/ Pasajlar / Uzay Mormonları

Aşağıdaki pasajlar, George Caffentzis’in In Letters of Blood and Fire: Work, Machines, and the Crisis of Capitalism (2013) başlıklı kitabında yer alan, Silvia Federici’yle birlikte kaleme aldıkları “Mormons in Space” adlı metinden seçilmiştir.


Stelarc, "Handswriting"


[…]

Bugün Yeni Sağ’ın nefes alıp verdiği Zeitgeist’ı tarif etmeye çalışırken insan adeta çözülemez bir muammayla karşı karşıya kalıyor. Bunlar bir yandan, daha birkaç sene öncesine kadar bilimkurgu diyeceğimiz bir bilim ve teknoloji devriminin sözcüleri: gen birleştirme, DNA bilgisayarları, zaman sıkıştırma teknikleri, uzay kolonileri… Diğer yandan, Yeni Sağ çevreleriyle birlikte, Püriten Kurucu Babalarımızla ilelebet gömüldüğünü zannettiğimiz dinî eğilimlerin ve ahlaki tutuculuğun dirilişini gördük. Ne yana baksanız, ülkeyi Püriten yerleşimlerin suretinde yeniden yaratmaya azmetmiş, yüreği Tanrı korkusuyla dolu, aklı Şeytan’la meşgul gruplar mantar gibi çoğalıyor. Genel hatlarıyla bakıldığında Yeni Sağ kitlesi iki karşıt yöne uzanmış gibi görünüyor: Hem geçmişe doğru cüretli bir sıçramayı, hem de geleceğe doğru aynı ölçüde cüretli bir sıçramayı arzu ediyor.

Aslında bunların ayrı mezhepler olmadıklarını, şu veya bu şekilde aynı insanlardan ve aynı paradan müteşekkil olduklarını gördüğünüzde büsbütün kafanız karışıyor. “Çoğulculuk” görüntüsünü korumak için girişilen birkaç ufak atışmayı ve acınası çarpıtmaları saymazsanız, uzaya mekik gönderen veya farelerle tavşanların genini çaprazlayanlar ile, geylerin kazıkta yakılması için uğraşan ve yalnızca 20. yüzyılın değil, 19. ve 18. yüzyılların da üstüne çarpı çekenler aynı kişiler.

[…]

Yeni Sağ’ın bu çift ruhluluğunu kavramak için, reaksiyoner sosyal politikalar ile bilimsel cüretkârlığın karışımının kapitalizmin tarihinde yeni görülmüş bir şey olmadığını anlamanız lazım. Sermayenin başlangıçlarına –Ahlaki Çoğunluk’un dönmekten büyük memnuniyet duyacağı 16. ve 17. yüzyıllara– bakarsanız, bugün “kalkışa geçen” ülkelerdekiyle benzer bir durum olduğunu görürsünüz. Galileo’nun teleskobunu uzaya doğrulttuğu, Francis Bacon’ın bilimsel rasyonalitenin temellerini attığı sırada, Avrupa’nın dört bir yanında kadınlar ve geyler, modernleştirici Avrupa entelijansiyasının rızasıyla, binler halinde kazıkta yakılıyordu.

Ani bir delilik hali miydi bu? Nedenini nasılını çözemediğimiz bir barbarlığa yenik düşme hali miydi? Cadı avı, gerçekte, modern rasyonalizmin babalarının hayali olarak kabul edilen  “insanı mükemmelleştirme” girişiminin ayrılmaz parçasıydı. Davranışları en az yeni keşfedilen doğa yasaları kadar nizami, kestirilebilir ve denetlenebilir olan yeni bir birey tipi yaratılmasa, yeni oluşan sermaye sınıfının doğayı tahakküm altına alma ve sömürme yönündeki saldırgan hamleleri boşa çıkardı. Bu amaca ulaşmak, dünyaya büyüyle bakan bir anlayışın yok edilmesini gerektiriyordu – denizaşırı kolonilerdeki Kızılderilileri, maden çıkarmak için toprağı yağmalamanın kutsala saygısızlık olduğuna inandırmıştı bu anlayış; Avrupa’nın göbeğindeki proletaryayı, insanların uçmasının, aynı anda iki yerde birden bulunmasının, geleceği sezebilmesinin mümkün olduğuna inandırmış veya bazı “uğursuz günlerde” herhangi bir işle iştigal etmekten kaçınmaya sevk etmişti. Dahası cadı avı, kürtajı ve her türlü doğum kontrolünü devlete karşı suç haline getirerek, emeğin ana kaynağı olan kadın bedeni üzerinde denetimi sağlamıştı. Son olarak, cadı avı aile hayatının yeniden düzenlenmesine yaramıştı – yani çalışmanın kapitalist bir temelde yeniden örgütlenmesine eşlik eden yeniden üretimin baştan yapılandırılmasına.

[…] Sermaye –başlangıcında (ve umalım ki sonunda)– ne zaman dayanaklarının sağlamlığından şüpheye düşse, kendi temellerine geri döner. Şu anda bu, bir tarafta (üretimin gelişme kutbunda), sermayeyi yoğunlaştırıp, çalışmayı eşi görülmemiş bir otomasyona tabi kılarken, diğer tarafta milyonlarca işçiyi ücretsizliğe (işsizliğe) veya yere göğe konamayan “işgücü” modeliyle emek-yoğun işlerde asgari ücretle istihdama mahkûm eden cüretkâr bir teknolojik atılım anlamına geliyor. Fakat bu aynı zamanda emeğin yeniden üretim sürecinin de baştan düzenlenmesi demek – kadınlardan can alıcı bir rol oynamalarının beklendiği bir proje bu.

Bugün baskının ve kişisel disiplinin Ahlaki Çoğunluk ve Yeni Hıristiyan Sağ çizgisinde kurumsallaştırılması, işçi sınıfı yelpazesinin her iki ucu için de şart: Geçici, yarı-zamanlı işlerde uzun saatler düşük ücretle çalışırken bir yandan da mütemadiyen iş aramaya mahkûm olanlar için de, sermayenin teknologlarının halihazırda üretebildiği en gelişkin teçhizatlarla çalışıp “manalı bir ücret” alan seçilmişler için de. Tanrı/İş/Aile kutsal üçlüsünün baskı zamanlarında daima elzem olduğu, sermayenin asla aklından çıkarmadığı, defalarca sınanmış bir gerçektir. Birbirimizle kurduğumuz yegâne ilişkilerin karşılıklı disiplin ilişkileri olduğu tecrit halindeki bir hayattan daha verimli ne olabilir? Baba Anne’yi denetler; Anne çocuklara hayatın zor, ayakta kalma şansının şüpheli olduğunu öğretir; komşular mahalleyi “temiz” tutmak için biraraya gelir; sosyallik, iş bulmamıza veya elimizdeki işi korumamıza yardımcı olan münasebetlerle sınırlanır. […]

Wall Street’ten Ordu’ya, sermayenin tüm ütopyaları, beden düzeyinde sonsuz küçüklükteki mikropolitikalara dayanır – canlılığımıza gem vuran, ve (en azından şimdiye kadar) kurucu yalanların en büyüğü olan o meşhur Mutluluk Arayışı’nın anlamını baştan tanımlayan politikalardır bunlar.

Günümüz yüksek teknoloji endüstrisinin faaliyete geçirilmesi, insan makinesinde teknolojik bir sıçramayı gerektiriyor – sermayenin yatırım ihtiyaçlarına cevap verecek yeni işçi tipini yaratmaya kadir, dev bir evrim adımı gerekiyor. Fütürologlarımızın savunduğu bu yeni varlığın yetileri neler? Uzay kolonileri tartışmasına bakmak bu açıdan fikir verici olacaktır. Bir kere tartışmanın tüm tarafları, uzayda insan kolonileri oluşturulmasının önündeki en büyük engelin, teknolojik değil biyo-sosyal bir engel olduğunda hemfikir: Uzay mekiğinin karolarını tutkalla birbirine bağlayabilirsiniz, ama en doğru uzay işçisini-teknisyenini mekiğe bağlamak, genetikteki mevcut atılımların bile çözüm bulmaktan hâlâ çok uzak olduğu bir projedir. Uzay kolonisine gidecek insanların şu özelliklere sahip olması gerekir:

Uzun dönemler boyunca ruhsal çöküş yaşamadan sosyal tecrit ve duyusal yoksunluğa dayanabilecek;

had safhada hasmane/yabancı bir çevrede ve muazzam bir stres altında “kusursuz” iş çıkarabilecek;

bedensel işlevleri üzerinde dört dörtlük kontrolü olacak (düşünsenize, uzayda sıçmak bir saat sürüyor!); ayrıca, uzay hayatının hassas ve savunmasız koşullarında felakete sebep olabilecek öfke, nefret, kararsızlık gibi psikolojik tepkilerini, tüm o insanca zaaflarını zaptedebilecek;

mutlak itaat, uyum ve emir alma yeteneği gösterecek, zira en ufak bir sabotaj hamlesinin bile kendisine emanet edilmiş son derece pahalı, karmaşık ve güçlü teçhizatta fecaate sebep olacağı bir durumda sosyal sapmaya ve uyuşmazlığa yer olamaz.

Uzay teknisyeninin makinesiyle arasında adeta dinî bir ilişki olması yetmez, kendisinin de giderek makineye benzemesi gerekir: Uzayın bitimsiz gecelerinde, çoğu zaman tek ve daima en güvenilir rehberi, yoldaşı, silah arkadaşı ve dostu olan bilgisayarıyla mükemmel bir simbiyoza ulaşmalıdır.

Demek ki uzay işçisinin had safhada çileci bir tip olması gerekir: Ruhen ve bedenen arınmış, işinde mükemmel, kurulu bir saat kadar itaatkâr, zihinsel halleri itibariyle aşırı fetişçi olmalıdır. Bu cevherin beslenmesine en müsait ortam neresidir? Köktenci türde bir dinî tarikat. Biyolog Garrett Hardin’in ifadesiyle:

Bu son Cesur Yeni Dünya’ya (uzay kolonisine) en uygun grup hangisidir? Muhtemelen dinî bir grup. Düşüncede birlik, disiplinin kabulünde ortaklık şarttır. Fakat koloniciler Üniteryen veya Quaker tarikatı mensupları olamaz, zira bunlar insan eyleminde en iyi rehberin kişinin kendi vicdanı olduğunu savunur. Uzay kolonilerinin varlığı, buralarda daha çok Hutterite veya Mormon tarikatı mensuplarının yaşamasını gerektirir […] bu hassas gemide sabotaj veya terörizm olasılığına karşı entegrasyon şarttır. Böyle bir şey ancak “arınma”yla başarılabilir.[1]

İlk uzay mekiği astronotlarının inişten birkaç gün sonra Papaz Neal Maxwell tarafından Mormon Kilisesi’nde karşılanmasına şaşmamak gerek. “Bu akşam, tüm haşmeti ve kudretiyle Tanrı’yı görmüş olan adamları ağırlıyoruz,” diyecektir Maxwell ve 6000 kişilik cemaat karşılık verecektir: “Amin”.

 

 

Yaratılışçılık ile evrimcilik arasındaki kavga, en uygun denetim aracının hangisi olduğu konusunda kapitalizmin kendi içinde süren bir çekişmeden ibarettir. Sosyal biyologlarımız ve genetik mühendislerimiz –günümüzün bilimsel atılımının kahramanları– kusursuz robotu yaratmanın yolunu bulana kadar, bu işi kırbaç görecektir – özellikle de, hem çocukların hem de ebeveynlerin kafasına çoktan bir yığın zararlı mikrobun girdiği, 1960’ların anarşik ideolojileriyle hâlâ enfekte olmuş bir çağda.

[…] Kâinatın bilimsel keşfi-sömürülmesi sürecinde keşiş rolü oynayacak elektronik işçi/uzay işçisinin yaratılmasında sermaye maddeye karşı yürüttüğü tarihsel savaşa bir kez daha giriyor – hem mevcut haliyle karşısına alt etmesi gereken indirgenemez sınırlar çıkaran “insan doğası”nın hudutlarını, hem de yeryüzünün hudutlarını aşmaya çalışıyor.

Uzayda endüstriyel örgütlenme atılımı, bedenin maddiliğinden koparılmasıyla el ele yürür. Gezegendeki milyarlarca yıllık maddi evrimin neticesi olan ve bugüne kadar biyo-sosyal yeniden üretimin maddi koşullarını oluşturmuş olan tüm o ihtiyaçlar, istekler ve arzular yeniden şekillendirilmeden bu atılımı hayata geçirmek mümkün değildir – maviler, yeşiller, meme ucu, hayalar, anüsteki kıllar, portakalın, bifteğin ve havucun dokusu, rüzgâr ve deniz kokusu, gün ışığı, fiziksel temas ihtiyacı, SEKS!!!

Cinselliğin tehlikeleri, önündeki ekrandan başka hiçbir şeyle meşgul olmadan sadece bilgisayarıyla konuşarak geceler boyu tek başına kalmaya dayanabilen otokontrol timsali bir varlık yaratma girişiminde sermayenin karşısına çıkan engellerin en sembolik örneğidir. Uzayda şehvet duymayı veya kendinizi yalnız hissetmeyi göze alabilir misiniz? […] Cinsel ilişkiden kaçınma, AIDS, perhiz: sermayenin nicedir süren, hayatlarımızı ve karşılaşmalarımızı duyusal-cinsel muhtevasından soyup fiziksel dokunuşu zihindeki görüntüyle ikame etme planındaki son adımlar. Asırlar süren kapitalist disiplin, dokunmaya korkarak birbirinden uzak duran bireyler yaratmada hayli uzun bir yol aldı. (Sosyal alanlarımızda nasıl yaşadığımızı düşünün: otobüslerde ve metroda, her yolcu kendi alanına, kendi bedenine kapanmış, görünmez ama iyi tanımlanmış hudutları korur; her kişi kendi kendinin kalesidir.) Fiziksel olduğu kadar duygusal boyutu da olan bu tecrit, kapitalist işbirliğinin esasıdır.

[…] Komünizm = Eşcinsellik  = Uyuşturucular  = Rastgele Cinsel İlişki = Bozgunculuk = Terörizm = . . . = Şeytan. Bu bakış açısından, “kim”, “ne”, “nerede”, “ne zaman” gibi soruların tümü manasızlaşır: Baskı politikası için çok uygun bir uygulamadır bu, devasa bir nükleer yıkım politikası içinse biçilmiş kaftandır, zira böyle bir politika, yeryüzünü her türlü sosyal sapma ve kavgadan temizlemek için milyonlarca canlının yok edilmesine nahoş olabilse de zorunlu olduğu muhakkak bir hedef olarak rıza gösterecek bir varlık tipinin inşa edilmesini gerektirir. Bunun için, kendimizle ve başkalarıyla her türlü bağımızı koparan ve bizi kendi bedenimizden bile uzaklaştıran sistemli bir tecrit stratejisi şarttır.

[…] Makineyle yaşamak, makine gibi olmak demektir: makinenin çatlaklarında dolanan, tıpkı astronot kabininde olduğu gibi çalışma alanı ile yaşama alanını mükemmelen bütünleştirmiş, yerçekimi kuvvetinden ve her türlü insani arzudan/ayartmadan arındığı için ağırlıksızlaşmış, cinselliğinden soyulmuş bir melek – o kadim “çalışmanın reddi” nihayet olumsuzlanmıştır. Bacon’dan Descartes’a kadar 16. ve 17. yüzyıl ütopyalarında tüm çıplaklığıyla görünür olan, sermayenin o eski “insanı kusursuzlaştırma” rüyası, yakında gerçekleşecek gibidir. Artık o meşhur Püriten soruya cevap verebiliriz: “Melekler cennette ne yapar?” Ama bu soruya cevap vermekle kalmaz, meleklerin ne hissettiğini de anlayabiliriz. [NASA astronotu] Wally Schirra şöyle diyor:

Ağırlıksız hissetmek… Bilemiyorum, öyle çok şey var ki bunda. Gurur, sağlıklı bir yalnızlık, pis ve tatsız olan her şeyden kurtulmuş olma hissi. Enfes bir rahatlık hissediyorsunuz, evet tam ifadesi bu, enfes… Hem rahat hissediyorsunuz, hem de içinizde yoğun bir enerji var, birşeyler yapma arzusu, birşeyler yapabilme yetisi. Bir de çok verimli çalışıyorsunuz, evet, sağlam düşünüyorsunuz, terlemeden, zorlanmadan, kolayca hareket ediyorsunuz. Sanki İncil’deki [Yaratılış kitabındaki] o alınteri laneti artık kalkmıştır. Sanki yeniden doğmuşsunuzdur.[2]

O yükseklerden bakıldığında yeryüzündeki hayat ne kadar da önemsiz görünür… Sermayenin yeryüzündeki yuvamıza bu kadar özensiz davranmasına, onu yok etmeye bu kadar hevesli olmasına şaşmamak gerekiyor – saniyede bir milyon ton maddeyi yok eden Büyük Nükleer Patlama – ruhun doğa-madde karşısındaki zaferinin mükemmel tecessümü – Tanrı’nın ilk eylemi kadar yaratıcı! Tanrı gibi tüm sınırlardan azade olma hırsıyla bu çürüyen Yeryüzü’nün içine eden, su katılmamış güç düşkünlüğüyle özüne dönen Büyük Patlama Büyük Fallus. […]

Tanrı’nın hükmettiği, tamamen manevi-dinî-yurtsever dertlerle hareket eden bir melekler toplumu. Uzay kolonizasyonu macerası, serserilerin, uyumsuzların ve kölelerin atıldığı çöplük anlamında bir “Yeni Amerika” olmayacak. İşle-projeyle mutlak özdeşleşme, mutlak itaat, mutlak otokontrol ve özdisiplin ihtiyacı o kadar yüksektir ki, NASA’ya göre, eski ödüllendirme biçimlerinin bile derhal rafa kaldırılması gerekir:

Uzay kolonizasyonuna insan devşirirken parasal teşvik kullanılamaz çünkü bu yanlış insanları çeker. Ayrıca, “uyumsuzları” dünyadışı toplulukta tutma çabaları da hem topluluk için hem de ilgili kişiler için sağlıksız olacaktır. Bunları Dünya’ya göndermek, daha “masraflı” görünse de, daha sağlıklı olacaktır.[3]

Ücretsiz çalışma. En köklü kapitalist ütopya – çalışmanın ve baskının kendi kendilerinin ödülü olduğu ve tüm işe yaramazların soğuk yıldızlı geceye sürüldüğü düşler ülkesi. Uzayda sermaye nihayet sınırına ulaşır.



[1] Stewart Brand (ed.), Space Colonies (New York: Penguin, 1977) s. 54.

[2] Walter M. Schirra Jr.’la Apollo 7’den yapılan televizyon söyleşisi, Ekim 1968.

[3] Richard D. Johnson ve Charles H. Holbrow (ed.), Space Settlements: A Design Study (Washington, DC: NASA, Scientific and Technical Information Office, 1977) s. 31.