Paul Virilio’yla Söyleşi: Kelimeler Değil, Görüntüler

 

L’Inertie polaire (Kutupsal Durağanlık, 1990) adlı eserinizde çağdaş tekno-kültürün ‘kazaları’nı seküler birer ‘mucize’ olarak tanımlamıştınız. Bununla tam olarak neyi kastediyordunuz?

Her yeni teknolojik buluşun –örneğin, yeni bir gemi ya da uçak– bir tür kaza meydana getirdiğini düşünüyorum. Titanik, denizde yeni bir felaketi getiren bir kaza türüydü. Diğer bir deyişle, her teknolojik yenilik beraberinde kendine özgü bir olumsuzluk ya da kaza getirir. İnsanlar deprem ve sel baskını gibi doğal kaza ya da felaketlerden söz ediyor; ama bana göre bunlar gerçek kaza değil. Beni ilgilendiren, kazaların teknolojik boyutları – raydan çıkan tren, çarpışma, Çernobil, Titanik vs. Yirminci yüzyıl beni her şeyden önce kazaların yüzyılı olduğu için ilgilendiriyor. Bana göre bu yüzyıl teknolojik ve bilimsel devrim yüzyılıdır. Auschwitz ve Hiroşima’dan çok Titanik ve Çernobil’in yüzyılıdır. Bu yüzden, kazaların ifşa ettiklerini anlamayan biri yirminci yüzyılı da gerçekten anlayamaz. Kazalar, bilimin ve teknolojinin ilk günahını ifşa eder. Bilim ve teknoloji, tıpkı bizler gibi, kusurludur.

Kazaların, haberci olarak mucizevi niteliğe sahip olduğunu öne sürmenize rağmen, yeni teknolojilerin durağanlık ve aşırı hiperaktiviteye sebep olan olumsuz bir güç olduğunu savunuyorsunuz. Bunun yerine, yeni teknolojileri keşfeden araştırmacıların daha olumlu bir anlamda hiperaktif olduklarını, yeni teknolojilerde uzmanlaştıklarını savunamaz mıyız?

“Kutupsal durağanlık” terimiyle aslında mutlak hızı kastediyorum. Bu tür bir durağanlığın enerji ve hızın sonucu olduğunu savunuyorum. Örneğin uçakta oturup ekranları izleyen bir pilotun durağanlığını kastediyorum. Bu yüzden bana göre telekomünikasyon bir tür felce yol açıyor. Ve bu da nadiren tartışılıyor. İnsanlar uçakla seyahatin muhteşem bir şey olduğunu söylüyorlar, Sydney ile Paris arasını bu kadar hızlı gidip gelmek muhteşem bir şey; ama tüm bunlar durağanlık pahasına, felç pahasına!

Sizinkisi modern teknolojinin potansiyeline tek boyutlu bir bakış değil mi?

Hayır! Ben her iki olasılığa da, her ikisine de inanıyorum. Araştırmalarımın hem hız hem de durağanlık üzerine odaklanmasının nedeni bu. Çalışmalarım, hem Titanik’in olumlu potansiyeline –o muhteşem gemi!– hem de buzdağının felaketine odaklanıyor. Bunlar aynı şeyin iki yüzüdür.

Bu noktada en büyük sorun örneklerin seçiminde değil mi? Eğer bu şeylere askerî, sınai ya da ticari bağlamda bakılırsa, tüm bu teknolojilerin durgunluğa yol açtığı sonucuna kolayca varılabilir. Ama bazen de elektroakustik medyayla ilişkilendirdiğiniz temel enerjinin daha olumlu şekillerini ele alıyorsunuz.

Bu, özgürleşmenin hızıdır. Kitabımın –La Vitesse de libération (Özgürleşmenin Hızı, 1995)– konusudur. Özgürleşmenin hızı, yerçekimi kanunlarından kurtulmanızı sağlayan enerjidir. Ben daima iki yönlü düşündüm. Daima! Birçok insan yazılarımın yalnızca karamsar boyutunu fark etmişe benziyor. Beni ilgilendiren şeyin yirminci yüzyılın küresel boyutları olduğunu anlamıyorlar: mutlak hız, yirminci yüzyılın telekomünikasyon gücü, nükleer enerji ama aynı zamanda bu enerjinin mutlak felaketi. Bu durumların hepsiyle birlikte yaşıyoruz! Ve ben bu müphem bilim ve teknoloji yüzyılının çocuğuyum. Benim yüzyılım, bu: Haçlı Seferleri’nin yüzyılı değil, Rönesans yüzyılı değil, tekno-bilimsel gücün yüzyılı. Ve bu tekno-bilimsel güç, politik ya da dinî güç gibi, aynı anda hem bir nimet hem de bir felakettir.

Bu büyük bir soruna yol açıyor, öyle değil mi? Bu iki güç arasında orta yol nasıl bulunabilir? Bunlara genel olarak bakan birinin teşhisleri daima kötümser olacaktır. Ama L’Inertie polaire ve La Vitesse de Libération’u okurken aklıma Avustralyalı sanatçı Stelarc’ın son performansları geldi. Stelarc’ın internetle eşgüdüm içinde gerçekleştirdiği bu cüretkâr gösteriler siber kültürle ilişkilendirdiğiniz durağanlıktan çok uzak geliyor bana.

Stelarc’ı, teknolojinin Antonin Artaud’su gibi düşünüyorum – eserlerinde en çok ilgimi çeken şey bu. Kendini tamamen araştırmalarına adıyor. Teknolojiyle oynamıyor –çalışması Artaud’nunkiyle aynı özgünlüğe sahip. Ama korkarım ki işler tıpkı Artaud’da olduğu gibi kötü gidebilir ve sonunda makinelerinin kurbanı olabilir. Ama bu onun sanatsal araştırmalarının doğasında var.

Stelarc, gerçekten farkında olmasa da, çalışmaları dinî boyutlara sahip bir sanatçı. Demek ki, bir tür başkalaşımın peşinde. Teknolojik güçler sayesinde kendini başkalaştırabileceğini –olduğundan başka bir şey olabileceğini– düşünüyor. Bir melek, bir başmelek, bir mutant, bir sayborg ya da her neyse... Yani çalışmalarında makine tanrısına –bir deus ex machina– yönelik bir tapınma var ve Stelarc da bu makinenin peygamberi.

 

 

Ama bana göre insan, Tanrı’nın mucizelerinin sonuncusudur. Başka bir deyişle, insan dünyanın merkezinde değil, dünyanın sonundadır. İnsan kendinin sonudur. Öjenik teorileri reddetmemin sebebi, insanın gelişmeyi bekleyen bir prototipten ibaret olduğu fikrine katılmamam. Stelarc’ın araştırması, kendi durumunu geliştirmesi anlamında özünde öjenisttir. Onunki bir tür vücut geliştirme, bir tür beden sanatı. Ben öjeniğe tamamen karşıyım. İnsanın tamamlanmış olduğuna inanıyorum.

Ama söylediklerimde hayıflanılacak bir taraf yok. Olaylar sonuna ulaştı dediğimde, dünyanın sonu anlamında sonlarına ulaştıklarını kastetmiyorum, biz sadece durumların ‘sonu’nu yaşayabiliriz diyorum. Bence Baudrillard da aynı şeyi söylüyor. Olayların sonundan başka hiçbir şey yaşamadık, çünkü biz ölümlüyüz. Bu, felsefenin temelidir.

Varız çünkü ölümlüyüz; bu yüzden varız çünkü durumların sonuyuz. Var olmamız ölümle ilişkili; yaşamın sonuyla ilişkili. Ölümlü olduğumuz için güçlüyüz ve birer şairiz – Beckett gibi muhteşem şairleriz! Ve işte bu yüzden bu son muazzam bir son. Yaşamın kendisi bu sondur, insan dünyanın sonudur, dünyanın sonu Hiroşima değil, sizsiniz, benim. Durumların sonu bizim hayatlarımızdır. Ölümlü olduğumuz için bilinçliyiz.

Bunların hiçbiri üzücü şeyler değil, hiçbiri kıyametle ilgili değil. Asıl kıyametçi olan, insanın dünyanın merkezinde olduğunu söylemek. Bu çok saçma, gülünç! İnsanbiçimcilik bir sapkınlıktır! Geçen yıl kıyamet üzerine bir konferansta, kıyamet ve dünyanın sonu hakkındaki fikirlerle hiç ilgilenmediğimi söylemiştim. Beni ilgilendiren, benim sonum – dünyanın sonu değil. İkinci Dünya Savaşı’nda Nantes’ın bombalanmasına tanık oldum ve kıyameti sekiz yaşımda gördüm!

Yirmi yılda bir entelektüel kıyametler kopmuyor mu? Örneğin kübizm ilk ortaya çıktığında anlaşılmaz görünüyordu; ama şimdi sadece yirminci yüzyıl başının kelime dağarcığına bir diğer ek gibi görünüyor. Bizim en büyük sorunumuz yeni teknolojileri anlamak ve kullanmak değil mi?

Aynen öyle. Bilim ve teknoloji karşısında halen özgür müyüz? Şahsen bir sonraki politik mücadelenin –en geniş anlamıyla politik mücadele kavramını alalım– tekno-bilime, tekno-bilimin hükmüne, klonlamaya, robotiklere vb. karşı olacağını düşünüyorum. Ama bu tür mücadele önceki bir duruma dönüş anlamına gelmiyor. Bizzat teknolojiye karşı mücadele anlamına geliyor – onu bertaraf etmek için değil, değiştirmek için.

Bu çok daha ilginç.

Elbette. Hiçbir zaman bir kayıp cennete dönüşü öneren bir ‘ekolojist’ olmadım. Hem de hiç. Bütün kitaplarım bu tür mücadeleyi savunur.

Sizin için teknolojiyle ‘mücadele’, teknolojiyle ‘temas’ ya da teknolojiyle işbirliği yapma teşebbüsü anlamına mı geliyor?

Bunu İncil’in muhteşem imgelerinden biri olan Yakup’un melekle güreşmesi yönünden düşünmeyi tercih ederim. İbrahim, İshak ve Yakup tektanrıcılığın, Kitab-ı Mukaddes’in tanrısı Yehova'nın mucitleri ya da kâşifleridirler. Yakup bir melek suretindeki Tanrı’sıyla buluşur ve bütün gece bu melekle güreşir. Gecenin sonunda meleğe şöyle der: “Beni kutsa, çünkü bütün gece mücadele ettim.”

Bu neyin simgesidir? Bu, Yakup’un Tanrı’nın önünde uyumak istemediği anlamına gelir. Tanrı’nın ona bir insan olarak saygı duymasını istemiştir. Tanrı’nın karşısında insan olarak kalmak istemiştir. İsrail’in büyüklüğü buradan geliyordu. Tanrı ona şöyle dedi: “Bundan sonra senin ismin Yakup değil İsrail’dir”, çünkü karşısında bir idol varmışçasına uyumak yerine mücadele etti. Teknoloji de bizi aynı duruma sokuyor. Onun karşısında uyumak yerine onunla savaşmalıyız. Ben hiç teknolojinin karşısında uyumam. Ona hayranım! Teknolojiye hayranım!

Stelarc metafizik retoriği tutarlı bir şekilde reddediyor. Sanırım sizden en açık şekilde ayrıldığı nokta da bu. Stelarc için teknolojiyle –ya da ona karşı– mücadele edebilmek için eski retorik terimleri terk etmeniz gerekiyor. Pratiğin ve teorinin yeni boyutlarına ancak bu şekilde ulaşılabileceğini düşünüyor. Stelarc'a göre yeni eylemler yeni tanımlar gerektiriyor.

Bu oldukça moda-güdümlü bir görüş değil mi? Bu bana modayı, en son bahar koleksiyonlarını, yaz koleksiyonlarını, kış koleksiyonlarını düşündürüyor. Eski fikirler artık geçerli değil demek ne anlama geliyor? Eski fikirler artık geçerli değil; yenileri tedavüle girdi! Bu ne anlama geliyor?

 

 

Belki de bu tür ‘yeni’ fikirleri tespit etmenin en iyi yolu, teknolojik sanatın yeni türlerinin olumlu potansiyelini başat ticari teknolojik uygulamaların daha baskıcı ve olumsuz etkisinden ayırmaktır. Başka bir ifadeyle, Kutupsal Durağanlık’ta birbirinden tamamen farklı görsel işitsel teknolojilerin hepsini aynı çuvala koyup pornografik video kabinleri olarak yaftalamanıza ve video sanatçılarının enstalasyonlarını da aynı felç edici ‘Dataland’ın örnekleri olarak ele almanıza gönlüm razı gelmiyor.  Sanat ticari medyanın genel kurallarına istisna teşkil edebilir. Ama siz bununla pek ilgileniyor gibi görünmüyorsunuz.

Dikkat çekmek istediğim şey bu değildi. Ben orada teknolojilerin ve teknolojik araçların genel etkilerine odaklandım.

Ama bu durumda, bu gelişmeler bağlamında sanatın önemini tanımlamak gibi bir sorun çıkmıyor mu ortaya?

Doğal olarak; söylenecek başka şeyler de var. Cybermonde: la politique du pire’de (Siber dünya: En Kötünün Politikası, 1996) öne sürdüğüm gibi, ne zaman yeni bir teknoloji ortaya çıksa sanat onun yolundan sapar. Sanat teknolojiye teğet gider; onu değiştirir, başka bir şeye dönüştürür. Bu çok heyecan verici bir şey. Empresyonizm, puantilizm ve kübizmde olan buydu. Fotoğraf makinesinin ortaya çıkmasıyla beraber sanat yön değiştirdi ve bambaşka bir yere gitti.

İtalyan fütürizmini bunun dışında mı tutuyorsunuz?

Kesinlikle. Bir de üstüne faşist oldular! Bunu unutmayın çünkü İtalyan fütürizmiyle halen görülecek bir hesabım var. Onlar gibi benim yaklaşımım da fütürist; ama onların çalışmaları olumlu, benimkilerse olumsuz. Çalışmalarında izine rastladığım faşist itkiyi tamamen reddediyorum. Benim için şu çok açık: Teknoloji hakkında iyimser olanlar faşizmle çok yakın işbirliği içindedirler. Teknolojiyi eleştirenler ise faşist olamaz. Eğer eleştirel bir yaklaşımınız varsa görünüşe aldanmazsınız; yeni teknolojiler karşısında uyumakla yetinmezsiniz. Gerçek bir sanatçı yeni teknolojiler karşısında uyumaz; onları deforme eder ve dönüştürür.

Ama aynı zamanda sanatçı yeni teknolojileri bağrına basıyor.

Evet, ama tabii ki bunu Yakup’un melekle giriştiği mücadele gibi bir mücadele içinde yapıyor. Oysa bugün sanatın teknoloji karşısındaki tavrı çok daha muğlak. Dans ve tiyatroyu (mesela Heiner Müller!) saymazsak çağdaş sanatta bu türden bir ayrışma ve mücadele emaresine rastlayamıyorum. Dans, tiyatro ve bir iki video enstalasyon sanatçısı dışında herhangi bir gerçek eleştirel ayrışma belirtisi ya da başka bir yolla başka bir şey yapma teşebbüsü göremiyorum.

Ben de Baudrillard gibi çağdaş sanatın krizde olduğunu, hatta çağdaş sanatın sonuna geldiğimizi düşünüyorum. Ama bu, bundan sonra sanat olmayacak anlamına gelmiyor. Daha ziyade, belirli bir tür sanatın sonuna ya da Beckett’in deyişiyle sanatın ‘oyun sonu’na tanıklık ediyoruz. Sanatın şu an için öldüğü düşünülebilir – şu an için. Tıpkı geçmişte öldüğü gibi! Sanatın öldüğü dönemler hep olmuştur; ama sonra yeniden dirilir!

Belki de sanatı öldüren sanat eleştirisidir?

Ah evet evet, fazlasıyla!

Diğer bir deyişle, belki de hangi pratiklerin önemli hangilerinin önemsiz olduğunu bir türlü çözemeyen kör antropologların ikilemiyle karşı karşıyayız? 

Evet, katılıyorum. İkisi el ele gidiyor. Bana göre her sanatçı bir eleştirmendir – eleştirel bir yaklaşımınız yoksa yaratamazsınız. Dolayısıyla şu anda her ikisinin de bir kriz durumunda olduğu doğru. Ama bu krizler daima zaman içindeki belirli bir ânı ifade eder. Tarih asla tamamen durma noktasına gelmez.

İyi tarafından bakarsak, şu an için en ilginç bulduğunuz video enstalasyonları hangileri?

Michael Snow’un La Région centrale’i benim için Beckett ya da Kafka’nın eserlerine eşdeğer bir başyapıttır – bir video enstalasyon başyapıtı. Başka birçok eser daha var. Bütün video enstalasyon sanatçılarıyla iyi kötü ilgileniyorum: Steina ve Woody Vasulka, Paik – gerçi Paik’in çalışmalarını pek sevmem – Gary Hill, Bill Viola, ama hepsinden çok Michael Snow. La Région centrale benim için Kafka’nın Dönüşüm’ü gibi bir eser – olağanüstü bir video-yazı eseri, tam bir başyapıt. Üç şeye meraklıyımdır: tiyatro, dans ve video enstalasyon. Ama Paik’in çalışmaları gibi şeyler bana pek hitap etmiyor. Tıpkı resimde olduğu gibi, her şeyi sevemezsiniz. Sınırlarınız vardır – hepsi bu! Ben Vermeer’i ve eski resimleri tercih ederim; Bach ve Bob Dylan’ı severim; her şeyi sevmem!

 

Michael Snow, La Région Centrale’i çekmek üzere Pierre Abeloos’la birlikte tasarladığı makineyle, Quebec’te filmin çekildiği dağın tepesinde, Ekim 1969. Fotoğraf: Joyce Wieland. Kaynak: www.aci-iac.ca

 

Proust, Vermeer’in Delft Manzarası adlı eserindeki ‘küçük sarı duvar parçası’ndan bahseder. Bu sarı duvarlar manzaranın genelinden ayrı durur. Baudrillard’ın Roma’da çektiği merdiven fotoğraflarından birinde de benzer bir detaya, üzerine güneş vuran bir parça taşa rastlarız. Fotoğraf gibi yeni teknolojilerin eski resimlerin ortaya çıkardığı ve bizi kendine hayran bırakan algı biçimlerini yeniden keşfettiğini söyleyebiliriz belki de.

Ama bu noktada duygusal tepkiler alanına giriyoruz. Ben resim ve sanat dünyasının içerisindeyim ama kitaplarımda bunlardan pek bahsetmiyorum çünkü ben bunları yaşıyorum! Biliyorsunuz, yazan bir ressamım! Kuşkusuz, kitaplarımın çok görsel olduğunu fark etmişsinizdir – çok ama çok görsel kitaplar! Kelimelerden değil görüntülerden oluşuyorlar. Biliyorsunuz, resim yapıyorum! Göremediğim şey hakkında yazamam. Görebilmem gerekir. Aynı zamanda fotoğraf da çekiyorum. Jean’ınkiler [Baudrillard] kadar iyi olmasalar da ben de on yıl boyunca fotoğraf çektim – Bunker Archeologie’deki mimari fotoğrafları çektim. Yine de, bunlar da sanatla ilişkili fotoğraflar, mimarlık sanatıyla...

Yazılarınız ve fotoğraflarınız arasında başka benzerlikler var mı?

Kitaplarımın teorik bir mimarisi var. Dar anlamıyla bir teori sunduklarını söyleyemesem de yazılarımın mimari bir yapısı var. Mimari bir vizyonum var. Şu anda yapısalcılıkla ilişkilendirilen yapı kelimesi mimarlık alanından ithal edilmiştir. Esas olarak Eyfel Kulesi gibi yapılarla yaygınlık kazanmıştır. Aslında Eyfel ve genel olarak demir mimari geleneği otuz yıl boyunca yönettiğim mimarlık okulunun kökleriyle çok yakından ilişkili. Bu mimari, demiryollarının, Süveyş ve Panama kanallarıyla birbirine bağlanan bir tür küresel köy yaratacağına inanan Saint-Simoncu jeo-stratejik bir görüşü yansıtıyor – kısacası, teknolojinin dünya üzerindeki ve mimarinin düşünce üzerindeki etkileri hakkındaki görüşüme çok yakın bir görüş. Başka bir deyişle, benim gündeme getirdiklerim bir mimarın düşünceleridir.

Bu çok spekülatif bir düşünce, öyle değil mi? Her iki üç sayfada bir yeni bir terminoloji türetiyorsunuz gibi gözüküyor.

Buna mecburum. Servetin politik ekonomisine ek olarak hızın politik ekonomisi olması gerektiğini hep savunuyorum. Politik ekonominin temel çalışmalarını yapan fizyokratlar Hume’un geleneğinde çalıştılar; sezgi sahibiydiler, ilkeleri vardı. Hızın ekonomisini ele alırken ben de benzer bir iş yapıyorum; ama şu farkla ki benim araştırmalarım hızın servetle mukayese edilebilir gücünü; bunun ahlak, politika ve strateji gibi alanlardaki etkisini inceliyor.

Benim dönemim Blitzkrieg (yıldırım savaşı) dönemi! Ben bir hız fizyokratıyım, bir servet fizyokratı değil. Bu sebeple çok eski gelenekler bağlamında ve kesinlikle açık durumlar üzerine çalışırım. Bugün hâlâ hızın politik ekonomisinin gerçekten ne anlama geldiğini bilmiyoruz. Bu hâlâ araştırılmayı bekleyen bir konu.

[...]

İlginç bir şekilde, Baudrillard son yazılarında eğer hayat genel olarak bir hayal kırıklığıysa, hayatın istisnalarının daha ilham verici olduğunu öne sürüyor. Okuyucularınızın argümanlarınızdaki incelikleri ve ironiyi ıskalayıp kitaplarınızın düz anlamına takılabileceklerinden korkmuyor musunuz?

Şüphesiz böyle bir ihtimal var. Zaten benim çalışmalarım da Jean’ınkiler gibi çoğunlukla yanlış anlaşılmıştır, genellikle skandal ithamlar diye savuşturulmuştur. Baudrillard da ben de burada [Fransa’da] kabul görmedik – biz iyi Descartesçılar değiliz. Yazılarımın daha çok Anglo-Sakson ülkelerinde ve zihniyet itibariyle Descartesçı olmayan diğer ülkelerde başarılı olması tesadüf değil. Burada nispeten yalnızlaştırıldık; kabul görmedik. İroni, kelime oyunu, durumların sınırına dayanan ve onları aşan savlara karşı hoşgörü yok buralarda.

Bu bağlamda, Clausewitz gibi ben de savaşı aşırılıkların mantığı üzerinden incelemek gerektiğine inanıyorum. Clausewitz’in öne sürdüğü gibi, savaş üzerine çalışan biri savaş mantığının aşırılıkların mantığından ayrılmaz olduğunu fark eder. Aşırılıkları incelemeyen, en kötü senaryoyu düşünmeyen biri savaşı inceleyemez.

Bu yüzden ben daima en kötüsünü düşünürüm. Kendimi en kötüsünü düşünmeye zorlarım! Ama Fransa’da böyle bir düşünce kabul edilemez. Bu tür ifadeler neredeyse yasaktır. Simülasyondan bahsettiğinde Baudrillard da tam olarak aynı muameleye maruz kalmıştı.

İşlerin yoluna gireceğine inanıyor musunuz?

Kesinlikle, ama kısa vadede değil ve şimdi sırada ne olduğunu bilmiyorum. Benim korkum işlerin daha da kötüye gitmesidir. Şiddet özü itibariyle sembolik ve teorikti. Kanlı değildi, katliam anlamında devrimci değildi – fikirler ve hayal alanında gerçekleşiyordu. Korkarım devrimin bir sonraki aşaması çok şiddetli olacak ve pek de zekice olmayacak.

Sizce bunun kaynağı ne?

Yoksulluk. Hareketsizlik. İşsizliğin durağanlığı. İşsizlik de kutupsal durağanlığın bir şeklidir ve işsizlik krizi iç savaş tohumları taşır. Eğer kitle hareketini, akıl hareketini –en azından hareketi– diriltmezsek, küresel bir iç savaş durumuyla karşı karşıya kalacağız. Amerikan şehirlerine bakmanız yeterli. En gelişmiş ülkeler bile sürekli iç savaşın eşiğinde; Paris, Londra ya da başka bir yerin kenar mahallelerinden bahsetmiyorum bile. İşte sorun bu.

Bir yazar olarak kendinizi bu durum karşısında nereye koyuyorsunuz? Sanatçıların ya da entelektüellerin bu durumu değiştirme ya da etkileme kabiliyeti olduğunu düşünüyor musunuz?

Sanatçıların ve entelektüellerin artık hiçbir etkisi olmadığını düşünüyorum. Bence şimdilik her şey bitti. Bir Gide’in, Merleau-Ponty’nin, Husserl’in ya da Heidegger’in etkisi düşünüldüğünde ve bir de bugüne bakıldığında, bugün hiçbir şey olmadığı görülür.

Sorbonne bitti. Fransız üniversiteleri bitti. Sorbonne’da düşünürler yok artık. Hepsi gitti. Bu sadece benim görüşüm de değil; Fransız üniversiteleri değerlendirildiğinde, Sorbonne’un en kötülerden birisi olduğu ortaya çıktı. Artık orada büyük düşünürler yok. Ben gençken muhteşemdi, dersler bir opera gibi olağanüstü geçerdi. Yuhalanan, alay edilen öğretmenler bile olağanüstüydü. Ama artık berbat. Çok kötü.

 

Nicholas Zurbrugg’un Paul Virilio’yla Fransızca olarak yaptığı ve kendi İngilizce çevirisiyle yayınlanan “Not Words but Visions” başlıklı söyleşiden kısaltılarak çevrilmiştir; Virilio Live: Selected Interviews içinde, ed. John Armitage (Londra, Yeni Delhi: Sage Publications, 2001) s. 154-163.

Fütürizm, çağdaş estetik, çağdaş sanat