9 Şubat’ta Londra’daki National Portrait Gallery’de Lucian Freud Portreleri sergisi açıldı. 27 Mayıs’a kadar görülebilecek olan sergide geçtiğimiz sene hayatını kaybeden Freud’un yetmiş senelik üretiminden seçilmiş ve dünyanın farklı yerlerindeki koleksiyon ve müzelerde bulunan eserlerden derlenmiş 130 portre bulunuyor. Sergilenecek eserler Freud henüz hayattayken ve onun yönlendirmesiyle seçilmiş. Sergideki eserlerin tümü, sanatçının “hayatımın insanları” diyerek tanımladığı sevgilileri, çocukları, annesi, arkadaşları, ahbaplarının portreleri: Yüz, büst, bütün vücut, giysili, çıplak, tek başına, iki kişi, köpekli, kedili, fareli... Bir “hayatın insanları”.
Peki nedir bir kişinin tamamen mahrem olan ilişkilerini ve hayatını sanat kılan şey? Neredeyse bir çağa tanıklık edecek kadar yaşamış olan Freud, yetmiş sene boyunca müthiş bir titizlikle gözlemlediği modellerini aynı titizlikle tuvalin üstüne aktarırken çağdaş sanatın neresinde durmuştur? Kenarında? Dışında? Ötesinde?
Girl with Kitten, 1947. Reflection (Self Portrait) 1985.
“Bir resim asla sadece gerçek hayatı anımsattığı için değil; ancak hayatı yansıtma amacıyla kendi içinde bir hayat yarattığı takdirde etkileyici olabilir.”[1]
1922 doğumlu Freud resim yapmaya çocuk yaşlarda başlıyor. Liseden sonra hiçbirini bitirmeyeceği birkaç sanat okulunda dersleri takip ediyor. Bu okullar arasında onu en memnun edeninde öğretmenler yok, modeller ve öğrenciler var, istenilen şekilde çalışmak serbest. 22 yaşında ilk kişisel sergisi Londra’daki Alex Reid ve Lefevre Gallery’de açılıyor. Dönemin diğer figüratif ressamları/heykeltıraşları sevdiği ve saydığı arkadaşları: Bacon, Giacometti, Auerbach… Bunların arasında en çok Auerbach’ın resimlerini beğeniyor; Bacon’dan gençliğinde çok etkilenmiş olsa da sanatçının geç dönem işleri Freud’a pek “ikna edici” gelmiyor; Giacometti’yi ise görülen gerçekliğin dışında kendine ait bir gerçeklik yarattığı ve izleyiciyi de bu gerçekliğe inandırdığı için takdir ediyor; sanatçının bu becerisini hayran olduğu Mısır sanatına benzetiyor.
Freud’un çocukluğunda yaptığı ilk resimlerden son yaptığı resme kadar konusu neredeyse hiçbir zaman değişmiyor: (Atölyesinde) insanlar ve hayvanlar. İlk dönem resimlerini sürrealizme yakın bulanlar var.[2] 1950’lerin sonuna kadar sürecek olan bu dönemde Freud resimlerini küçük tuvallere, ince uçlu fırçalar kullanarak, seyreltilmiş boyalarla ve oturarak yapıyor. Derken 50’lerin sonunda kendi adına radikal bir değişim geçiriyor: artık ayakta resim yapmaya başlıyor, kullandığı fırça boyutlarını ve boya miktarını değiştiriyor; o zamana kadar her bir saç teline ya da kirpiğe gösterdiği özeni artık suratın ve akabinde bedenin “peyzajına” göstermeye başlıyor. Yüzdeki, bedendeki her kas, her kıvrım can buluyor, söz sahibi oluyor. Kompozisyonlar karmaşıklaşıyor, perspektifler çakışıyor, vücutlar beklenmedik pozisyonlara giriyorlar, fakat figürlerin gerilimi, yoğunluğu, yalnızlığı, içlerine dönük halleri baki kalıyor.
Naked Man with Rat, 1977-78. Naked Woman with an Egg, 1980-81.
“Mütemadiyen kafasında canlandırdığı ya da önündeki modelle çalışarak kendine gerçek hayatı konu edinmiş ressamlar, bu şekilde hayatı sanata çevirmeye çalışırlar… Ressam değer verdiği şeyler hakkındaki en derin hislerini başkalarının da görebileceği bir gerçekliğe dönüştürür.”[3]
Freud eserlerini “tamamen otobiyografik” diyerek nitelendiriyor: “hepsi benimle ve etrafımdakilerle ilgili.”[4] Aslında insanları resim yapmak için kullandığını söylese de,[5] bu kişiler yalnızca ressamın modeli olmaktan oldukça ötedeler; her biri hayalleri, hayal kırıklıkları, aşkları, tutkuları, hüzünleri ve beklentileri olan bireyler. Freud’un iç dünyası zengin olan kişilerle çalışmak istemesinin nedeni bu olsa gerek. Bazen toplamında yüzlerce saati bulabilen poz verme seanslarında modelin kıpırdamadan, sessizce kendini ressama teslim ederek durabilmesi için, içinde kaybolabileceği bir duygu dünyasının olması Freud için şart. Corot’nun not defterine yazdığı gibi: “Tek yol göstericin duygular olsun. Gerçeklik sanatın parçasıdır: duygu onu tamamlar… Hissettiklerimiz de gerçektir.”[6] İşte Freud’un başarısı tam da burada yatıyor: Resmini yaptığı kişilerin iç dünyaları da fiziksel bütünlüklerinin bir parçası olarak resimde can buluyor. Freud karşısındaki modelin sadece görüntüsünü değil; neredeyse damarlarında dolaşan kanı ve aynı zamanda onu insan (ya da hayvan) kılan korkusunu, öfkesini, teslimiyetini, huzurunu ya da endişesini de tuvale taşımayı başarıyor. Sanatçı, bu zor amacı başarma yolunda tek silahının maksimum gözlem, irade gücü ve konsantrasyon olduğunu ve ancak bu üçü sayesinde yeterli bulmadığı kabiliyetinin neden olduğu eksiklikleri kapatabilmesinin mümkün olduğunu söylüyor.[7] Yalnızca gözlem sayesinde daha önce görülmemiş, fark edilmemiş olanı görmeyi ve bu sayede karşısındakini kendisinin kılma umudu taşıyor.[8] Hayli gösterişsiz, bir o kadar da iddialı bir umut…
Large Interior W9, 1973 Sunny Morning, Eight Legs, 1997
“Bir resimden ne mi bekliyorum? Hayrete düşürmesini, rahatsız etmesini, baştan çıkarmasını ve ikna etmesini.”[9]
Freud için yaptığı tüm resimler birer portre. Bu, ölü bir hayvan ya da bir koltuk resmi olsa da. Söz konusu olan insanlar olduğu zaman ise, sanatçı ancak bütün beden çıplak olarak resmedildiği zaman eksiksiz bir portre yapılabileceğini düşünüyor. Çünkü ancak bu şekilde ressamın tüm bedende tekrar eden formları görerek modelini daha iyi anlaması ve figürün bütünlüğünü tamamen ifade edebilmesi mümkün; ve daha da önemlisi, Freud’a göre insan ancak bu şekilde hayvanlığına en yakın halde bulunuyor. Freud’un ilgilendiği de bu: insanın en doğal, en hayvansı hali. Freud’a göre bu doğal hal, aldığı kokuyu takiben; üzerinde düşünmeden, sadece içgüdülerinin onu yönlendirdiği biçimde hareket eden bir köpeğin davranışlarındaki dolaysızlık, teslimiyet ve hayvanlara has tedbirli bir kendini bırakmışlıktır. Freud kendisine poz veren kişilerden de tam olarak bunu bekliyor. Freud için modelin atölyedeki varlığı o kadar önemlidir ki, tuvalin arka planına bile asla önünde modeli bulunmadan tek fırça darbesi vurmaz. Çünkü modelin varlığı, ressamın mekân algısını değiştirecektir.
Freud 1970’lerde birkaç hafta sonra açılacak sergisinden önce William Feaver ile yaptığı bir konuşmada o sırada işleriyle ilgili biraz olsun umut taşıdığını fakat bunun günden güne şiddetle değiştiğini söylüyor. Ve olur da o geceyi çıkaramazsa diye, günlük resim seanslarının sonunda resimlerini mümkün olduğunca eli yüzü düzgün bir aşamada bırakmaya çalıştığını ekliyor.[10] Bu seansların bazen sabahtan akşama kadar üç ayrı poz ve bazı geceler de sabaha kadar süren poz çalışmaları olduğu düşünülürse, Freud’un her gün kendiyle ve ölümle nasıl bir hesaplaşma içinde olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Her gün yeni baştan tamamen kişisel bir mücadele, savaş, yarış.
Freud’u; sanatı ve sanat tarihini birbirini takip eden, birbirine eklenerek ya da kendinden önce gelenlerin eksiklerini kapatarak ilerleyen akımlar olarak gören formalist yaklaşıma göre sınıflandırmak mümkün değil. Freud çağdaş bir sanatçı mı? Bir klasik mi? Realist mi? … Sanatçının yalnızca “zamanının ruhunu taşırsa” ya da çağının malzemelerini kullanıyorsa gerçek bir sanatçı olduğunu savunan anlayışın içine sıkıştırılabilecek bir ressam da değil. Şöhretini birtakım ilişkilere, titrlere, küratörlere, sansasyonlara, spekülasyonlara, mega koleksiyonculara, şaşaalı şovlara değil; emeğine ve bileğine borçlu. İnsan olma durumunun, insanlık derdinin insanı resmederek de hâlâ anlatılabileceğini ihtişamlı bir şekilde gösteren bir ressam Freud. Gönlü öyle istediği için, başka türlü yaşayamayacağı için, derdi kendiyle ve resimle olduğu için; malzemesi, aracı ve odak noktası olan ‘insan’ı hiç kaybetmeden bir ömür boyu çalışmış bir ressam.
Bu sergideki resimlerin şık başlıklara, uzun açıklamalara ya da piyasa değerlerinin altının çizilmesine ihtiyaçları yok. Bu portreler muhteşem aura’larıyla bizi tekrar tekrar kendilerine bakmamız için çağırıyorlar: Hayrete düşmemiz, rahatsız olmamız, baştan çıkmamız ve ikna olmamız için…
[1] Lucian Freud, ed. William Feaver (Londra: Tate Publishing, 2002) s. 15.
[2] Bunda belki Freud’un gençliğinde Bheuaau adlı sürrealist bir dergi çıkarmaya heveslenmiş olmasının da payı var.
[7] “Her şeyin çok zor olduğunun her zaman bilincindeydim, ve hep irade ve konsantrasyon gücüyle bu zorlukları aşabileceğimi; sadece gözüme ve irademe güvenerek kabiliyetli olmayışımı alt edebileceğimi düşündüm.” A.g.e. 21.