Paris'teki Grand Palais'de "Leonardo'dan Picasso'ya Bohemler" Sergisi

26/12/2012 / skopbülten

 

                                                                          Vincent van Gogh, Bohem Kampı, 1888

 

Bohemya, şarkılarda, filmlerde ve şiirlerde canlılığını koruyan; yüzlerce kez ölü ilan edilip yine küllerinden doğan bir modern mittir. Bohem figürü ilk kez 19. yüzyılda, romantizm ile realizm arasındaki dönemde, sanatçının konumunda derin bir dönüşüm yaşandığı bir zamanda  ortaya çıkmıştır. Artık genç ve yetenekli bir sanatçı, şu ya da bu prensin himayesine girmeye çalışmaz; toplumsal çalkantıları öngören, yoksul ve anlaşılmamış, yalnız bir dehadır o. Modernliğin büyük öncülerinin çoğu –şairler (Baudelaire, Rimbaud, Verlaine…), ressamlar ve müzisyenler (Courbet, van Gogh, Satie, Picasso…)– bu olguyu temsil eder. Nesiller boyunca genç sanatçılar için, kıt kanaat bir yaşam süren bu asi, aykırı figürler, aylak çapkın ve sarhoşlar, unutulmak ve ölmek pahasına şanlı bir hayat sürme hayalini canlandırmışlardır.  Edebiyatta ve basında, tiyatro ve operada aktarılan Bohem hayat tarzı, hızla popülerleşerek kolektif hafızaya kazınmıştır.

Bugün Bohemya miti, Avrupa halkları ile Romanlar arasındaki ilişkiye dair çok daha zengin ve karmaşık bir tarihin parçasıdır. 15. yüzyılda Batı’da Çingenelerin ilk kez görünmelerinden kısa bir süre sonra Bohem figürü, (Cervantès başta olmak üzere) romancıların başkahramanı  ve sanatçıların gözde konusu olur (Callot, Vouet, Georges de la Tour). Gizemli kökenleri, uzun süre anlaşılamayan dilleri, doğayla olan bağları ve falcılık yetenekleri Çingeneleri efsanevî karakterler haline getirir. Gittikleri yerlerde aniden belirip yok olmaları, bağdan ve köklerden yoksun, yoğun duyusal bir yaşamla ilgili fantezileri uyandırır. Bohem’in özgürlükteki son nokta olduğunu düşünen sanatçılar için büyüleyici bir figürdür o. Artık Çingenelerle “bohem” sanatçılar arasında pek çok ortaklık vardır. Her ikisi de toplum dışı ve yoksul, özgür ruhlu gezginlerdir. Bohem terimi hem Çingeneler hem de marjinal hayatlar süren sanatçılar için kullanılmaya başlanır. Hem Çingeneleri hem de modern sanatçıları hedef alan Nazi rejiminin yok etmeye çalıştığı bastırılmaz özgürlüğün simgesi olur.

"Bohemler" sergisi, resim, edebiyat, fotoğraf ve müzik gibi çeşitli alanları biraraya getirerek bu ortak tarihe yeni bir ışık tutmaya çalışıyor. (Basın bülteninden kısaltılmıştır) [EG]

Küratör: Sylvain Amic, Musée des Beaux-Arts de Rouen direktörü

Sergi tasarımı: Robert Carsen

Grand Palais, Galeries nationales, Paris

26 Eylül 2012 – 14 Ocak 2013

http://rmn.fr/english/les-musees-et-leurs-expositions-238/grand-palais-galeries-nationales-257/expositions-258/bohemias

 

Bohemya

Bohemya, ne Baudelaire ne de diğer sanat/edebiyat ehli için sadece kahramanlarının boy gösterdikleri bir drama değil. Bir dönem, iddialı olanların hemen hepsinin en azından gençlik çağlarını adadıkları bir dünya, hissettikleri bir aidiyet; yani bir bakıma bizzat kendileri. Bu dönem, 1830 sonrası, ‘burjuva kral’ Louis-Philippe’in liberalizmiyle başlıyor; ütopyaların ve romantizmin yükselişiyle.

Bohemya’nın kimliği son derecede tartışmalı. Marx’a göre bohemler, devrim düşmanı. Damadı Lafargue’ye göre ise tam aksine, devrimci ve anarşistler. Kural tanımaz, başına buyruk tavırlarıyla, asıl kendilerini aşağılayan toplumun bir hiç olduğunu gösterirler. Marx’ın zihninde netleştirerek üzerine tarih ve siyaset teorilerini inşa ettiği modern sosyal sınıflar tablosu için Bohemya fazlasıyla bulanık bir güruh; her ne kadar modern bir oluşumsa da, bir tortu, safra, posa: “soysuz sopsuz  sefiller, haydutlar, çapulcular, burjuvaziden türeme düşkünler ve maceraperestler, serseriler, asker kaçakları, kanun kaçakları, hapishane gediklileri, kerhaneciler, kumarbazlar, dolandırıcılar, şarlatanlar, avareler, yankesiciler, literati, laternacılar, paçavracılar, bıçakbileyicileri, tenekeciler, dilenciler; kısacası sağa sola savrulmuş başıboş ayaktakımı, Fransızların La Boheme dedikleri ...”

Oysa bohem denince hâlâ akla ilk gelen La Bohème operasında bu gibilerin, hırsız-uğursuz-cani takımının, yeri yoktur. Müellifine göre, onlar kadar, “ayı terbiyecilerinin, kılıç yutucuların, ateş yiyicilerin, dalavere ehlinin, düzenbazların, madrabazların ve başka binlerce ne idiği belirsiz hayırsızların” da yeri yoktur. Müziğin bohemi sanatçılara mahsustur.

Henry Murger’in kendini ve dostlarını anlattığı Bohem Hayatından Manzaralar, 1845 ve 1846 yıllarında küçük bir Paris gazetesinde tefrika edildiğinde hiç ses getirmez. Ama ne zaman ki Puccini tarafından operalaştırılıp sahneye çıkar, Murger da Bohemya’nın havarisi kesilir. Böylelikle, kalem erbabının ayrı ayrı keşfettiği kendi bohemleri üzerine yazdıkları devasa bir külliyatı kışkırtmakla kalmaz, bu külliyatın şaşmaz referansı haline gelir.

Bohemya tarihçilerinden Siegel’in kendi eserinin de odağına oturttuğu La Boheme, ona göre, sanat ve edebiyat heveslisi gençlerin çıraklık çağlarıdır; düşlerinin ve eylemlerinin hiçbir kayıt tanımadığı, toplumun, hatta giderek hayatın sınırlarındaki deneyimleridir. Ama zamanla, operanın finalindeki gibi, gençlikleriyle birlikte bu tutkularını da gömecekler ve sanatın, edebiyatın iş dünyasına katılacaklardır. Bourdieu’nun Bohemya tasviri de sahnedekinin sosyolojik tercümesi sayılır: Taşra okullarındaki eğitimlerini değerlendirebilecekleri umuduyla Paris’i dolduran ve bürokrasinin öngördüğü ağır koşullar yerine, “romantizmin zaferi sayesinde kazandığı şan ve şöhretten geçilmeyen edebiyata, veya Salon sergilerinin başarısının taçlandırdığı sanata” kapılan gençler. Henüz canlanan kültür endüstrisinin beslediği bu ‘entelektüel proleterler’, Quartier Latin çevresindeki ucuz pansiyonları mesken tutarlar. Zamanla, pansiyonlarıyla birlikte yataklarını da paylaştıkları, sanayi proletaryası saflarından, pervasız, şen şakrak grissette’leri de kendi bohem efsanelerine katarlar. Privat’a kalırsa ikisininki de fahişeliktir, biri zihnini, diğeri bedenini satışa çıkarır. Aynen kendisi gibi. Çünkü, Baudelaire’in bu yakın dostu, kıdemli bohem, edebi proleter Alexandre Privat d’Anglemont da bizzat, başkalarının imzasıyla yayımlanmasına katlanmak zorunda kaldığı tam kırk cilt doldurur. Bu kesim bohemya, ucuz şarapla ‘havasına girdiği’ sanatını genellikle barlarda, meyhanelerde icra eder.

Kimi bohem ehli için Bohemya ne bir vaat, ne de bir geçiş. Sanata adanmış ebedi bir hayat tarzı; hiçbir maddi beklentisi olmayan, sanatın adeta bir ibadete dönüştüğü bir çilekeşlik, bir inziva. Şana, şöhrete, fark edilme dürtüsüne ve bunların yayın piyasası tarafından istismar edilmesine karşı bir direniş. Bu mezhepten bohemler, komünizm dahil, zamanlarındaki bütün ütopyaların vaat ettiği ve nihayetinde sanata evrilecek bir hayata şimdiden ermiş gibi yaşarlar; ancak bu vaat edildiği üzere bir kurtuluş değil, bir azaptır onlar için.

Murger da, Baudelaire de, bu boheme ignorée tarzı sanat fedailiğini alaya alırlar. Ne var ki, bir ömrün Bohemya’ya feda edilmesini yermelerine rağmen hep bohem bağımlısı kalırlar. Her ikisi de kahramanlarıyla hem tutkularını, hem de illetlerini paylaşırlar ve hayatlarına ‘çağın hastalığı’ frengiyle veda ederler.

Bohem dünyası ve tipleri, yazarlarının hayalleri kadar tanımsız, rengârenk. Onları bu kadar çekici kılan da aslında bu kolay kolay kendilerini ele vermemeleri, hemen ayırt edilen bir grup insandan çok, esrarengiz kimi hayatlar olarak kaydedilmeleri. Bütün bu etmenler ve Bohemya’nın kalem erbabı tarafından hem kendileri hem ötekileri, hem hayatları hem sanatları gibi hayal edilmesi, onu zamanın edebiyatının en popüler malzemesi haline dönüştürüyor. İster istemez Bohemya tarihleri de bu edebi malzeme üzerinden yazılıyor. Örneğin Siegel’in Bohem Paris kitabı zamanın edebiyatına yansıyan bohem tiplerle dolu. Elbette bunlar romantik hayalperestlerden, maceraperestlerden ibaret değil, daha nadir de olsa Bohemya’nın sahici mensupları sayılan suç erbabı da bohem edebiyatında yerini alıyor. Başta, Bohemya bölgesinden çıkıp geldikleri gibi yanlış bir kanı sonucu Paris’in yeraltına adını veren Çingeneler: asi oldukları kadar asil, çalıp çırptıkları kadar cömert, her daim ölmeye ve öldürmeye hazır, vatansız, kozmopolit, “kendilerini boğan medeniyetin kaldıramayacağı kadar güzel ...”

 

Ali Artun, “Baudelaire’de Sanatın Özerkleşmesi ve Modernizm” başlıklı metnin “Bohemya” bölümü, Modern Hayatın Ressamı içinde, (İstanbul: İletişim Yayınları, sanathayat dizisi, 4. Baskı 2007) s. 15-18