Müzelerin özelleşmesi, müzelerin mülkiyetiyle ilgili bir konu olmaktan çok, müzenin modern anlamının tükenmesiyle ilgilidir. Müzede 18. ve 19. yüzyıllardan beri süregelen bilgi ve iktidar rejiminin sona ermesiyle ilgilidir. Yani müzenin, tarih kurma, yurttaş kimliği oluşturma, eğitim gibi temel işlevlerinin kamusal kurumlardan, özel şirketlere devredilmesi meselesidir. Örneğin, hümanizme dayalı modern, seküler müzelerde, insanlık kendi tarihini izlerdi, kendi bilgisinin ve iktidarının ilerlemesini görürdü. Şimdi bu bitti; şimdi özel müzelerde bir şirketin, ya da varlıklı bir koleksiyonerin sanatla ilişkisinin tarihini izliyoruz. Sanatı nasıl anlamlandırdığını görüyoruz. Kısacası, birtakım özel servetleri izliyoruz, kendimizin olduğuna inandığımız bir serveti değil.
Türkiye’de özelleştirme süreci, özellikle merkez Avrupa ülkeleriyle kıyaslandığında son derecede hızlı ve yoğun olarak ilerliyor. Geçtiğimiz yıllarda, özel güvenlik güçlerinin, kamu güvenliğinin ilerisine geçtiğini öğrendik. Şimdi de, 1990’larda başlayan “kültürün özelleştirilmesi” hamlesi sonucunda, özel müzelerin sayısının kamu müzelerini aştığına tanık oluyoruz. “Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü yetkililerinin verdiği bilgiye göre, Türkiye’de Bakanlığa bağlı 192 müze bulunurken özel müze sayısı 193’e ulaştı. Türkiye’de 2000 yılında 89 olan özel müze sayısı, 2007 yılında 108’e ulaştı ve bu tarihten sonra her yıl arttı. Özel müzeler 2008’de 124, 2009’da 139, 2010’da 146, 2011’de 157, 2012’de 174, 2013’te de 184’e çıktı. Bu yıl ise özel müzelerin sayısı Bakanlığa bağlı müzelerin sayısını geçerek 193’e yükseldi. Özel müzelerde İstanbul 46 müzeyle başı çekerken Ankara 32 müzeyle ikinci, İzmir ise 14 müzeyle üçüncü sırada yer aldı” (Hürriyet, 2 Eylül 2014). [EK]
Müzesinde Rahmi Koç