Onlara anıt mı abide mi diyeceğinizi bir türlü bilememeniz dışında anıtların bin bir türlü özelliği vardır. Bunların en barizi kendi içinde biraz çelişkilidir. Şöyle ki, anıtlar, çok çarpıcı bir şekilde çarpıcılıktan uzaktır. Bu dünyadaki hiçbir şey bir anıttan daha görünmez değildir. Görünmek, ve hatta dikkat çekmek için dikildikleri muhakkak. Buna rağmen, tüm varoluşlarıyla dikkati üzerlerinden uzaklaştırır; bakışların, muşambanın üzerinden akıp giden su tanecikleri gibi, bir an için olsun duraksamadan akıp gitmesine sebep olurlar. Aylar boyunca her gün aynı sokaktan geçebilir, yol üstündeki her evi, her vitrini, her polisi biliyor olabilirsiniz; kaldırıma düşen tek bir kuruş bile gözünüzden kaçmayabilir. Ama günlerden birinde, binalardan birinin birinci katındaki güzel oda hizmetçisine gözünüzü dikmiş bakarken birdenbire, üzerinde, kalıcı harflerle, bilmem kimin bin sekiz yüz bilmem kaç ile bin sekiz yüzler bilmem kaç küsur arasında burada yaşayıp çalıştığının yazılı olduğu pek de küçük denemeyecek bir metal levha fark ettiğinizde çok şaşırırsınız.
Pek çok insan, gerçek boyutlardan büyük heykeller karşısında bile bunu yaşamıştır. Her gün onların etrafından yürürsünüz; kaidelerinde soluklanırsınız, yolunuzu bulmak ya da mesafeleri hesaplamak için onlara başvurursunuz. Şehrin en bilindik meydanına adımınızı attığınızda onların varlığını hissedersiniz; tıpkı bir ağacın varlığını hissedeceğiniz gibi... ne de olsa ezberinize kazınmış sokak manzarasının bir parçasıdırlar. Ve bir sabah uyandığınızda ortadan kaybolduklarını görecek olsanız bir anlığına şaşırırsınız. Yine de, onlara asla bakmazsınız; kimi temsilen yapıldıkları hakkında en ufak bir fikriniz yoktur, en iyi ihtimalle bir kadın mı yoksa erkek mi olduğunu bilirsiniz.
Bu kurala istisna teşkil eden belli bazı örneklere bakıp da yanlış bir fikre kapılmamak gerek. Mesela, elimizde Baedeker,[1] peşine düştüğümüz bazı heykeller vardır: Gattamelata Atlı Heykeli ya da Colleoni Atlı Anıtı gibi; ki bu ikincisi oldukça özel bir örnektir. Bir diğer istisna ise, manzaranın tamamını tek başına kaplayan anıt kulelerdir. Bir de, tabii, Almanya’nın dört bir köşesine serpiştirilmiş Bismarck heykelleri gibi kendi içinde takım oluşturan anıtlar vardır.
Bu türden etkileyici anıtlar vardır gerçekten; ve bir de, yaşayan bir düşüncenin ya da duygunun ifadesini barındıran anıtlar vardır. Fakat, çoğu sıradan anıtın amacı hatıraları canlandırmak ya da dikkatimizi cezbedip içimizde hürmet duyguları uyandırmaktır. Çünkü ihtiyacımız olan şeyin az çok bu olduğu düşünülür. Ve zaten tam da bu noktada, yani, başlıca amaçlarını yerine getirmek konusunda başarısız olurlar. Çekmeleri gereken şeyi iterler. Kendilerini bizden sakladıkları söylenemez tam olarak; daha ziyade, algılama yetimizin dışında kalırlar. Bu, düpedüz, vandalizme davetiye çıkaran bir özellikleridir!
Bu durumun bir açıklaması var elbette. Zamana direnen her şey etkileyiciliğinden bir şeyler feda eder. Yaşamımızın duvarlarını meydana getiren, bilincimizin arka planını oluşturan her şey, tabiri caizse, bu bilinçte bir rol oynama hakkını kaybeder. Rahatsız edici, biteviye bir ses birkaç saat sonra duyulmaz olur. Duvara astığımız resimler sayılı gün içinde duvar tarafından emilir; onlara nadiren dönüp bakarız. Daha sonra tamamlamak üzere kütüphanemizdeki hayranlık uyandırıcı kitap sıralarının arasına yerleştirdiğimiz kitaplar asla sonuna kadar okunmayacaktır. Doğrusu, kimi hassas ruhlar için bir daha asla ellerine almayacaklarını bile bile, sırf başlangıcını sevdikleri için bir kitabı satın almak bile oldukça tatmin edicidir. Bu örnekte, söz konusu tavrın düpedüz saldırgan bir hal almaya başladığı görülüyor. Lakin bu kayıtsızlığın duygular âleminde, mesela aile hayatında tutturduğu kararlı seyrin istisnasız her zaman saldırgan olduğunu fark edebilirsiniz. Sarsılmaz evlilik bağını arzunun yanar dönerliğinden ayıran şey sık sık tekrarlanan şu cümledir: On beş dakikada bir seni sevdiğimi söylemem mi gerekiyor?! Peki ama, kalıcılığın bu psikolojik hasarları, kendilerini bronz ve mermer kılığında bu denli abartılı derecelerde dışa vurmak zorundalar mı?
Anıtlar konusunda iyi niyetliysek, kaçınılmaz olarak, doğamıza aykırı taleplerde bulundukları ve bu taleplerin karşılanabilmesi için çok özel birtakım hazırlıkların yapılması gerektiği sonucuna varmamız gerekiyor. Otoyollardaki uyarı işaretlerini anıtlar kadar silik yapmaya kalkmak suç olurdu. Neticede, lokomotifler mıymıntı sesler çıkarmazlar, acı acı öterler. Posta kutuları bile göz alıcı renklere boyanır. Kısacası, günümüzde herkesin yapmak zorunda olduğu gibi anıtların da biraz daha çaba sarf etmesi lazım. Sessiz sessiz ortalıkta durup arada bir kendilerine tesadüf eden bakışları kabul etmek kolaylarına gidiyor olabilir ama günümüzde onlardan daha fazlasını beklemek hakkımız. Belli bazı güncel kavramsal eğilimler sayesinde yavaş yavaş kendini kabul ettirmeye başlayan bu fikri bir kez benimsedik mi, anıt sanatımızın reklamcılık alanındaki son gelişmelere kıyasla ne kadar geri olduğunu fark edeceğiz. Bronz kahramanımız hiç olmazsa pencere camını tıklatmak gibi, başka sanat dallarında çoktan demode olmuş numaralara başvuramaz mı? Grup halinde duran mermer figürler, mağaza vitrinlerindeki daha başarılı benzerleri gibi dönemezler mi? Hiç olmazsa göz kırpamazlar mı? En azından, muhakkak daha dikkat çekici olmalarına yardım edecek bazı sözlere başvurabilirler: “Goethe’nin Faust’undan iyisi yoktur!”, ya da, “X şairin dramatik fikirlerinden daha ucuzunu bulamazsınız!” gibi...
Maalesef, heykeltıraşlarımız bu önerilerin hiçbirine kulak asmıyorlar. Gürültü ve hareket çağımızı tam olarak kavrayamamış gibiler. Sivil giyimli birinin heykelini yapıyorlarsa eğer, adamı ya hareketsiz bir şekilde sandalyesinde oturmuş bir halde ya da eli ceketinin ikinci ve üçüncü düğmeleri arasına sıkıştırılmış dururken betimliyorlar. Bazen elinde bir parşömen tuttuğu da oluyor ama ne olursa olsun suratında en ufak bir ifadeye rastlanmıyor. Çoğu zaman, akıl hastanelerindeki iflah olmaz melankoliklere benziyor bu figürler. İnsanlar anıtlara karşı bu kadar kayıtsız olmayıp tepelerinde ne işler döndüğünü görseler, tıpkı bir tımarhanenin yanından geçerken olduğu gibi tüyleri ürperirdi. Söz konusu olan bir general ya da prens heykeli olduğunda durum bundan bile daha korkutucu oluyor. Kahramanımızın elinde bir bayrak sallanıyor ama rüzgâr yok. Kılıcını çekmiş ama karşısında muhatabı yok. Emredercesine eliyle ileriyi gösteriyor ama kimsenin aklından onu takip etmek geçmiyor. Şaha kalkmış atı bile, öne atılmaya hazır bir şekilde arka bacaklarının üzerinde dengede durup, hayretler içerisinde, kenara çekileceğine sakin sakin sandviçlerini mideye indiren ya da gazete alan insanları izliyor. Heykellerdeki figürler asla hareket etmez; ilelebet bir gaf halinde donmuş dururlar. İçler acısı bir durum...
Bu birkaç satırda, heykellerdeki figürler, anıt levhaları ve benzeri meselelere bir nebze olsun açıklık getirdiğime inanıyorum. Belki bundan böyle evine giderken dönüp onlara bakan birileri çıkar. Fakat ne kadar çok düşünürsem düşününeyim bir türlü cevabını bulamadığım bir soru var: Durum buyken, neden alelade insanların değil de hep büyük işler başarmış adamların anıtları dikilir? Bu, itinayla tasarlanmış bir hakaret olmasın? Yaşarlarken onlara bundan daha büyük kötülük edemeyeceğimiz için, öldüklerinde boyunlarına bir anıt taşı bağlayıp unutuluş denizine itiyoruz.
Robert Musil, “Monuments”, Posthumous Papers of a Living Author, İngilizce’ye çeviren Peter Wortsman (New York: Archipelago, 2006).
[1] 1827-1948 yılları arasında faaliyet gösteren ve gezi rehberleri yayınlayan bir yayınevi – ç.n.