Constantin Guys, Randevuevi
İşte gidiyor, koşuyor, arıyor. Peki ne arıyor? Benim resmettiğim şekliyle bu adamın, büyük insan çölünün ortasında durmaksızın gezen, canlı imgelem gücüne sahip bu yalnız adamın, basit bir flâneur’den daha yüksek bir amacı, rastlantıların getirdiği uçucu zevklerden daha genel bir hedefi vardır kuşkusuz. O, modernite adını vereceğim şeyi aramaktadır; buna modernite diyorum, çünkü zihnimdeki düşünceyi ifade edecek daha uygun bir sözcük bilmiyorum. Bu adam, modadan, tarih içerisinde barındırabileceği her türlü şiirselliği devşirmekte, geçici olandan ebedi olanı damıtmaktatır. (...) ‘Modernite’yle kastettiğim, bir yarısı sonsuz ve değişmez olan sanatın, gelip geçici, ele avuca sığmaz, koşullara bağlı olan diğer yarısıdır. (...) Büyük bir hızla değişen bu geçici, ele avuca sığmaz unsuru küçümseme veya dikkate almama hakkına sahip değilsiniz. Onu göz ardı ettiğiniz anda, ister istemez –ilk günahtan önceki tek kadının güzelliği gibi– soyut ve tanımlanamaz bir güzelliğin boşluğuna yuvarlanırsınız.
(...) Resim yapmayı öğrenmek için eski ustaların eserleri üzerinde çalışmak kuşkusuz mükemmel bir iştir, ama amacınız bugünkü güzelliğin niteliğini anlamaksa, bu yaptığınız yüzeysel bir alıştırmadan ileri gidemez. Rubens’in veya Veronese’nin resmettiği kumaşlar, size antik hareli kumaşı [moire antique], kraliçe satenini [satin a la reine] veya günümüzde üretilen diğer kumaş türlerini, çemberlerle veya kolalı muslin jüponlarla kabartılmış kumaşları resmetmeyi öğretemez. Bunlar, dokuları ve dikimleri açısından, eski Venedik kumaşlarından veya Katerina’nın sarayında giyilen kumaşlardan farklıdır. Etek ve korsaj kesiminin de kesinlikle farklı olduğunu, plilerin yeni bir sistem içinde ayarlandığını, günümüz kadınının tavır ve hareketlerinin elbisesine eski kadınlarınkinden farklı bir hayat ve görünüm kattığını da ekleyelim. Kısacası, her modernitenin günün birinde “antikite” haline gelmeye layık olması için, insan hayatının ona ister istemez kattığı gizemli güzelliğin bulunup çıkarılması gerekir. Bay G.’nin [Constantin Guys] kendini vakfettiği de, işte bu uğraştır.
Her çağın kendi tavrı, bakışı ve duruşu olduğunu söylemiştim. Bu önerme özellikle (Versailles’daki gibi) geniş bir portre galerisinde kolaylıkla doğrulanabilir. Ama bunun ötesinde de geçerlidir. Ulus adı verilen birlik içine meslekler, sınıflar, yüzyıllar, sadece duruş ve davranış tarzları açısından değil, yüzün somut formu açısından da çeşitlilik getirirler. Şu burun, şu ağız, şu alın, burada belirleyebileceğimi iddia etmeyeceğim, ama hesaplanabileceğine kuşku duymadığım bir zaman dilimi boyunca hâkim olmuştur. Bu tür değerlendirmeler bizim portre ressamlarımıza biraz yabancıdır; özellikle Ingres’in en büyük kusuru, gözünün önünde poz veren her tipe, klasik düşünceler dağarından alınmış, az çok eksiksiz –adeta zorbaca bir dayatmaya varan– bir mükemmellik yükleme çabasıdır.
Böyle bir konuda, a priori mantık yürütmek kolay olur, hatta meşru sayılabilirdi. Ruh adı verilen şeyin beden adı verilen şeyle olan sürekli bağıntısı; “maddi” olan her şeyin, kendisinden türediği maneviyatı nasıl yansıttığını ve nasıl hep yansıtacağını gayet güzel açıklar. Sabırlı ve titiz olmakla birlikte imgelem gücü kısıtlı olan bir ressam, günümüzün courtesan’larından birini resmedeceği zaman Tiziano’nun veya Raffaello’nun bir courtesan’ından esinlenirse (benimsenmiş sözcük budur), yanlış, belirsiz ve anlaşılmaz bir eser ortaya çıkması çok büyük bir olasılıktır. O döneme ait ve o türde bir başyapıtın incelenmesi, moda sözlüğünün zaman içinde yırtık kızlar, kapatma kızlar, yosmalar veya kenar mahalle dilberleri gibi birbirini izleyen kaba veya muzip unvanlarla sınıflandırdığı bu kadınların ne tavrını, ne bakışını, ne gülüşünü ne de canlılığını öğretecektir ona.
Constantin Guys, Sokakta
Aynı eleştiri asker, dandy, hatta hayvan, at veya köpek etüdleri, kısacası bir çağın dışsal hayatını oluşturan her şey için geçerli olabilir. Antik sanattan saf sanat, mantık, genel yöntem dışında kalan şeyleri öğrenmeye çalışanın vay haline! Oraya fazla gömülünce şimdi’ye ilişkin belleğini de yitirir; içinde yaşadığı koşulların sağladığı haklardan ve ayrıcalıklardan vazgeçer. Burada gerçekten bir ayrıcalık söz konusudur, çünkü neredeyse bütün özgünlüğümüz, zamanın duyularımıza vurduğu damgadan kaynaklanır. Okur, kadınlar dışındaki birçok konuda da iddialarımı kolayca doğrulayabileceğimi hemen anlamıştır. Örneğin modern geminin sade ve zarif güzelliğini tabloya taşıması gereken bir deniz manzarası ressamının (varsayımı en uç noktaya götürüyorum), kadim geminin aşırı yüklü, dolambaçlı formlarını, anıtsal pupasını ya da 16. yüzyılın karmaşık yelken takımlarını inceleyerek gözlerini yormasına ne derdiniz? Yarış alanlarına adını yazdırmış meşhur bir safkan atının portresini yapmakla görevlendirdiğiniz bir sanatçı, arayışını müzelerle sınırlasa, atı geçmişin galerilerinde, Van Dyck, Bourguignon veya Van de Meulen’in eserlerinde gözlemlemekle yetinse, onun hakkında ne düşünürdünüz?
Doğanın yönettiği, içinde bulunduğu koşulların baskısı altındaki Bay G. bambaşka bir yol izledi. Hayatı seyretmekle işe başladı, hayatı ifade etme araçlarını edinme çabasına ancak daha sonra girişti. Bunun sonucu, çarpıcı bir özgünlük oldu ve bu özgünlüğün içinde barbarlığın ya da naifliğin izlerini taşıyan ne varsa, izlenime itaatin, hakikate düzülen övgünün yeni bir kanıtı halini aldı. İş adamları başta olmak üzere, işe yaramadığı sürece doğayı yok sayan pek çoğumuz için hayatın fantastik gerçekliği muazzam ölçüde seyrelmiştir. Bay G. ise bu gerçekliği durmaksızın özümsemektedir; belleği de gözleri de onunla doludur.
Charles Baudelaire, “Modern Hayatın Ressamı” [1863], Modern Hayatın Ressamı içinde, çev. Ali Berktay (İletişim Yayınları SanatHayat Dizisi, 5. baskı 2009) s. 213-217 arasından seçilmiş pasajlar.