/ Pasajlar / Yapıt Nedir?

Guy Debord ve Asger Jorn, Mémoires kitabından, 1959. Kitabın kapağı, kütüphanede yanına konduğu diğer kitapların kapaklarını tahrip etmesi için zımparadan yapılmıştır.

 

Yapıt mefhumu modern bir mefhum. En azından dar bir anlamda, kültürün[1] çokluğuna bir mahsuplaşma ve birtakım farklılaştırmalar katmayı sağlayan biriciklik ilkesi olarak anladığımız takdirde. Bu biriciklik, maddi ürünleri, özellikle de metni, Bir’in rejimi altında toplayan bir adlandırmalar (yazarın adı ve yapıtın başlığı) sistemine odaklanır. Bir metin mi birden fazla metin mi olduğu sorusu da tamamen ikincil bir sorudur, çünkü metinleri Bir olarak kuran şey adlandırmadır: Bir başka deyişle, yapıt ille de bir kitap olmadığı gibi bir kitap da değildir. Yapıt madde değildir, biçimdir ve kültürü organize eden bir biçimdir.

Tutarlı bir Marksist, yapıtın düşünce düzeninde tuttuğu yerin meta biçiminin eşya düzeninde tuttuğu yerle eşdeğerli olduğunu savunur. Nasıl ki kapitalist üretim tarzının egemen olduğu toplumlarda zenginlik çok büyük bir meta birikimi olarak görünüyorsa (Kapital’in birinci kitabının ilk cümlesi aklınıza gelmiştir bile), kültür de –modernlere göre– çok büyük bir yapıt birikimi olarak görünür; her bir yapıt biricik sayılır, bunu da bir yazar (genelde adı bilinir ama anonimlik de kabul edilebilir bir varyanttır) ile bir başlığın (her zaman olmasa da genellikle bir yazar tarafından koyulur) ilişkilendirilmesinin bu biricikliğe kazandırdığı güvence sağlar; yazıların düzeninde bu ilişkilendirmeyi istikrara kavuşturan yayınlanmadır, bu da yapıt ile meta arasındaki benzeşikliği (homologie) açığa vurur: Nasıl ki meta ancak mübadeleye sunulduğu takdirde varsa aynı şekilde yapıt da ancak dar anlamıyla yayınlandığı takdirde vardır.

Hep böyle olmamıştır. Ama modern zamanlarda, demin betimlenmiş olan dispozitif, kültürün bütün kısımlarında ağır basar, hatta –gerekli değişikliklerle– hepsine uzanır; farklı sanatlar artık yapıt denen biçime tabidir, her biri kendi açısından yayınlamanın eşdeğerlisi olarak iş gören şeyi (tiyatroda sahneleme, sergi, TV’de gösterilme, sansür, vb) belirler. Bu dispozitiften kaçmak mümkündür ama bedeli vardır: kültüre kaydedilmekten vazgeçmek. İşte o zaman delilikten söz edebiliriz – Foucault’nun şu tanımını böyle anlamak lazım: yapıtsızlık olarak delilik. Bu aynı zamanda deliliği kültürün dış sınırı olarak tanımlamaktır. Elbette kültürün delilik ürünlerini yeniden içine alma gücü olmadığı anlamına gelmez bu; söz konusu ürünleri yeniden yapıt biçimi içine kaydetmesi yeter bunun için, ama o zaman delilik adı ânında anlamını kaybeder. Bilindiği üzere bu durumun birçok örneği var, ham sanat (art brut) etiketi başka bir amaçla bulunmamıştır. 

Bununla birlikte tek söz konusu olan, o ızdırap ve dram kafilesiyle birlikte delilik değildir. Sanılanın aksine modern yazıların koca koca kısımları olanca sükûnetleriyle yapıt biçiminin dışında gözler önüne serilir. Genel anlamda söylersek, bilimin ve yancısı tekniğin alanına ait olanlar. Nitekim bilimin de tekniğin de kültüre mensup olmadığı yolundaki yinelenip duran inanışı bu manada anlamalıyız. Bilgisizlerin [ignorant] ya da hümanistlerin (bu ikisi hep aynı şey değildi) önyargısını kınamak şöyle dursun, burada yapısal bir ilişkiyi fark etmek lazım: bizzat birbirini dışlamalarıyla tanımlanan iki sistemin karşılıklı dışlama ilişkisi. Buradan çıkan bir sonuç: Bilimde söz konusu olan şey yapıt biçimi içine kaydedilmez; doğrudur, bu biçimin ortaya çıktığı olur, ama son aşamada, bilimin etkililiği sona erdiği zaman olur o. Einstein kendini yapıt biçiminde kurmuştur, ama ancak bilim onu içinde eritip unutma hakkını kendinde bulunca. İşte ancak o zaman bilimin-dışarısı olarak kültür, gelişmekte olan bilimin (ki kültürün-dışarısıdır) sistematik unutuşunun bıraktığını gelip devralır.[2]

Dolayısıyla modernlerden birine hem bilim hem de kültür tarafından sahip çıkılması yapıt sorusunun kendisine sorulmasına ve karar vermesinin istenmesine yeter. İkisi arasında yapılan tercihin can alıcı bir önem taşıdığı olmuştur. Saussure’ün öğrencilerinin karşı karşıya kaldığı mesele buydu. Yapıtı tercih ettiklerini, Saussure’ün bilimsel makalelerinin derlendiği kitabın, değer verdikleri bu ismi kurtarmaya yetmeyeceğini düşündüklerini biliyoruz. Genel Dilbilim Dersleri adı verilen şu “organik bütün” buradan doğmuştur. Ne var ki bu başlığın Fransızcasının (cours) tekil mi çoğul mu tasarlandığını bilmiyoruz. Tekilin herkese kendini kabul ettirmesi yayına hazırlayan öğrencilerin başarısı (Fransızcada le Cours, Genel Dilbilim Dersi diyoruz); bu noktadan sonra Saussure’ün bir yapıtı vardır pekâlâ; bir yazar ismi ile –ondan ayrılmaz olarak görülen– bir metnin ilişkilendirilmesi suretiyle oluşturulmuştur; artık Saussure kültür saflarında alır yerini.[3]      

Freud ise tercihi kendi yapmak zorunda kaldı. Hatta bir strateji bile yakıştırabiliriz ona; bilimsel yayının tam olarak sağlayamayacağı şeyi kurmak için yapıt biçimine sapmıştır adeta. Bu konuda, botanik monografisi yazma rüyası hatırlatılmaya değer.[4] “[Rüyamda] Belli bir bitkinin monografisini yazmışım. Kitap önümde, belli bir sayfayı açıyorum, vb.” Çağrışımları başarısızlık etrafında döner: “bir ara gerçekten bitki monografisi gibi bir şey yazmıştım; koka hakkında bir çalışmaydı, K. Koller’in dikkatini kokainin uyuşturucu özelliklerine çekmişti. Ben de bu kullanımı belirtmiş ama meseleyi derinleştirmemiştim”.[5] Sabah Freud’un eline geçmiş olan anma kitabının tanıklık ettiği üzere Koller’e o ün ve başarısını kazandıran budur. Freud o zaman bitirmekte geç kaldığı kendi kitabını (Traumdeutung’un ta kendisi) düşünür: “keşke … bitmiş halde önümde görsem”.[6] Son olarak gençliğinde kitaplara düşkünlüğünden bahis açar: “biriktirip bir sürü kitabım olsun istiyordum”.[7] 

Yorumu: Monografi ile kitap birleşme-ayrışma içindedir; rüya monografiden, yani –jübile ve laboratuvarların olduğu– normal bilimden vazgeçmeyi ve kitabın, yani yapıt biçimi ve kültürün tercih edildiğini hecelemektedir; kitap olarak Traumdeutung işte buna tanıklık edecektir. Aslında monografi ve kitap aynı paradigmaya bağlıdır –bu nedenle ilki ikincisini “temsil” edebilir–, ama aynı paradigmaya bağlı olsalar da tıpkı iki sesbirim gibi birbirlerine karşıttırlar. Aralarındaki karşıtlık yapıt konusundaki bilim-kültür karşıtlığını tekrarlar. Muhakkak ki Freud biyomedikal bilimin fethi için yola çıkmıştı (flectere Superos, cennete erişemezsem); bunun için monografi silahını kullanmıştı ama reddedildi, en azından ihmal edildi. Bu ilk stratejinin yerine kitabı geçirmesi gerekti ama kitap burada kültürün kasvetli alanına kayıtlı olan yapıt biçiminin ampirik tanıklığından ibarettir (Acheronta movebo, cehennemi yükseltirim). 

Devamını biliyoruz: Kültür, tıp bilim ve tekniğine galebe çalacak kadar güçlüydü. Yapıt biçimi monografiyi yenmişti.

Ama epey ağır bir bedelle: laboratuvar, dürüst bilimsel işbirliği, sadık öğrenciler ve jübileler hayal eden Freud’un “vahşi çete”ye alışması gerekecekti. Freud’un psikanalizi normal bilime uydurmak için var gücüyle çalıştığını da biliyoruz; modern evrenin fethi bu bedeli şart koşuyordu. Bu stratejide tercih edilen araç Enternasyonal’di.

Bunun normal bilimin yeterli bir figürü olduğundan kuşku duyulabilir elbette; pek çok bakımdan normal bilim tam da bu tür kurumlar yaratmaya ihtiyaç duymamasıyla öne çıkar; ortaçağ üniversitelerinden ve, adını koyalım, Kilise’den devralınmış ağla birlikte paradigmaların netliği her şeyi belirlemeye yetiyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse, yedi halkasıyla IPA (Uluslararası Psikanaliz Birliği) bilimden ziyade stat oyunlarını (olimpiyatların beş halkası) ve bunların buyurgan federasyonlarını akla getiriyordu.[8] Yine de şunu söyleyebiliriz: Normal bilimin âdetlerine göre ne kadar aşırı olursa olsun, Enternasyonal –en azından Freud’a göre– bu tür âdetlerin yerini tutacaktı. Kurumun yasasını şöyle özetleyebiliriz: Bilimde olduğu gibi psikanalizde de Freud hariç yapıt olmayacak, yalnızca monografiler olacaktır.

Lacan da aynı şekilde tercihte bulunmak zorunda kalmıştı. İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde Enternasyonal başarıya ulaşmıştı; psikanaliz normal bilimin örgütlenme evrenine kaydedilmişti ve modern evrende bu ada layık her bilim gibi o da kendi tekniğini salgılamıştı. O noktadan sonra monografiyle yetinmek gerekiyor muydu? Biliyoruz ki daha bilinçli ve pek çok başkasından gerçek anlamda daha mütevazı olan Lacan tereddüt edecekti. Bazen sessizlikten yana olacaktı tercihi: “Fontenelle’den sonra,” diye yazmıştı 1946’da, “avcun hakikatlerle doluyken elini sımsıkı kapatma fantazmasına kapıldım”.[9] Keza akademik dergiden yana olacaktı; uzun süre için modeli bu olmuştu – La Psychanalyse dergisi Lacan’ın 30’lu yıllarda ilişkili olduğu heybetli ve kısa süreli Recherches philosophiques girişimine benzer alabildiğine. Ne var ki bu model yapıt modeline taban tabana zıttır: Adına yaraşır her akademik dergi monografi biçimine bağlıdır.

Gelgelelim, Ecrits yapıt ufku gözetilerek yayınlanır. Dolayısıyla Lacan tercihini yapmıştı. Bu hamleyle psikanalizde bir yapıt daha olacağını söylüyordu. Kendi hareketlerinden bir başkasına ters düştüğü için bu jest daha da şaşırtıcıydı.

Lacan “çöpyayınlama” (poubellication) diye bir tema geliştirdi. Bu tema bir yapıt doktrini içerir: Yayınlamanın (publication) çöpe (poubelle) dahil olduğunu savunmak, yayınlananın atığa dahil olduğunu savunmaktır; ancak yayınlandığı takdirde yapıt olduğuna göre her yapıtın, bu vasfıyla, atığa dahil olduğu sonucu çıkıyor. Burada Bataille’dan doğmuş bir uygarlık teorisi olduğu görülüyor: Uygarlığa mensup olmak, uygarlığı reddeden barbarın ya da uygarlıktan muaf tutulan delinin aksine, süprüntü ve dışkıyı işlemeyi bilmek demektir. Uygarlığın bir öğesi olan kültür, kültürün bir öğesi olan yapıt, yapıtın bir boyutu olan yayınlama, yayınlananın ve insan dışkısının tercih edilen mecrası olan kâğıt bu bakış açısıyla deşifre ediliyor. Atığın arzuyu cezbetmeye özgü ışıltı ile aynı şey olması muhakkak ki belirleyicidir (objet petit a teoremleri), ama bunun konumuz açısından önemi yok.

Kısacası Lacan yayın yapmaya razı olur; yani yapıta razı olur; yani çöpe razı olur. Demek ki ciddi sebepleri vardı.

Bu derece ciddiyeti kuşanan tek şey 1963’te üyelikten ihraç edilmesidir. Bir kez daha, kendi fikri olmayan taklitçiler kılığında da olsa, normal bilim kapılarını kapamıştı; bir kez daha mühürleri koparmak için kültüre başvurmak gerekiyordu; bir kez daha, Orpheus Akheron’dan geçmek için şarkı söylemek zorundaydı. En klasik öğeleri içeren 1966 tarihli Ecrits, yani kitap, işte buna cevap verir.

Tıpkı Freud gibi Lacan da kendini anlaşılır kılmak için kültüre ihtiyaç duyuyordu. Ama Lacan Freud’dan daha açık şekilde biliyordu ki bu yolu seçmek cenazeyi ve atığı seçmekti. Yalnızca bir bireyin adını, unvanlarını (metnin başlığı/unvanı [titre] bütün diğer unvanların yerini tutar) taşıyan, bir tarih ve yer bulunan mezar kitabesi gibi kapağıyla her kitap mezar taşını andırdığı için değil, yalnızca kâğıt kadavrayı (caro data vermibus, kurtçuklara verilmiş et) andırdığı için değil, hiçbir dilde adı olmayan bir şey dolayısıyla: unutmayı işleme koyan şey olarak kitap (poublier [yayınlayıp unutmak] de diyecekti Lacan). Freud’un durumundan daha açık biçimde bu tercihi Lacan’a bir Otorite’nin aleni kararı dayatacaktı.[10]

Lacan Enternasyonal’e karşı başarılı oldu. Psikanalizde Freud’unki dışında en az bir yapıt daha olduğunu söyleyebiliriz: o da Lacan’ınki. Lacan’ın gerçek zaferini ve Enternasyonal’in gerçek yenilgisini gösteren budur işte.

 

Jean-Claude Milner, L’oeuvre claire: Lacan, la science, la philosophie (Paris: Seuil, 1995) s. 13-19. Kitap önümüzdeki günlerde Metis Yayınları tarafından yayınlanacaktır. Savaş Kılıç’a ve Metis Yayınları'na teşekkürlerimizle…



[1] Kültür kelimesi, Almanca Kultur (uygarlık) kelimesinin eşdeğerlisi olarak değil, sistematik biçimde Fransızcadaki anlamıyla kullanılmıştır.

[2] Üniversite meselesini özellikle bir yana bırakıyorum. Üniversitelilerin mesleki ürünlerinin (doktora ve yüksek lisans tezleri, vb) yapıt biçimi içine kaydedilip kaydedilmediği sorusu önemsiz değil. Fransız geleneği bu soruya olumlu cevap veriyor; Alman ya da İngiliz geleneğiyse olumsuz. Ama bu demek değil ki bütün Fransız tezleri yapıttır, hiçbir Alman ya da İngiliz tezi yapıt değildir.

[3] Yapıt mefhumunun bütünüyle biçimsel olduğunu bundan daha fazla kanıtlayamaz hiçbir şey: Başlıktaki Cours kelimesinin tekil mi çoğul mu olduğu belli değildir; başlığı Saussure koymamıştır; derslerin metni o kadar değiştirilmiştir ki bu haliyle tek bir sayfa bile Saussure’ün elinden çıkmamıştır; Saussure hiçbir zaman bir dersini yayınlamak istememiştir. Yine de ortada bir yapıt ve, bu nedenle, bir yazar var, çünkü biçimsel ölçütler karşılanmıştır. Bkz. J.-C. Milner, “Retour à Saussure”, Lettres sur tous les sujets, no. 12, Nisan 1994.

[4]  L’Interprétation des rêves, Paris, PUF, 1967, V. Bölüm, s. 153 vd.

[5] A.g.y.

[6] A.g.y., s. 155.

[7] A.g.y., s. 155.

[8] 25 Mayıs 1913 günü, IPA’nın ilk toplantısı vesilesiyle, Freud beş çalışma arkadaşına yüzüklerine kaktırmaları için Yunan usulü işlemeli birer taş hediye etti. Kendisi de benzer bir yüzük takıyordu ve 1920’de ekibin yeni bir üyesi aynı hediyeyi alacaktı. Yani toplamda yedi halka. Sözü geçenler ve Freud bu uygulamada romanesk bir yan olduğunu gizlemiyordu. Bkz. E. Jones, Sigmund Freud, Life and Work, Londra: Hogarth Press, 1955, c. II, s. 174-75. Enternasyonalizm, halkalar, Yunanistan, çocuksuluk… – Coubertin’e gönderme yapılıyor olması ihtimal dışı değil. 

[9]  Propos sur la causalité psychique, E, s. 151.

[10] Belgeyi okuyunca bunun bir karar olduğundan ve kararın aleni olduğundan şüphemiz kalmıyor. Bkz. “L’Excommunication”, Ornicar? dergisinin 8. sayısına ek, Paris, 1977. Ama bunun söylendiği kadar kilise üslubunda olduğuysa o kadar kesin değil. Lacan kilisedeki aforozdan bahis açar ama hemen ardından da aralarındaki farkı belirtir: Roma Kilisesi aforoz eder ama geri dönüş umudu vardır; daha sonra Amsterdam sinagogunun Spinoza aleyhinde ilan ettiği Schammatha (aforoz) hükmünden söz eder ama bu hükümde elbette geri dönüşün imkânsızlığı da vardır. Fakat evrensel sinagog yoktur ve olamaz. Kızıl Harf’ten de söz edebiliriz ama uluslararası bir Kalvinci din bölgesi yoktur. Bir kez daha, küresel eğlenceyi yöneten hem her şeye kâdir hem uçarı olan çeşitli International Boards (Uluslararası Kurullar) geliyor aklımıza. 

pasajlar