Denis Diderot, 1768 yılında kaleme aldığı ve ilk defa 1772’de yayınlanan “Regrets sur ma vieille robe de chambre ou avis à ceux qui ont plus de goût que de fortune” başlıklı yazısında, eski sabahlığını atmasıyla birlikte hayatında başlayan değişimleri anlatır: Diderot’ya yeni bir kırmızı sabahlık hediye edilmiş, o da eskisini atıp bunu giymeye başlamıştır. Fakat
bu yeni giysi, çalışma odasındaki diğer tüm nesnelerin eski püskü
gözükmesine sebep olduğundan, Diderot önce çalışma masasını, sonra
perdelerini, nihayet odasındaki tüm nesneleri, sabahlığıyla uyum içinde
olmaları için değiştirir. Sonunda oda bambaşka bir karakter kazanır, ama
Diderot bundan hiç memnun olmaz. Antropolog Grant McCracken, Culture and Consumption (1988) adlı kitabında Diderot’nun bu yazısından yola çıkarak “Diderot etkisi” kavramını geliştirmiştir. Bu kavram iki fikir üzerine temellenmektedir: Yerleşik tüketim örüntüleri dışardan bir müdahaleye uğramadıkça büyük değişimlere direnir, bir tür “Diderot bütünlüğü” halinde bulunurlar. Diğer bir deyişle, tüketicilerin satın aldığı ürünlerin kendi kimlik algılarıyla uyumlu olduğu, dolayısıyla kültürel anlamda birbirini tamamlayan ürünler oldukları varsayılmaktadır. Tüketicinin hâlihazırda sahip olduğu ürünler bütününden sapma gösteren yeni bir ürün ise, Diderot’nun aktardığına benzer bir tüketim sarmalına girilmesine yol açabilmektedir. “Diderot etkisi”, günümüzde sembolik tüketimi, yukarı doğru toplumsal hareketlilikte tüketim ürünlerine yüklenen rolü, kısaca tüketimin kültürel ve toplumsal saiklerini açıklamada önemli bir işleve sahiptir. Aşağıdaki metinde, Mitchell Abidor’a ait İngilizce çeviri kullanılmıştır; tamamı için bkz. www.marxists.org
Eski Sabahlığımla İlgili Pişmanlığım, veya Servetten Ziyade Zevk Sahibi Olanlar İçin Bir Uyarı
Neden saklamadım onu sanki? O bana alışmıştı, ben de ona... Vücudumu sıkmadan bütün kıvrımlarını sarıyordu; göz okşayıcı ve yakışıklıydım. Diğeri kaskatı ve kolalı, beni hantal gösteriyor. Oysa berikinin teveccühü her ihtiyacı karşılamaya hazırdı – malum, fukaralık hep vazifeşinastır. Bir kitap tozlanmayagörsün, silmek için eteklerinden biri hazır ve nazırdı. Koyulaşan mürekkep, tüy kalemimden akmayı reddetse, yan tarafını uzatıverirdi. Üzerindeki uzun siyah çizgilerden belli olurdu bana sunduğu hizmetler. Bu uzun çizgiler littérateur’ü, yazarı, çalışan adamı ele verirdi. Oysa şimdi işe yaramaz bir zengin havası geldi üzerime. Kimse kim olduğumu bilmiyor.
Onun içindeyken, ne bir uşağın sakarlığından korkardım ne de kendi sakarlığımdan; ne alev alacak diye endişelenirdim, ne de üstüne su dökülecek diye... Eski sabahlığımın mutlak efendisiydim. Yenisinin kölesi oldum.
Altın postun başında nöbet tutan ejderha tasalanmamıştır benim kadar. Endişe sarıyor dört yanımı.
Genç bir kızın nazına, merhametine teslim olmuş karasevdalı ihtiyar, sabahtan akşama sızlanır durur, “nerede benim o iyi, o eski kâhyam” diye. “Onu bu kız yüzünden kovduğum gün hangi şeytana uydum kim bilir!” Sonra da ağlar, iç çeker.
Ağlamıyorum, iç çekmiyorum, ama içimden sürekli şöyle diyorum: Alelade kumaşı allayıp pullayıp ona fiyat biçme sanatını icat edene lanet olsun. Saygı ve hayranlık duyduğum şu kıymetli giysiye lanet olsun. Nerede benim o eski, alelade kumaştan, mütevazı, rahat çaputum?
Dostlarım, eski dostlarınızı muhafaza ediniz. Dostlarım, varsıllığın size dokunmasından sakınınız. Benim durumum size ibret olsun. Yoksulluğun kendine has özgürlükleri vardır, zenginliğin de mahzurları.
Ey Diogenes! Tilmizini Aristippos’un şatafatlı harmaniyesi içinde görseydin kim bilir nasıl gülerdin![1] Ey Aristippos, bu şatafatlı harmaniye için az alçaklık yapılmadı. Senin mülayim, dalkavukça, kadınsı yaşamınla, çaput giyen kiniğin hür ve katı yaşamı arasında nasıl da fark var. İçindeyken dünyamın efendisi olduğum fıçıyı, bir zorbaya kulluk etmek için bıraktım ardımda.
Fakat hepsi bu değil dostlarım. Lüksün tahribatına, sürekli artan bir lüksün neticelerine kulak verin.
Eski sabahlığım, etrafımdaki diğer döküntülerle ahenk içindeydi. Bir hasır sandalye; bir tahta masa; bir Bergamo halısı; birkaç kitabı taşıyan bir kalas; köşelerinden duvar halısının üzerine tutturulmuş, çerçevesiz, isli birkaç gravür; bu gravürlerin arasında havaya kalkmış birkaç sıva parçası, sabahlığımla birlikte en ahenkli fukaralığı meydana getiriyordu.
Her şeyin ahengi bozuldu şimdi. Uyum yok artık, birlik yok, güzellik yok.
Bir papaz evini devralan yeni, temizlik meraklısı hizmetçi; dul bir adamın evine giren kadın; gözden düşmüş bir bakanın yerine gelen bakan; Jansenist piskoposun bölgesini ele geçiren Molinist piskopos, bu al renkli davetsiz misafirin evimde yol açtığı denli sıkıntıya yol açmamıştır.
Bir köylü kadına içim kalkmadan bakabilirim. Başını örten o adi kumaş parçası, yanaklarına dağılarak dökülen birkaç tutam saç, vücudunu yarım yamalak kaplayan o yırtık pırtık paçavralar, bacaklarının yarısını bile kapatmayan o gariban iç eteklik, her tarafına gübre bulaşmış çıplak ayakları göz zevkimi asla bozmaz. Saygı duyduğum bir durumun görüntüsüdür bu; bende merhamet uyandıran bir zaruretin ve olumsuz koşulların dayattığı zarafet yokluğunun biraraya getirdiği bir bütündür. Oysa, dantellerle süslenmiş saçı, kolları yırtık elbisesi, pis ipek çorapları ve eski püskü ayakkabılarında önceki gecenin bolluğuna karışmış gündüzün fakirliğini gördüğüm kibar fahişe midemi bulandırır, ve peşi sıra bıraktığı güzel kokulara rağmen ondan uzaklaşırım.
Benim meskenim de buna benzeyecekti, o dediğim dedik kızıl her şeyi kendisiyle uygun adım yürütmeseydi şayet.
Nicedir Şam işi duvar kaplamasına tutturulmuş duran Bergamo’nun duvardan ayrılışını gördüm.
Hiç de değersiz sayılmayacak iki baskı-resim, gitti: Poussin’in Kudret Helvasının Çöle İndirilişi ve yine aynı ressamın Ester, Ahaşveroş’un Karşısında adlı resimleri. Rubens’e ait bir ihtiyar tarafından alçakça yerinden edilen, gamlı Ester oldu; çöle inen kudret helvasını ise, Vernet’nin bir Fırtına’sı yok etti.
Poussin “Les Israélites recueillant la manne dans le désert”, 1637
Poussin, “Esther devant Assuérus”, 1655
Hasır sandalye, maroken bir koltuk tarafından giriş salonuna sürüldü.
Homeros, Virgilius, Horatius ve Cicero, ağırlıkları altında eğilmiş ince çam rafı rahat bırakıp, kakmalı bir gardıroba kapandılar – benden ziyade onlara layık bir sığınak.
Şömine rafını kocaman bir ayna zaptetti.
Falconet’nin dostluğuna borçlu olduğum ve kendi elleriyle onardığı o iki güzel alçı heykel, çömelmiş bir Venüs tarafından yerinden edildi. Antik bronz, modern kili kırdı.
Tahta masa hâlâ meydanda çarpışıyordu – dört tarafına istiflenmiş, ve onu karşı karşıya kalabileceği hasarlardan koruyacakmış gibi görünen makale ve kitapçık yığınlarının arkasına sığınmıştı. Ama sonunda o da kaderine boyun eğdi: Makale ve kitapçıklar, tembelliğime rağmen, kıymetli bir yazı masasının çekmecelerinde gözden uzaklaştılar.
Ah şu uyum duygusu denen musibet! Değiştiren, kımıldatan, kuran ve deviren, o hassas ve yıkıcı zarafet; babaların kasalarını tamtakır eden, kızları drahomasız, oğulları eğitimden mahrum bırakan, sayısız güzelliğin ve nice büyük musibetin yaratıcısı. Evimdeki tahta masayı, o mahvedici ve nadide çalışma masasıyla değiştiren sen: ülkeleri harap eden sensin; belki de bir gün eşyalarımı, tescilli bir mezatçının çatlak sesiyle “Çömelmiş bir Venüs için yirmi louis” diye bağıracağı Saint-Michel Köprüsü’ne götürecek olan da sensin.
Bu çalışma masasının tablası ile, tepesine asılmış Vernet’nin Fırtına’sı arasında kalan açıklık, göze hoş görünmeyen bir boşluk yaratıyordu. Bu boşluk bir saatle dolduruldu. Ama ne saat! Altını bronzuyla tezat oluşturan, Geoffrin tarzı bir masa saati.[2]
Penceremin yanında boş bir köşe vardı. Bu köşe bir yazı masası istiyordu ve istediğini aldı.
Yazı masasının tablasıyla Rubens’in güzel başı arasındaki bir başka nahoş boşluksa, iki La Grenée’yle doldu.
Şu köşede aynı ressama ait bir Mecdelli Meryem duruyor; şurada da Vien ya da Machy’e ait bir eskiz – zira eskizlere de merak sardım. Bir filozofun nefsi terbiye eden sığınağı, bir meyhanecinin yüz kızartıcı özel odasına böyle dönüştü işte. Üstelik bu halimle, halkın yoksulluğuna hakaret teşkil ediyorum.
Beni ben yapan aleladelikten geriye kalan tek şey bir kilim. Bu değersiz kilimin yeni kavuştuğum lükse yakışmadığını görebiliyorum. Fakat yemin ettim ve yine ediyorum ki, kulübesinden alınıp hükümdarın sarayına götürüldüğünde takunyalarından vazgeçmeyen o köylü gibi, Filozof Denis de, Savonnerie’den[3] çıkma bir şaheserin üzerinde yürümeyecek asla. Sabahları şatafatlı kızılıma sarınmış halde çalışma odama girdiğimde yere bakıyor ve eski kilimimi görüyorum. Bana köklerimi hatırlatıyor, böylece gururun önü daha yüreğime giremeden kesiliyor.
Hayır dostum, hayır, hiç bozulmadım. Bana gelen muhtaçlara kapım her daim açık; beni her zamanki kadar cana yakın buluyorlar. Onları dinleyip öğütler veriyorum; onlara destek oluyor, dertleriyle hemhal oluyorum. Ruhum katılaşmadı, burnum kalkmadı. Her zamanki gibi sırtım dik, alnım açık. Aynı dürüstlük, aynı hassasiyet baki. Sahip olduğum lüks daha çok yeni, zehir etkisini henüz göstermedi. Fakat zamanla ne olacağını kim bilebilir? Karısını kızını unutmuş, borca batmış, bir eş ve baba olmaktan çıkmış bir adamdan ne beklenir – güvenli bir yere üç beş kuruş saklayacağına...
Ey aziz peygamber! Aç ellerini semaya ve tehlikedeki dostun için dua et. De ki Tanrı’ya: Dünya nimetlerinin Denis’yi yozlaştırmakta olduğuna hükmedersen şayet, tapındığı o şaheserleri esirgemeyesin. Onları yok edip Denis’yi fakirliğine geri döndüresin. Ve ben, kendi payıma, şöyle haykıracağım semaya: Ey Rabbim! Aziz peygamberin dualarına ve senin iradene teslim oluyorum. Her şeyi sana bırakıyorum. Her şeyi geri al, Vernet dışındaki her şeyi! Ah, Vernet’yi bana bağışla! Onu yapan ressam değil, sensin. Kendi eserine ve dostluğun eserine hürmet et. [...] Zaten insanların ziyaret ettiği, dinlemeye geldiği ben değilim artık: evime gelip hayranlıkla süzdükleri, Vernet. Ressam küçük düşürdü filozofu.
[...]
Zamanla bütün borçlar ödenecek, pişmanlık dinecek ve ben safi sevinç duyacağım. Korkmayın, güzel şeyleri istiflemeye yönelik çılgın arzu beni ele geçirmiş değil. Sahip olduğum dostlara hâlâ sahibim, sayıları da artmadı. Laїs’e sahibim, ama Laїs benim sahibim değil.[4] Kollarında mutlu olan ben, onu başkasına vermeye hazırım: seveceğim, ve benden daha mutlu edeceği birine. Bir de sır vereyim size: herkese çok pahalıya mal olan o Laїs için ben tek kuruş ödemedim.
[1] Aristippos, Sokrates’in öğrencisi, hedonizmin kurucularından; zevküsefa içinde yaşadığı, öğrencilerinden para aldığı, ve hocasının mirasına ihanet ettiği için zamanında eleştirilmiştir. Diogenes ise kinizmin kurucusudur (bkz. www.e-skop.com) – e.n.
[2] Marie-Therese Rodet Geoffrin, Paris’te düzenlediği Salonlarla meşhurdu (Diderot da bu Salonların müdavimiydi). Kendisini kitap okurken gösteren bir tablodan esinlenerek yapılan masa saati, sanat ve edebiyat çevrelerinde büyük rağbet gördü ve çok sayıda kopyası üretildi. Diderot’nun burada bahsettiği saati kendisine bizzat Madam Geoffrin’in hediye ettiği, asıl adı “L’Emploi du Temps” olan saate “Pendulum Clock a la Geoffrin” adını verenin de Diderot olduğu söylenir. www.authenticite.fr – e.n.
[3] Savonnerie, Fransa’daki ilk kraliyet halı fabrikası. Savonnerie, “sabun imalathanesi” demek; önceleri sabun imalathanesi olarak kullanılan bina Marie de Medici tarafından bir yetimhaneye dönüştürülmüş; ardından 1631’de, yetimhanedeki ucuz çocuk emeğinden yararlanılması düşünülerek, XIII. Louis’nin emriyle binada halı fabrikası kurulmuş – e.n.
[4] Hykara’lı [Sicilya’da] Laїs, filozoflarla yaşayan bir fahişedir. Atinalılar tarafından esir alınıp Korint’e getirilir. Rivayete göre, kinik Diogenes’le para almadan birlikte olurken, Aristippos’la para karşılığında birlikte olur (bkz. www.attalus.org). Diderot’nun bu cümlesi, bir fahişeyle birlikte olduğu için kendisini kınayanlara Aristippos’un verdiği rivayet edilen cevapla aynıdır: “Ben ona [Laїs’e] sahibim ama o benim sahibim değil; zira en iyisi, zevk sahibi olmak ama bu zevklerin kölesi olmamaktır" (Diogenes Laertius, The Life of Aristippus http://www.classicpersuasion.org). Diderot'nun Laїs diye söz ettiği, Vernet tablosu – e.n.