Müzeler ve İhaleler...

22/10/2013 / skopbülten / Ayşe H. Köksal

Geçtiğimiz günlerde Cumhuriyet Gazetesi’nde “Müze gişeleri özelleşiyor” başlıklı bir haber yayınlandı. Selda Güneysu’nun haberine göre, Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde bulunan 105 müze ve ören yerinin gişe ve kontrol işlemlerinin özelleştirme işlemlerine başlanmış bulunuyor.[1]  Daha önce, zaten aralarında Topkapı Sarayı, Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi, Efes Müzesi gibi önemli kurumların olduğu 48 müzenin “gişe özelleştirmesi” ihalesi Eylül 2010’da tamamlanmıştı. Buna karşılık, Kültür Sendikası Danıştay’a gitmiş, yapılan özelleştirme ihalesinin yasaya aykırı olduğu gerekçesiyle iptali için dava açmıştı. Üç yıldır süren dava hâlâ sonuçlanmadı, ama fark eder mi? Belli ki Kültür ve Turizm Bakanlığı vakit kaybetmeden bu özelleştirme sürecini tamamlamak istiyor.


Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi

 

Bu noktada akla ilk gelen soru şu: Gişe işletmelerinin özelleştirilmesi bütün müzelerin özelleşeceği anlamına mı gelmekte?  Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 2004 yılından beri çıkardığı bir dizi kanun ve yönetmelik ile kültür politikalarında özelleşme ve yerelleşmeye yöneldiği biliniyor.  Bu işin mantığı aslında çok basit: Bakanlığı tanımlayan kültür öğesini dış kaynak (outsource) ya da moda deyimle dış paydaşlara dağıtılması. Böylece turizmden gelecek kazancı artırma, kullanma, dağıtma ve yönetmeye daha çok zaman ve kaynak kalması; hatta mümkünse kültürün turizmin kapsayıcı alanına dahil edilmesi.

Yerelleşme faslı ayrı bir tartışma ama özelleşme önce, özel müzelerin açılmasının bürokratik olarak kolaylaştırılması, sponsorluğun teşvik edilmesi gibi fazla göze batmayan kanunlarla sessizce devreye girdi. Akabinde özel müzeler ve kültür işlerinin özel şirketlerce sponsor edilmesi konularında bir patlama yaşandı. Ancak bu yeterli değildi. Asıl hedef, Bakanlığın sırtında büyük bir yük olan kamusal müzelerin özelleştirilmesiydi. Bu yüzden de, 2004’te de Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’nda yapılan değişiklik ile ziyaretçilere hizmet veren ünitelerin kiraya verilebilmesinin önü açıldı. İlk olarak Kültür ve Turizm Bakanlığı, kendisine bağlı müzelerdeki kafe ve hediyelik eşya dükkânı işletmelerini DÖSİM’den alarak ihaleyle TÜRSAB’a devretti. Bir adım sonrasında ise, 2008’de arkeolojik sit alanlarının tüzel kişilerce kiralanmasına izin veren ilke kararı çıkarıldı. Bu karar ile Roma İmparatoru Marcus Aurelius döneminin Aspendos Antik Tiyatrosu’nun binlerce yıllık taşları  Anadolu Ateşi Dans Topluluğu’nun gösterileriyle inledi. Tarkan konseri ve 50 davulun aynı anda çalınacağı Sultans of Dance gösterisi önce tepki çekti. Ama Bakanlık Koruma Kurulu’nun sesin 90 desibelin altında tutulacağına dair yaptığı rahatlatıcı açıklama ile her iki etkinlik de “sorunsuzca” gerçekleşebildi. 2010’da da 48 müzenin gişe işletmesi “Bilet gelirleri kontrol edilemiyor” gerekçesiyle TÜRSAB ve MTM İş Ortaklığı’na ihale edildi. Eski Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın yeni paydaşlarıyla kolkola resimler çektirdiği ihale toplantısında, ümitli temenniler havalarda uçuşuyor, Türkiye müzelerini “dünya standardına kavuşturmak”tan söz ediliyordu.  TÜRSAB Başkanı ve Ulusoy Otobüs Firması’nın sahibi Başaran Ulusoy “Bu bizim işimiz” diyerek  40 yıldır “turizm”e nasıl hizmet verdiğini anlatıyordu.[2] Kuşkusuz, Türkiye müzelerinin dünya standardına kavuşması için Ulusoy’un  turizm alanındaki deneyimleri paha biçilmezdi.  Gel gör ki, Kültür Sendikası’nın açtığı dava nedeniyle bu henüz tam olarak gerçekleşemedi. Kültür ve Turizm Bakanlığı da, anlaşılan süreci hızlandırmak için  geçtiğimiz hafta 105 müze ve ören yerinin daha ihaleye çıkarılmasına –dava devam etmesine rağmen– karar verdi.

Önce özel müzelerin kurulmasına izin verilen yönetmelikle başlayan sürecin giderek bütün kamusal müzelerin özelleştirilmesine doğru evrildiğini düşünmek çok da gerçek dışı değil.  Zaten Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 2010-2014 Stratejik Planı’nda da en çok geçen cümle “kültür hizmetlerinde özel girişimin payının artırılması”.[3]  Stratejik planların o sıkıcı sayfalarından ilginç noktalar çıkarmak mümkün. Örneğin Kültür Bakanlığı’nın vizyonu zaten “Kültür değerlerimizi yaşatan ve tanıtan, ülkemizi turizm alanında lider konuma taşıyan bir kurum olmak” olarak belirlenmiş...Akılda kalan üç kelime: Tanıtan, turizm, lider... Bu vizyonun gerçekleşmesine engel teşkil eden zayıf yönler arasında ücret yetersizliği ve dengesizliği, bürokrasi fazlalılığı, bütçe yetersizliği, insan kaynakları eksikliği gösterilmiş. Güçlü yönlerin arasında elbette ülkemizin tarihi ve doğal zenginliği, sonrasında ise özel sektörün bu zenginliğe karşı artan ilgisi gösterilmiş.

Bu özelleşme merakı elbette sadece bize özgü değil ve hatta dünyadaki diğer ülkelerin yönelimleriyle paralel olarak ilerliyor. Bilindiği gibi, Thatcher 1980’lerde İngiltere’de  bürokrasinin verimsizliği, bütçe yetersizlikleri, insan kaynakları eksikliği gibi gerekçelerle (!) kültür kurumlarının özelleşmesi işine girişmişti. Thatcherizm bir anda bütün Avrupa’ya yayılmış ve kamusal müzelerde ciddi bir sıkıntı içine girmişti. Sonraki yıllarda, bu politikanın devlet geleneği olan ülkelerin kültür kurumlarına ne kadar zarar verdiği tartışılıp durdu.[4] Geçen yıl Thatcher öldüğünde, Oz Büyücüsü’nün meşhur “Ding Dong The Witch is Dead” (Ding Dong Cadı Öldü) şarkısının bir anda radyo listelerinde bir numaraya yükselmesi elbette tesadüf değildi.

Bu sürecin en büyük fiyaskosu ise İtalya’da yaşandı. 2002’de İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi müzelerin özelleştirmesi işine girişti. Berlusconi de, gayet iyi niyetlerle İtalya’yı bir “açık hava müzesi” yapmak istiyordu. Bunun için müzelerin tıpkı özel sektördeki gibi iyi “işletilmesi” gerekiyordu. Sadece bu özelleştirme işiyle ilgilenen iki şirket kuruldu,  bu şirketler satılacak yapıları belirleyecekti. Sonrasında da, usul yerini bulsun diye Kültür Bakanlığı’ndan onay alacaktı. Fakat, mesele İtalya olunca farklı bir durum ortaya çıktı. Zira, sadece İtalya’nın değil bütün Batı medeniyetinin mirası söz konusuydu. Uluslararası Müzecilik Konseyi (ICOM) acil olarak toplandı, dünyanın en önemli müze yöneticilerini biraraya getirdi ve İtalyan Hükümeti’ne bir mektup yazdı. Müzelerin var oluş amacının kamuya hizmet olduğunun ve kâr amacı gütmemesi gerektiğinin anlatıldığı mektup Berlusconi’yi duyarlı olmaya çağırıyordu. Bu çağrı, kısmen de olsa hızla ilerleyen özelleştirme furyasını yavaşlattı. Sonrasında ise  kültür varlığı olarak tanımlanmış pek çok yapının piyasa değerinin çok altında bedellerle yabancı bir emlak yatırım şirketine satıldığı ortaya çıktı. Asıl meselenin kültürel mirası daha iyi korunmasından çok turizm geliri adı altında İtalya’nın borçlarının finanse edilmesine yönelik olduğu anlaşıldı.[5] Berlusconi, bugün, bilindiği gibi uzun bir liste ile yargılanıyor.

Sözün özü, müzelerin özel sektöre devri basit bir işletme devrinden çok daha karmaşık bir süreci başlatıyor. Her şeyin ötesinde, bu Louvre Müzesi’nin kuruluşundan bu yana süregelen kamusal müzenin temelinin sarsılması demek. Louvre Müzesi de açıldığında, sadece koleksiyon kamuya mal edilmemiş, aynı zamanda herkese açık, herkesin eşit sayıldığı, birarada kendilerine ait bir kültürü paylaşıp üzerine konuştukları, tartıştıkları bir kamusal mekân, bir ritüel olarak tasavvur edilir. Eski rejimin yerini yeni bir ulusun aldığı, ulus için yurttaşın yaratıldığı, ulus ve yurttaşının insan dehasının sergilenmesiyle yüceltildiği bir yerdir müze. Yurttaş müzede kendisi için yazılmış tarihi okur. Müzede sergilenen ve kendisine ait olduğu söylenen kültürel mirası içselleştirir. Birbirini hiç tanımayan insanlar, bu ortaklık, biraradalık ve eşitlik yanılsamasıyla yurttaş olarak birleşir. Bu eşsiz mirasa sahip çıkan, koruyan ve onu yurttaşıyla paylaşan devletine güvenir, ona tabi ve sadık olur. Kamusal müzenin bu ritüeli ile toplum beslenir, kendi olur.

 

                                         Winslow Homer'in betimiyle 1868'de Louvre Müzesi

 

Bu müze anlatısı, kuşkusuz ulus devlet kuruluşunun modernlikle yeşerdiği  süreçteki söylemlere işaret ediyor.  Dolayısıyla şu soru önemli: “post” ve “alter”lerin birbirini kovaladığı bu dönemde, halen bu tür bir kamusal müzenin yeri var mı?  Ancak burada tartışılan da yeni açılacak ya da kurgulanacak bir müzenin nasıl olması gerektiği değil.  Esas mesele belli bir dönemin bilgi-iktidar rejimine göre tasarlanmış müzelerin meşruiyetini dayandırdığı bu kamusallık ritüelinin işletmecilik anlayışıyla mas edilmesidir. İngiltere, Fransa ve İtalya’da kıyamet bundan kopmaktadır. Yoksa daha temiz, modern, iyi işletilen bir müzeye karşı çıkan romantik ve belki de anarşist bir akım henüz ortada yok!

Model alınan Amerikan müzeciliğine gelince, devletçilik yerine liberal politikaların egemen olduğu Amerika’da ilk müzeleri de zengin iş adamları kurar. O nedenle Washington dışındaki müzelerin hepsi “kâr amacı gütmeyen özel müze” statüsündedir. Hepsinin tıpkı büyük şirketler gibi bir yönetim kurulu vardır ve bu kurul müzenin bütün işleyişine karar verir. Ancak Amerika’nın kendine özgü toplumsal yapısı, kamusallık ve hatta yurttaşlık ritüelini farklı bir sistemle yaratmıştır. Bu sistem kâr amacı gütmeyen kurum ve etkinliklere verilen destekler sonucunda vergi muafiyetinden yararlanma hakkı üzerine kuruludur. Bilindiği gibi, Amerika’da ekonominin belkemiği olan vergi, toplumun her kesiminden, acımasız denecek kadar sıkı bir denetimle toplanır. Vergiden muafiyet aslında kamuya ait paranın harcanması anlamına gelir. Bu nedenle de, müze her ne kadar özel sektör tarafından yönetilse de, temelde kamunun malı olarak görülür. Hatta, özel sektör kamuya hizmet ettiğini, kazandığı zenginliği paylaştığını ve iyi bir Amerikan vatandaşı olduğunu müze aracılığıyla kanıtlar.

 Üstelik vergi muafiyetinden yararlanma hakkı çok sıkı denetlenen etik ve yönetsel kurallara bağlanmıştır. Bunların başında da şeffaflık yani müzeye dair her türlü uygulamanın herkese açık hesap verilebilir olması ve kamusallık, yani müzenin Amerikan toplumunun yararına ve eğitimine hizmet vermesi gelir. Devletin haricinde, özerk bir kurum olan American Association of Museums (şimdiki adıyla American Alliance of Museums) / Amerikan Müzeleri Birliği  bu sürecin en ciddi takipçisidir. AAM her yıl yaptığı akreditasyon ile güvenilir ve prestijli müzeleri listeler. Bu liste dışında kalmak demek, müzenin dolayısıyla da onu yönetenlerin (ve elbette şirketlerinin) güvenilirliğinin sarsıldığı anlamına gelir. O nedenle, bugün “her şeyin özel sektöre devri”ne indirgenen Amerikan sistemi aslında kendi içinde tutarlı ve bir noktaya kadar işlerliği olan bir müzecilik işletim modelidir.  İlginç bir biçimde küreselleşme, Amerikan modeli müzeciliğin bu yönünü değil de, şirketleşmiş kültür ve sanat yönetimini dünyaya yaymayı başardı. Avrupa’da bu süreç halen devam ediyor. Ama en azından orada Louvre, Uffizi, British Museum, Altes Museum gibi en önemli ulusal koleksiyonların tümden özelleşmesi gibi bir akıl tutulması henüz yaşanmadı. Denemeler de, en azından halktan gelen tepkilerle yavaşlatıldı; bu süreçlerde projelerin içi boşaltıldı ya da ICOM gibi uluslararası özerk kuruluşların ağına takıldı.

Müzeciliğin hiç bir zaman Avro-Amerika’daki gibi etkin bir biçimde yapılmadığı Türkiye’de ise bu özelleşme sorunu düğümlenmiş bir yumak gibi önümüzde duruyor. Hükümet özelleşme yapılacağı umuduyla ya da yapılması için müzelere ödenek ayırmıyor. Müzeler, içindekilerle birlikte köhnüyor, ölüyor. Öte taraftan da, özel sektör ise bütün süreci turizme ya da daha basitçe kâr-zarar çizelgesine indirgiyor. Üstelik süreç, pilot müzelerde denemeler yapılması, müzecilik uzmanları ve çalışanlarının yer aldığı kurullarca projeler geliştirilmesi, bu projelerin kamuoyuyla paylaşılması gibi akilane ve insani yöntemlerle de yürümüyor. En önemlisi, bütün sürecin nasıl denetleneceğine dair de hiçbir fikrimiz yok. Amerika’daki gibi çok sıkı denetlenen bir sistemin kurulması hayalini bir kenara bırakın, Türkiye’deki müzelerin çoğu ICOM’a bile üye değil...Yani anlaşılan tıpkı İstanbul’un kentsel dönüşümü gibi, olabildiğince özgür, olabildiğince laissez-faire, olabildiğince rantçı bir sistem arzulanan. O nedenle Osman Hamdi Bey’in Asar-ı Atika Nizamname’leriyle yabancı arkeologların elinden kurtardığı eserlerin yanında döner standlarının kurulduğunu ya da Halil Edhem’in binbir güçlükle topladığı “Elvah-ı Nakşiye” koleksiyonunun limonlu Türk lokumlarının arasında sergilendiğini tahayyül etmek hiç de güç değil; ya da Topkapı Sarayı’nın paha biçilmez hareminin iftar yemekleri için kiralandığı, Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde fasıl gecelerinin düzenlendiğini. Üstelik eğer süreç, müzenin bütün işletmesinin özel sektöre devrine doğru evrilirse o zaman kültürel miras da piyasanın kurallarına devrolur. Yakın dönemin yarattığı kültür yöneticileri,  koleksiyonları kâr-zarar hesabı üzerinden yeniden kurgularlar. Ratingleri yüksek eserleri tutarken, düşükleri birer birer elden çıkarılabilir. Her şeye rağmen, özel sektör yatırımından memnun kalmazsa Santralİstanbul modeli de rahatlıkla uygulanabilir. Hatırlanacak olursa,  Santralİstanbul el değiştirdiğinde müze işini yeteri kadar kazançlı görmeyen yeni yönetim,  Kültür Bakanlığı’ndan aldığı izinle bütün koleksiyonu müzayede ile satışa çıkarmıştı. Koleksiyonda Hakkı Anlı’dan Selma Gürbüz’e kadar pek çok dönemden sanatçının eseri, Türkiye sanat tarihinin bir parçası bulunuyordu. Evet, Santralİstanbul özel müzeydi; ama Topkapı Sarayı’ndan Arkeoloji Müzesi’ne kadar bütün müzeler özelleştiğinde benzer bir sürecin yaşanmayacağını kim garanti edebilir? Müzeler ve ihaleler, aslında bütün mesele bu!

105 müze ve ören yeri için “2 Aşama Müze ve Örenyerleri Gişelerinin İşletimi, Giriş Kontrol Sistemlerinin Modernizasyonu ve Yönetim İşi” ihalesi 30 Ekim Çarşamba günü gerçekleşecek.

 



[1] Selda Güneysu, “Müze Gişeleri Özelleşiyor”, Cumhuriyet Gazetesi, 10. Ekim. 2013, s. 19.

[4] Bu konuda elbette en iyi bilimsel çalışma Chin-Tao Wu (2005) Kültürün Özelleştirilmesi, İletişim Yayınları, İstanbul.

[5] Gül Pulhan (2009) Yeni Kültür Politikaları Açısından Kültürel Miras, Türkiye’de Kültür Politikalarına Giriş, S.Ada ve A.İnce (der.), İstanbul: Bilgi Yayınevi

müze, Santral Müzesi