“İşçi sınıfı kültürü” fikri üzerine bir şeyler söylemek istiyorum çünkü bu bence günümüzün kilit meselelerinden biri ve bir hayli yanlış anlaşılma barındırıyor. Daha önce, yeni kitle iletişim araçları yoluyla üretilen malzemenin büyük kısmını “işçi sınıfı kültürü” olarak tanımlamanın ne doğru ne de yararlı olduğuna işaret etmiştim. Zira bu malzeme hiçbir şekilde sadece işçi sınıfı için üretilmediği gibi, önemli ölçüde onlar tarafından da üretilmemektedir. Bu olumsuz tanıma bir başkasını daha eklemek gerek: Bizim toplumumuzda “işçi sınıfı kültürü”, halihazırda var olan az sayıdaki “proleter” yazın ve sanat olarak da anlaşılmamalıdır. Bu tür çalışmaların ortaya çıkışı yararlı olmuştur; yalnızca daha bilinçli formlar için değil, sanayi sonrası baladlar gibi derlenmeye değer görülmüş malzemeler için de geçerlidir bu. Bu çalışmaların farkında olmamız gerekir, ama bunlara bir kültür olarak değil, değerli bir muhalif unsur olarak bakmalı. İngiltere’nin geleneksel popüler kültürü, Sanayi Devrimi’nin yarattığı altüst oluşlarla tamamen yok olmamışsa da en azından parçalanmış ve zayıflamıştır. Bu kültürden geriye kalanlar ve yeni koşullar altında yapılan yeni şeyler, nicelik bakımından az, kapsam açısındansa dardır. Bu çalışmalar saygıyı gerektirmekle birlikte, hiçbir anlamda alternatif bir kültür oluşturmaz.
İşte bu alternatif meselesi, teorik açıdan son derece zordur. Düşünsel ve yaratıcı çalışma anlamında kültürümüzün önemli bir kısmı, Marksistlerin dediği gibi burjuva olarak tanımlanacaksa, alternatif bir kültür aramak ve bunu proleter diye adlandırmak doğal olacaktır. Ne ki, “burjuva kültürü”nün yararlı bir terim olduğu kuşkuludur. Her kuşağın geleneksel kültürü olarak devraldığı düşünsel ve yaratıcı çalışmalar, her zaman ve zorunlu olarak, tek bir sınıfın ürünlerinden fazlasını içerir. Her şeyden önce, bu eserlerin önemlice bir kısmı, mevcut toplumun hemen öncesindeki dönemlerden çok daha eski zamanlardan kalmış olacaktır; sözgelimi 1600 öncesine ait edebiyat, felsefe vs. eserleri “burjuva” olarak görülemez. Ama bunun da ötesinde, belirli bir sınıfın egemen konumda olduğu bir toplumda bile, başka sınıfların mensuplarının ortak mevcuda katkıda bulunması, dahası bu tür katkıların egemen sınıfın değer ve fikirlerinden etkilenmemiş ya da bunlara karşıt olması gayet mümkündür. Öyle görünüyor ki bir kültürün alanı, genellikle, bir sınıfın alanından ziyade, bir dilin alanıyla orantılıdır. Egemen sınıfın ortak mirasın bütününün aktarım ve dağıtımını büyük ölçüde kontrol edebileceği doğrudur; böyle bir kontrol, mevcut olduğu yerde, o sınıfa ilişkin bir olgu olarak kaydedilmelidir. Ayrıca, geleneğin her zaman seçici olduğu, bu seçme sürecinin de daima egemen sınıfın çıkarlarıyla ilişkili, hatta o çıkarların güdümünde olma eğilimi göstereceği de doğrudur. Bu etkenler, sınıf iktidarı el değiştirdiğinde, yeni yükselen sınıf daha kendi katkılarını ortaya koymadan önce bile geleneksel kültürde niteliksel değişimler olmasını muhtemel kılmaktadır.
Bu tür noktaların altını çizmek gerekiyor, ama mevcut kültürümüzü burjuva kültürü olarak tanımlamanın kattığı özel vurgu birçok yönden yanıltıcıdır. Örneğin bu vurgu, şimdi kendilerini egemen sınıfa mensup olarak görenleri ciddi şekilde yanıltabilir. Bu insanlar, muarızları tarafından bile, (dar anlamda) mevcut kültürü kendi özel ürünleri ve mirasları olarak düşünmeye teşvik edilirse, hem kendilerini hem de başkalarını kandıracaklardır. Çünkü, kendi sınıf pozisyonları ortadan kalktığı takdirde kültürün de ortadan kalkacağını öne sürme; standartların korunmasının, kültürün, onu yarattığına göre onu anlayan yegâne sınıfla sınırlandırılmasına bağlı olduğunu iddia etme cesaretini kazanacaklardır. Öte yandan yeni yükselen bir sınıfın temsilcileri olduklarına inananlar, “burjuva kültürü” önermesini kabul ederlerse, ya insanlığın ortak mirasını görmezden gelme yanılgısına düşecek, ya da daha akıllılarsa, bu burjuva kültüründen ne kadarının, nasıl alınacağı konusunda kafa karışıklığı yaşayacaklardır. Her iki pozisyonda da kategoriler ham ve mekaniktir. Ortak bir dili paylaşan insanlar, deneyimdeki her değişiklikle zorunlu ve sürekli olarak yeniden değerlendirilen düşünce ve yazın geleneğinin mirasını da paylaşırlar. Bu ortak geleneğe karşıt olarak yapay bir “işçi sınıfı kültürü”nün imali tam anlamıyla aptalcadır. İşçi sınıfının egemen olduğu bir toplumda bu sınıf kuşkusuz yeni değerlendirmeler ve katkılar üretecektir. Ancak bu süreç, edinilen mirasın karmaşıklığı nedeniyle son derece karmaşık olacaktır ve bu karmaşıklığı basit bir şemaya indirgemek hiçbir şey kazandırmaz.
Raymond Williams’ın Kültür ve Toplum kitabının “Sonuç” kısmından seçilmiş pasajlar, çev. Uygur Kocabaşoğlu (İletişim Yayınları sanat-hayat dizisi, 2017) s. 467-470. Aynı bölümden devam eden pasajlar için bkz. İşçi Sınıfı Kültürü