Necla Rüzgar’ın “Fauna”sı, ya da Tanıklık Üzerine

Bu metin, Necla Rüzgar’ın 24 Ocak-1 Mart tarihleri arasında Ankara Galeri Nev’de görülebilecek “Fauna” başlıklı sergisi üzerinedir.


I Ötekinin bakışı[1]

“Fauna”, eser ile izleyici arasındaki alışık olduğumuz ilişkiyi tersine çevirerek izleyicilerin eserler tarafından izlendiği, sorgulandığı bir sergi olması açısından dikkat çekici. Eser ile izleyici arasındaki keskin sınırları hedefleyen, istikrarsızlaştıran, izleyiciyi kendi dışına çıkartarak (ek-stasis) eserler tarafından ele geçirilmesine (enthusiasmos), hatta istila edilmesine vesile olan sergi, mazinin karanlığında yok olanlar ile biz-hayatta kalanlar arasında bir diyalog için kapı aralaması; dahası, irade sahibi ben’den hareket eden etik düşüncelerin temelden sarsıldığı günümüzde, öteki’nin bakışını ve bu bakışın ortaya çıkardığı etik imkânları akla getirmesi bakımından oldukça önemli. “Fauna”, ister istemez, şu soruyu çağırıyor: Eserler bizde ne görüyor, bizim özelimizde ne tür bir varlığa bakıyor? Bu soruyla birlikte izleyicinin eserler hakkında ne düşündüğü önemini yitiriyor ve bizim –onların bakışı altında– kendimiz hakkında ne düşündüğümüz daha önemli hale geliyor.[2] Hesabı verilmemiş suçlarla, boğulanların[3] karşılanmamış adalet talepleriyle yüklü belleğimizi uyaran/uyandıran eserler, bizi, gerek tedirgin ederek gerekse sahip olduğumuz haysiyetin gereksiz bir gösteri olduğunu hissettirmek suretiyle utandırarak,[4] tarihin karanlık yüküne karşı tanıklık etmeye davet ediyor; çünkü kurtulanın görevi hatırlamak, unutturmamak ve bu imkânsız deneyimde sadece geçmişle değil, kendisiyle de yüzleşebilmektir.

 

Algının Diğer Formları I, 2013, Deri Ayakkabı ve Yağlıboya, 33x11x10 cm.   

 

II                                                                    

Kaçın buradan, boğulanlar, gidin. Kimsenin ayağını kaydırmadım ben. Kimsenin ekmeğini çalmadım. Benim yerime kimse ölmedi. Hiç kimse. Karanlığınıza geri dönün. Benim suçum değil bu, yaşıyor, nefes alıyor ve yiyip içiyor, yatıp uyuyor, giyinip kuşanıyor olmam.[5]

 

III Yaşıyorum, o halde suçluyum

Karl Adolf Eichmann, Nazi rejimi sırasında Yahudi halkına karşı işlemiş olduğu suçlardan dolayı, 11 Nisan 1961’de Kudüs Bölge Mahkemesi’ne çıkarılıp “Nazi ve Nazi İşbirlikçileri Ceza Yasası”na göre yargılandığında, kendisine yöneltilen suçlamaları “Suçsuzum” demek yerine “Bu iddianame bakımından suçsuzum” diyerek yanıtlamıştır. Başka hiçbir devletin yetkiye sahip olmadığı ve itaat etmekle yükümlü olduğumuz “hükümet tasarrufları”, bizi bulaştırdığı suçlardan aklasa da, bu aklama kişisel sorumluluk alanımızdan kaçmamıza yetmemektedir.[6] En yaygın yanılgı, etik kategoriler ile hukuksal kategorileri karıştırmaktır; hukuk adaletin değil yargının peşindedir.[7]

Ne var ki Kudüs’teki duruşmada asıl fark edilmesi gereken, hukuk ile adalet arasındaki muğlak ilişki değil, Eichmann’ın ne yaptığını hiç fark etmemiş olması, yaptığı şey hakkında bir fikrinin olmayışıdır; daha açık ifadeyle kötülüğün sıradanlaşmasıdır.[8] Bu açıdan daha çarpıcı bir örnek ise, yine Nazi rejimi sırasında gaz odalarını ve krematoryumları ikame etmekle yükümlü Yahudi tutsaklar grubunun temsilcileri (Sonderkommando) ile SS’ler arasında zaman zaman oynanan futbol maçlarıdır.[9] Bu futbol maçları, bu normallik anları kampın asıl dehşetidir. Ama daha da dehşet verici olan, bu maçın kesintiye uğramaksızın her yerde ve her an sürüyor oluşudur. Kitleler halinde ya da teker teker öldürülenler, dayak yiyenler, aşağılananlar, tecavüze uğrayanlar, yediğimiz hayvanlar ve benzerleri, kuraldan sapan tekil durumlar ya da aykırı örnekler değil, kuralın işleyişinin, maçın aralıksız sürmesinin göstergeleridir. Dahası, bütünüyle inkâra dayanarak inşa ettiğimiz ve şiddetten azade olduğunu düşündüğümüz gündelik hayatlarımız da kötülüğün sıradanlaştığı, bu sıradanlaşmanın çeşitli gizleme teknikleriyle görünmez hale getirildiği alanlardır. Ancak, ne kadar incelikli çalışılırsa çalışılsın, izler büsbütün silinememektedir. Bize düşen iz sürmek, –herhangi bir oyun/kural/maç çerçevesinde– yerinden edilmiş varlıklara haklarını teslim etmektir.

“Fauna” âdeta yerinden edilmiş varlıkların bir envanterini sunmakta ve farklı yerinden edilmelerin izini sürmektedir. Yerinden edilmiş bir varlık olarak et: gündelik hayatlarımızda iğrenç ya da utanılası olarak kodlanan et sergide estetize edilmiş, bir mücevher gibi işlenerek yüceltilmiştir. Yerinden edilmiş bir varlık olarak hayvan: sergideki eserler hayvan ile insan arasına çekilmiş olan sınırları istikrarsızlaştırmaktadır.[10] Yerinden edilmiş bir varlık olarak beden: “tarihselliği içinde diğer bedenlerden tecrit edilerek, yalnızlaştırılarak, düzleştirilerek, çıkıntıları kesip atılarak, delikleri kapatılarak, tamamlanmak bilmeyen doğası gizlenerek mutlak şekilde tamamlanmış olan beden”,[11] sergideki eserlerin ten, damar, kan vurgusuyla adeta kendisine çizilen sınırlarından taşarak sonsuzla olan eski ilişkisini onarmaya çalışmaktadır. Ve elbette yerinden edilmiş bir varlık olarak ölüm...[12]

 

 

Kendini Boşlukta Tamamla, 2013, Polyester, Mermer Tozu, Vernik ve Yağlıboya, 40x33x13 cm.

 


Mücevherler, 2013, Taş ve Yağlıboya, Değişebilir Boyutlarda ve Adette

 

IV Ölme hakkı, yakışıksız ölüm, yas

Heidegger yaşadığı çağın temel sorununu “varlık unutulmuşluğu” olarak belirler. Kökleri, belki de, hukuk devletinin ortaya çıktığı zamanlara dayanan bir unutmadır bu. Varlığın unutulması, kendinde ve kendine ait olmayışıyla, yerinden edilişiyle ilgili bir meseledir. Çağımızın adalet bakımından en önemli sorunlarından biriyse, ölümün yerinden edilmesi, ‘ölebilen’ varlıkların ölme haklarının ellerinden alınmasıdır; dahası ölünün ardından tutulan yas bile kontrol altındadır. Rilke, tıpkı bir meyvenin çekirdeğini içinde taşıması gibi, herkesin kendi içinde taşıdığı ölüme muktedir olmayı “haysiyetli, yakışık alır ölüm” diye belirlemiştir; kurbanların ortadan kaldırılması durumunda söz konusu olan ise ölüm olmayan bir ölümde[13] yok olmaktır.[14] Ölümün haysiyeti meselesi ise modern düşünceye değil, hukukun en arkaik biçimlerine aittir.

Eski Yunan’da son nefesini vermiş olanın bedenine gösterilen saygı ve özenin kökeninde “ölen kişinin ruhunun canlının dünyasını tehdit eden bir ruh olarak kalmasını önleme niyeti” vardır;[15] cenaze törenleri bu varlığı barışçıl ve kudretli bir ataya dönüştürür. Çünkü hakkı teslim edilmeyen, yası tutulmayan ölüler geleceğe bir ‘hayalet’ olarak taşınırlar. Diğer yandan, gömülmeden mahrum bırakma, ölünün cesedi üzerinde uygulanan bir öçtür; bu yolla ölünün huzur bulması da engellenmektedir.[16] Klasik tragedyalar,[17] anasoyundan yana olan öç perilerinin (Erinysler), kimi zaman yerde kalan kanı temizlemeye girişen kahramana yardım ettikleri, kimi zamansa bu işin bizzat peşine düştükleri anekdotlarla doludur. Sophokles’in Antigone’si ve Aiskhylos’un Eumenidler’i (bu mesele bakımından) en tipik örneklerdir: Antigone’de, taht kavgasında ölen Oidipous’un oğulları Eteokles ile Polyneikes’in ölü bedenleri hakkında hüküm veren tiran Kreon’a (Kreon’un hükmü gereği Eteokles’in cesedi ‘yurdu için ölen bir kahramana yakışır şekilde’ gömülecek, Polyneikes’in cesedi ise ‘bir vatan haini gibi’ toprak üzerinde bırakılacak, kurda kuşa yem edilecektir) Antigone karşı gelecek, Polyneikes’in cesedini de gömecektir. Tragedyada, Kreon’un, kimin yasının tutulmaya değer olduğunu belirleyen yasanın sözcüsü olması, onu aynı zamanda makbul yurttaş olmayanın yasının tutulmasını yasaklayan kişi de yapmıştır. Eumenidler ise babasoyuna dayalı hukuk düzeninin kurulmasıyla öç perilerinin ele geçirilişine, onların Athena tarafından düzene entegre edilerek barış/uyum perilerine (Eumenidler) dönüştürülmesine odaklanır.[18] Tragedyada –Zeus’un iknasıyla– annesini öldüren Orestes, peşine düşen öç perilerinden anne katlini onaylayıp baba katlini yasaklayan Zeus’un sayesinde kurtulmakta, Athena ise öç perilerini kandırmak suretiyle Zeus’un hizmetine sokmaktadır. Kreon’un hükmünün, Zeus’un hilesinin günümüz meseleleriyle ilgisi açıktır: Yası tutulmaya değer olanları, öldürülebilir olanları belirleyen yasa, hukuk düzeninin neredeyse temel yasasıdır; diğer yandan, bu yasa, bütün kırılgan grupları, yaşamları da ölümleri de değerli olmayanları birbirine bağlayan bir ortaklık zeminidir.[19]

 

Metafizik Cinayetler (detay), 2013, Enstalasyon, Polyester ve Yağlıboya, Gerçek Boyutlarda ve 40 parça

 

V Tanık kimdir, neye tanıklık etmektedir?

Tanıklık en azından iki özne barındıran imkânsız bir süreçtir. Birincisi –artık hayatta olmayan– söyleyecek çok şeyi olmasına rağmen konuşamayandır. İkincisi ise –kurtulan–konuşabilen ama söyleyecek bir şeyi olmayandır.[20] Çünkü ‘artık hayatta olmayan’, hakkında konuşulamaz olandır; adlandırılamayan, bir temsil sistemi içinde temsil edilemeyen, kavranamayan, aktarılamayan, bu nedenle telafisi de olmayandır.[21] Kısacası tanıklık içeriden de dışarıdan da mümkün değildir; tanıklığın öznesi bu imkânsız süreçte konumlanır. Tanık, tanıklık etmenin olanaksızlığıyla tanıklık eder; karşılayamayacağı bir talebi içselleştirerek etik özne olur: “Etiğin öznesi gerçekleştirilemez bir talebe, öznel olarak içselleştirilmiş olan ve özneliği bölen bir talebe bağlanmayla ve sadakatle tanımlanır.”[22] Bu imkânı açan, ötekinin yüzü, şok edici bakışıdır. Bu durumda ahlaklılığın başlangıç noktası, akıl ya da irade değil (çünkü akıl her zaman kendini temize çıkartacak bir bahane bulabilmektedir), başkası’dır.[23] Başkası beni rehin alan, böylece bireyselliğimi ve belirlenimlerimi aşmama olanak sağlayandır.

Sonuç olarak, bilinç düzeyinde izleri silinen kötülüklerle, bilinçaltına itilmiş travmatik olaylarla, telafisi mümkün olmayan ‘geçmişin yükü’yle bağ kuran ve bu tanıklıkta –bizim için– sonucu önceden kestirilemeyen bir dönüşüme olanak sağlayan “Fauna” görülmeye değer bir sergidir ve poiesis ile phronesis (burada kendimizin kendimiz üzerinde çalışması olarak vicdan) arasında kurduğu bağ kayda değerdir.

 


 


[1] Bu yazı, Necla Rüzgar’ın “Fauna” sergisinde yer alan eserler karşısında yaşadığım duygu durumunu düşünce konusu yapma sürecimin bir ürünüdür; eserleri çözümleme ya da eserlerin alımlanmasına dair kapsayıcı bir perspektif sunma iddiası yoktur.

[2] Bu soruyu soran, Derrida’nın This Animal that therefore I am’de sözünü ettiği “ötekinin ilksel bakışı”ndan yola çıkan Žižek’tir. Derrida bu kitapta evindeki kedinin bakışları karşısında hissettiği duygudan söz etmektedir. Žižek aynı meseleyi bir kedinin korkunç bir deneyden geçirildikten (bir canlının ne kadar darbeye dayanabileceğini test etmek üzere bir kedi saatlerce santrifüj makinesinde döndürülmüştür) hemen sonra çekilen fotoğrafındaki bakışından yola çıkarak yeniden ele almıştır: Kedi bizde ne görmektedir? Bizde ne tür bir canavara bakmaktadır? Burada mesele kedinin bizim için ne ifade ettiği değil, bizim kedi için ne ifade ettiğimizdir. (bkz. e-skop, Ötekinin Bakışı, 17/10/2013)

[3] “Boğulanlar”ı sadece soykırımlarda ve katliamlarda öldürülen insanlar olarak değil, uygarlık tarihi boyunca dizginlenen kadınlar, zaptedilen hayvanlar, bastırılan bedenler, engellenen arzular, zayıflatılan yaşamlar olarak, kısacası polis’in inşa sürecinde dışarıda bırakılmış olan her şeyi ima etmesi bakımından physis (doğa) olarak ele almak daha doğru olacaktır. Bu nedenle yazının ilerleyen bölümlerinde sözü edilen yas da bütün bu kayıplarımıza dairdir.

[4] Heidegger utancı “sahip olunan bir his”ten öte, insanın tüm varlığını katedip belirleyen duygusal bir tonalite, ontolojik bir duygu olarak belirler (bizatihi Varlığın kendinde taşıdığı utançtır bu). Levinas ise “kişinin artık kendisinden gizlenemediği, kaçıp kurtulamadığı, âdeta kendisine zincirlendiği yaşantıda kendisine tahammül edemeyişi” olarak belirler utancı. (Alıntılayan, Giorgio Agamben, Tanık ve Arşiv, Auschwitz’den Artakalanlar, çev. Ali İhsan Başgül, Dipnot Yayınları, Ankara, ss. 105, 107.) Burada önemli olan her iki filozofun da utancı “varlığın/benliğin kendisini keşfettiği bir deneyim” olarak ele almış olmalarıdır.

[5] Primo Levi’den alıntılayan: G. Agamben, a.g.e., s. 90, (P. Levi son mısrayı Dante’nin İlahi Komedya’sından alıntılamıştır: Cehennem, 33. Kanto).

[6] Hannah Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı, Adolf Eichmann Kudüs’te, çev. Özge Çelik, Metis Yayınları, İstanbul, 2012, ss. 31, 32.

[7] H. Arendt, a.g.e., s. 21.

[8] H. Arendt, a.g.e., s. 294.

[9] G. Agamben, Tanık ve Arşiv, s. 26.

[10] Derrida dil aracılığıyla hayvanın yerinden edilmesi meselesini belki de en dokunaklı ele alan düşünürdür. Derrida’ya göre daha ‘hayvanlar’ dediğimiz anda, hayvanı yerinden ederek bir kafese, hayvanat bahçesine, kesim evine, otlağa kapatmaya başlar ve insandan çok uzak bir yere yerleştiririz; oysa hayvan ile insan arasına yerleştirdiğimiz bu keskin sınır hayvanlara karşı uygulanan soykırımın dayanağıdır.

[11] Mihail Bahtin, Rabelais ve Dünyası, çev. Çiçek Öztek, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2009, s. 57.

[12] Yazının III. Bölümü’nde ölümün yerinden edilmesi meselesi “ölme hakkı” ve “yas” kavramları çerçevesinde ele alındı; ne var ki sergideki eserlerin ölüm ile yaşam arasındaki sınırları zorlayışı, ölümü yaşama ait niteliklerle betimleyişi de üzerinde durulmayı hak ediyor.

[13] Ungestorbener Tode; bu kavram Heidegger’e aittir. (Martin Heidegger, Bremer und Freiburger Vorträge, Gesamtausgabe, Band 79, Vittorio Klostermann Verlag, Frankfurt am Main, 1994, s. 56.)

[14] Rilke’den alıntılayan G. Agamben, Tanık ve Arşiv, s. 73.

[15] G. Agamben, a.g.e., s. 80.

[16] G. Agamben, a.g.e., s. 79.

[17] “Gerçek malzemesi kentdevlete özgü toplumsal düşünce, özellikle de o sırada yoğun bir çabayla oluşturulmaya çalışılan hukuk düşüncesi” olan tragedyalar, hukukun kökenlerine dair zengin malzeme içeren, bizi “tarihsel başlangıcımızın gizli/saklı kalmış özüne yaklaştıran, ‘varlığa en yakın’ metinler”dir. Bu nedenle ‘yerinden edilme’ temasıyla ilgili olarak onlara dönmek oldukça ufuk açıcıdır. (Jean-Pierre Vernant, Pierre Vidal-Naquet, Eski Yunan’da Mit ve Tragedya, çev. Sevgi Tamgüç-Reşat Fuat Çam, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 2012, s.17, Martin Heidegger, “Die Griechische Deutung Des Menschen In Sophokles’ Antigone”, Hölderlins Hymne Der Ister”, Gesamtausgabe, Band 53, Vittorio Klostermann Verlag, Frankfurt am Main, 1984.)

[18] Jean-Pierre Vernant, Pierre Vidal-Naquet, a.g.e., s. 28, dipnot.

[19] Judith Butler, Kırılgan Hayat: Yasın ve Şiddetin Gücü, çev. Başak Ertür, Metis Yayınları, İstanbul, 2013.

[20] G. Agamben, Tanık ve Arşiv, s. 145.

[21] Freud “Yas ve Melankoli” başlıklı yazısında “sağlıklı yas” ve “patolojik melankoli” ayrımı yapar. Başarılı yas kaybedilen nesnenin yerine başka bir nesneyi koymakla ilgilidir; başarısız yas ise engellenmiş yastır, patolojik bir durumdur ve melankoliye yol açmaktadır. Bu patalojik durumda, ego kaybedilen nesne tarafından ele geçirilmiş, kaybedilen nesneye kendini adamıştır: Sigmund Freud (1917), “Mourning and Melancholia”, Strachey J (ed.), Volume 14, Hogarth Press, London, 1964. Ölüm olmayan bir ölümde yitenler geriye ancak patolojik bir melankoli bırakabilirler. Ne var ki yeni bir politik özne olmanın koşulu da bu patolojik melankoli, yitenleri şimdide tutmaya adanmış uzlaşımsız yastır.  Uzlaşımsız yas, Walter Benjamin’in “Tarih Kavramı Üzerine” başlıklı yazısında Paul Klee’nin “Angelus Novus” adlı tablosunu betimleyişini akla getiriyor. Bu tabloda Klee “bakışlarını ayıramadığı bir şeyden sanki uzaklaşıp gitmek üzere olan bir meleği tasvir eder: Gözleri faltaşı gibi, ağzı açık, kanatları gerilmiş. Tarih meleğinin görünüşü de ancak böyle olabilir, yüzü geçmişe çevrilmiş. Bize bir olaylar zinciri olarak görünenleri, o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üst üste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket. Biraz daha kalmak isterdi melek, ölüleri hayata döndürmek, kırık parçaları yeniden birleştirmek… Ama Cennet’ten kopup gelen bir fırtına kanatlarını öyle bir şiddetle yakalamıştır ki, bir daha kapayamaz onları. Yıkıntılar gözlerinin önünde göğe doğru yükselirken, fırtınayla birlikte çaresiz, sırtını döndüğü geleceğe sürüklenir…” Walter Benjamin, “Tarih Kavramı Üzerine”, Son Bakışta Aşk, yay. haz. Nurdan Gürbilek, Metis Yayınları, İstanbul, 1995, ss. 43, 44. Bu alıntı tarihin enkazını seyredenin müphem varoluşunu da mükemmelen ifade eder. Geçmişi, geleceği, elbette şimdisi de kendisine ait olmayan seyirci, muhtemelen, gördüğü felaketten bir anlığına uzaklaştığında fırtınaya kapılacak, sırtını döndüğü geleceğe sürüklenecektir; bu, tarih karşısında edilgin konumlanıştır. Tarihin enkazıyla kurulacak faal ilişki ise geçiş/akış değil de “kopuş” olan şimdi’nin zamanında, “olay”a sadakatle mümkündür. 

[22] Simon Critchley, Sonsuz Talep, Bağlanma Etiği, Direniş Siyaseti, çev. Tuncay Birkan, Metis Yayınları, İstanbul, 2009, s. 21.

[23] Levinas’a göre “başka” bir ben merkezinden yola çıkarak ben’in değillemesi/dolayımı/yansıması olarak ele alınamaz (çünkü bu deneyim başkanın başkalığını ortadan kaldırmakta ve farklı olana duyulan nefret, saldırganlık, fanatizmle sonuçlanmaktadır); o mutlak olarak başkadır, temsil edilemez olandır. (Emmanuel Levinas, Zaman ve Başka, çev. Özkan Gözel, Metis Yayınları, İstanbul, 1997, ss. 111-124.)

başka hayvanlar, Necla Rüzgar, Çağdaş Türk Sanatı, hayvanlar ve sanat