olduğunu söyleyen birkaç ülkeden birinde gerçekleşmiş olması, sanatın gerçekleştirilmesiyle ilgili iki farklı düşünce ve dönem arasında gerçek bir çarpışma meydana getiriyordu. Kübalı sanatçının işi, Sovyet Devrimi zamanında Maleviç tarafından ifade edilen büyük arzuyu yerine getiriyordu: Resim yapmak yerine doğrudan doğruya yeni yaşam biçimleri inşa etmek. Bugün bu inşa, zor durumdaki insanlara yardım ederek kendini ispatlayan sanat politikası ve sadece sanat mekânlarından çıkmakla, gerçeğin alanına girmekle kendini ispatlayan sanat politikası arasındaki muğlak ilişkiye indirgenmiş bulunuyor. Fakat gerçeğin alanına çıkış da yoksullara hizmet de, ancak müze mekânında örnek niteliklerini sergileyerek anlam kazanabilir. O mekânda da bu çıkışların görsel dökümüne yöneltilen bakış, birçok sanatçının bugün anonimlerin çokluğunu ve yaşam çerçevelerini bize göstermek için kullandığı büyük mozaiklere veya duvar resimlerine yöneltilen bakışın aynısıdır. (Örneğin -aynen alıntılıyorum- "aileleri ve toplulukları birleştiren ince bağları" hatırlatmak isteyen Çinli sanatçı Bai Yiluo'nun birbirine diktiği bin altı yüz vesikalık fotoğrafın kanaviçesine.) Plastik formlar yaratmak yerine doğrudan ilişki biçimleri yaratan sanatın yaptırdığı kısa devre, kendini öngörülen sonucun gerçekleşmesi olarak sunan bir yapıtın kısa devresidir. Nasıl bu sanatçı eskiden stüdyoda çalışan biri olarak çektiği fotoğrafları birbirine dikmişse, sanattan da insanları birleştirmesi beklenmektedir. Fotoğrafların bir araya getirilmesi, nesnesi ve hedefi olan insan topluluğunu burada ve şimdi mevcut hale getiren anıtsal bir heykel işlevini üstlenmektedir. Bugün küratörlerin retoriğinde çok sık karşılaştığımız metafor kavramının kavramlaştırmaya çalıştığı şey; duyumsanabilir bir biçim düzeneğinin sunumu, bu düzeneğin anlamının tezahürü ile bu anlamın somut gerçekliği arasında bulunması istenen özdeşliktir.
René Francisco, A la ca(sz)a de Rosa, 2003
Bu çıkmaza saplanma duygusu sanat politikasına genel toplumsal bağların üretimi görevini değil; piyasa biçimlerinin, hükmedenlerin ve medya iletişiminin buyurduğu, sımsıkı belirlenmiş toplumsal bağların yıkılması görevini verme isteğini güçlendirir. Bunun sonucu olarak sanat eylemi, sistemin sınırlı ve sembolik yıkılışını üretmekle bir tutulur. Fransa'da bu strateji, gıda üreticilerinin vaatlerini ciddiye almaya karar veren bir sanatçı, Matthieu Laurette tarafından simgeleştirilmiştir: "Memnun kalmazsanız paranızı geri ödeyelim." Laurette süpermarketlerde bu ürünleri sistematik biçimde satın almaya ve parasını geri alabilmek için memnuniyetsizliğini ifade etmeye başlamıştı. Tüm tüketicileri kendi yaptığını yapmaya teşvik etmek için de televizyonun cazibesinden yararlanmıştı. Nihayet, 2006'da Paris Çağdaş Sanat Ortamı'ndaki "Bizim Hikâyemiz" başlıklı sergisi, çalışmasını üç öğe içeren bir enstalasyon biçiminde sunuyordu: Kendisini ağzına kadar ürün dolu bir alışveriş arabasını iterken gösteren balmumundan bir heykel; televizyona yansıyan girişiminin tümünü anlattığı televizyonlarla kaplı bir duvar; ve girişimine ilişkin gazete kupürlerinin büyütülmüş fotoğrafları. Serginin küratörüne göre bu sanatsal eylem, hem metanın değer artışı mantığını hem de televizyon şovunun temel ilkesini tersyüz ediyordu. Fakat bu tersyüz oluşun apaçıklığı, dokuz tane değil de bir tek televizyon olsaydı ve eylemleriyle basın açıklamalarının fotoğrafları normal boyutlarda olsaydı, kesinlikle daha az anlaşılır olacaktı. Etkinin gerçekliği bir kez daha görüntünün büyütülmesine dayandırılmıştı. Belirli bir sanatsal aktivizm biçimini eski temsil mantığına götüren bugünkü birçok yapıt ve sergide görülen eğilim de bu yöndedir: Eskiden nasıl tarih tablolarının anıtsal heybeti saraylarını süsledikleri prenslerin büyüklüğünü ispat ediyorduysa, bugün de müze alanında işgal edilen yerin önemi toplumsal düzendeki bir yıkılış etkisinin gerçekliğini ispat etmeye yaramakta. Böylece mekânın heykellerle işgalinin, canlı icranın ve retorik gösterimin etkilerini bir araya getiriyoruz. Müze salonlarını, gündelik hayatın nesne ve görüntülerinin röprodüksiyonlarıyla ya da kendi icralarının anıtlaştırılmış dökümleriyle dolduran aktivist sanat, ulaşmak istediği etkileyiciliğin parodisi haline gelmek pahasına, kendi etkisini taklit edip öngörmektedir.
Matthieu Laurette, The Freebie King, 2001
Sanatçılar tahakküm araçlarına "sızma" görevini üstlendikleri zaman da görsel etkileyiciliğin gösterime hapsolması riski baş göstermektedir. Bunu söylerken, güçlü tahakküm alanlanna sahte kimliklerle giren Yes Men'lerin performansları var aklımda: Aralarından birinin olağanüstü bir takip cihazı icat ederek katıldığı işadamları kongresi, George Bush için kampanya komitesi veya televizyon yayınları. En muhteşem performanslarıysa Hindistan'daki Bhopal felaketine ilişkindir. Malum ekipten biri, sigorta şirketi Union Carbide'i satın almış olan Dow Chemical şirketinden bir yetkili gibi kendini tanıtarak, BBC'ye çıkmayı başarmıştı. Bu unvanla, televizyonun en yoğun izlendiği bir saatte, şirketin sorumluluğu kabul ettiğini ve mağdurların zarannı tazmin edeceğine söz verdiğini açıklamıştı. İki saat sonra şirket elbette harekete geçip, hissedarlarından başka kimseye karşı sorumlulukları olmadığını duyuracaktı. Beklenen tepki de buydu zaten ve gösteri kusursuz olmuştu. Bununla birlikte, medyayı aldatmayı başaran bu performansın, uluslararası sermaye odaklarına karşı çeşitli eylemlere kışkırtıp kışkırtmayacağını da düşünmek gerekir. 2004'te George Bush'un seçim kampanyası komitelerine sızanları sayıp döken Yes Men'lerin eylemi aslında hem koca bir başarısızlık hem de büyük bir başarıydı. Büyük bir başarı, çünkü akıl ve becerilerini birleştirerek rakiplerini aldatmayı başarmışlardı; koca bir başarısızlık, çünkü eylemleri fark edilmemişti.[3] Gerçekleştirdikleri eylem, bir parçası olduğu durumdan ayırt edilemediği
içindir ki, başka bir yerde bir sanatçı performansı olarak açıklanabiliyordu.
Tahakküm gerçeğinin merkezine doğrudan eylemde bulunan sanat
politikasının temel sorunu budur. Sanatın kendi alanının dışına çıkması, tıpkı politik eylemin eskiden hasmının iktidar sembollerini hedef alması gibi, sembolik bir gösteri halini alır. Fakat tam da, sembolik bir eylemle rakibe indirilen bu darbenin politik bir eylem olup olmadığı tartışmalıdır: Önemli olan, bu eylemin sanatsal yalnızlıktan iktidar ilişkilerinin hakikatine doğru başarılı bir çıkış olup olmadığı değil; hedef aldığı tahakküm odakları karşısında kolektif eyleme nasıl bir güç kattığıdır. Burada kullanılan kabiliyetin, herkesin kabiliyetinin olumlanması veya gelişmesi anlamına gelip gelmediğidir. Araya sızma virtüözlerinin bireysel performanslarını, doğrudan kolektif eylemin yeni politik biçimi sayıp değerlendirme kriterlerini birleştirdiğimiz zaman, bu soru da ortadan kalkmaktadır. Sanat icrasıyla politik eylem arasındaki bu özdeşliği destekleyen şey, kapitalizmin yeni çağında maddesel olan ve olmayan üretim, bilgi ve iletişimin ve sanat icrasının, kolektif aklın iktidarını gerçekleştirmek üzere bir potada kaynaşacağı görüşü, hayalidir. Fakat kolektif aklı gerçekleştirmenin birçok biçimi olduğu gibi, icranın da birçok biçimi ve sahnesi vardır. Doğrudan doğruya politik olan yeni sanatçı görüşü, müze sınırlarına hapsolmuş sanat simulakrumlarının karşısına politik eylemin hakikatini çıkarmak istiyor. Fakat bu görüş, sanat politikasına özgü estetik mesafeye atıfta bulunarak belki de ters bir etki yaratıyor. Estetik politikası ile politika estetiği arasındaki mesafeyi ortadan kaldırarak politikanın kendine has bir özneleşme ortamı yaratmasını sağlayan işlemlerin benzersizliğini de ortadan kaldırıyor. Paradoksal biçimde de bu görüş sanatın etkileyiciliğini sanatçıların
niyetlerini hayata geçirmelerine bağlayarak, sanatçının virtüöz ve stratejist kabul
edildiği geleneksel görüşü desteklemektedir.
O halde sanat politikası, kendi alanı dışındaki "gerçek dünyaya"
müdahaleyle çözemez paradokslarını. Sanatın dışında kalacak bir gerçek dünya yoktur. Duyumsanabilir ortak kumaşın üzerinde estetik politikası ile politika estetiğinin birleşip ayrıldıkları tek ve ikili kıvrımlar vardır. Kendinde gerçek diye bir şey yoktur; algılarımızın, düşüncelerimizin ve müdahalelerimizin nesnesi olarak, gerçeğimiz olarak bize sunulmuş olanın yapılandırmaları vardır. Gerçek (le réel) her zaman için bir kurmaca inşasıdır - yani görülür, söylenilir ve yapılır olanın birbirine bağlandığı bir mekânın inşası. Kurmaca karakterini inkâr edip bu gerçeğin alanıyla temsiller ve görünüşler, kanılar ve ütopyalar alanı arasına basit bir ayrım çizgisi çekerek kendini gerçekmiş gibi gösteren şey egemen, uzlaşımsal (consensuel) kurmacadır. Politik eylem olarak sanatsal kurmaca da bu gerçeği didikler, bu gerçeği polemik bir biçimde parçalayıp çoğaltır. Yeni özneler icat edip yeni nesnelerle gündelik verilere dair başka türlü bir algı ortaya çıkaran politikanın işleyişi de kurmacaya dayalı bir işleyiştir. Aynı biçimde sanatın politikayla ilişkisi de kurmacadan gerçeğe geçiş değil, kurmaca üretmenin iki farklı biçimi arasında kurulan bir ilişkidir. Sanat pratikleri, seyirciyi birtakım bilinç biçimleri veya sanata dışsal olan bir politika adına harekete geçirecek birtakım enerjiler sağlamaya dönük araçlar değildir. Bu pratikler kolektif politik eylem biçimlerine dönüşmek üzere kendilerinin dışına da çıkmaz. Sanat pratikleri görülür, söylenilir ve yapılır olanın yeni bir peyzajını çizmeye katkıda bulunur. "Sağduyunun" diğer biçimleri üzerindeki fikir birliğine karşı,
polemik olan sağduyu biçimleri icat ederler.
Eleştirel ifadenin gerilemesi, o halde yerini külyutmaz parodi veya
aktivistin nihayet kendini göstermesi gibi birtakım alternatiflere bırakması
demek değildir. Buna karşılık birtakım apaçıklıkların geri çekilmesi, muhtelif uyuşmazlık biçimlerinin çoğalmasına yol açmaktadır: Şu sözde görüntü akınında görünmeyeni göstermeye çalışan biçimlerin; herkese ait olan temsil etme, konuşma ve eylemde bulunma yeteneklerini hiç görülmemiş şekillerde ortaya koyan biçimlerin; duyumsanabilir olanın sunumları arasındaki ayrım çizgilerini yerinden oynatan, sanat politikalarını yeni bir gözle inceleyerek kurmacaya dönüştüren biçimlerin. Başka türlü anlaşılan bir eleştirel sanatın biçim çeşitliliğine de yer var bu arada. Köken anlamıyla "eleştiri" ayrılık, ayırt etme ve ayrımcılığa ilişkin demektir. Eleştiri, ayrılık çizgilerini yerinden oynatarak gerçeğin uzlaşımsal kumaşına bir ayrım getirme ve bu açıdan, verili olanla ilgili mutabakat alanını yapılandıran ayrım çizgilerini genişletme sanatıdır -örneğin belgeseli kurmacadan ayıran çizgiyi: İnsanlığı bile isteye -etkilenen veya harekete geçen, nesne ve özne olan insanlık diye- iki tipe ayıran bu türler ayrımını. "Kurmaca İsrailliler içindir, belgesel ise Filistinliler için," diyordu Godard ironik bir üslupla. İşgal ve savaş gerçeğini işlemek üzere, popüler veya sofistike çeşitli kurmaca biçimlerini kullanan veya sahte arşivler yaratan çok sayıda Filistinli veya Lübnanlı sanatçının -İsraillilerin de- bulandırmak istediği şey işte bu ayrım çizgisidir. Bu tür ifade sistemleri arasındaki ayrım çizgilerini sorgulayan kurmacalar ve toplumun "edilgen" marjlarına itilmiş olanların konuşma ve oynama kabiliyetlerini açığa çıkararak "mağduriyet yoluyla yaratılan yozlaşma döngüsünü tersine çeviren"[4] icralar için eleştirel diyebiliriz pekâlâ. Fakat eleştirel çalışma -yani ayrım çizgilerini konu alan çalışma- kendi pratiğine özgü sınırları inceler, ancak kendi etkisini öngörmeyi reddeder; bu etkinin üretilmesini sağlayan estetik ayrımı da hesaba katar. Kısacası seyircinin edilgenliğini ortadan kaldırmayı istemek yerine, etkinliğini yeni bir gözle inceler. [...]
* Fransızcada "devrim" kavramını ifade eden revolution kelimesinin düzanlamı "dönüş, dönme hareketi"dir; "karşıdevrim" anlamındaki contre-revolution da bu durumda "karşı yönde, ters yönde dönme" diye anlaşılabilir, -ç.n.
Metnin tamamı için bkz.:
Jacques Ranciére, "Politik Sanatın Paradoksları", Özgürleşen Seyirci içinde, çev. E. Burak Şaman, (İstanbul: Metis, 2010), s. 48-77.
[1] Bu konuda, Le Destin des images'da (La Fabrique, 2003; Türkçesi: Görüntülerin Yazgısı, çev. A. Ufuk Kılıç, İstanbul: Versus, 2008) ve Malaise dans l'esthetique'te (Galilee, 2005) sunulan, bu dönemecin belirgin göründüğü bazı sergilerin analizlerine atıfta bulunmakla yetineceğim.
[2] Nicolas Bourriaud, Esthetique relationnelle, Les Presses du reel, 1998, s. 29.
[3] Yes Men'lerin Berlin'de 16 Ocak 2005'teki Klartext! Der Status des politischen in aktüeller Kunst und Kultur konferansında sundukları bildiri.
[4] John Malpede ile söyleşi, www.inmotionmagazine.com/jml.html. John Malpede, ironik biçimde LAPD baş harflerini kullanan, alternatif tiyatro kuruluşu Los Angeles Poverty Department'ın müdürüdür (LAPD: Normalde Los Angeles Emniyet Müdürlüğü'nü ifade eden kısaltma. -ç.n.)