1970’li yıllarda ODTÜ Mimarlık bölümünde öğrenci olmak, mimarlığı o sıralardaki yoğun politik çalkantıların çerçevesinde görüp yorumlamak demekti. O yıllarda gerek tasarım gerek mimarlık tarihi gibi derslerimizde, mimarlığın özerk bir alan olamayacağını ve siyasi ideolojilerle iç içe tartışılması gerekliliğini savunuyorduk. Bu tavır ülke içindeki politik çalkantıların akademik hayatın hemen her boyutuyla eklemlenmiş olmasıyla ilgiliydi elbet. Ancak o yıllarda akademik dünyada egemen olan uluslararası mimarlık tartışmalarından da bağımsız değildi.
Mimarlık ve ideoloji ilişkilerinin en yoğun biçimiyle mimarlık söylemine girişi, ünlü Marksist İtalyan mimarlık tarihçisi Manfredo Tafuri’nin, ilk baskısı 1973 yılında yapılan Architecture and Utopia: Design and Capitalist Development başlıklı çalışmasıyla oldu.[1] Buradaki ana tema, mimarlığın kapitalist sistemin tüketim çarklarının ne kadar dışında yer alabileceği, ve bunu nasıl yapabildiği ya da yapamadığı sorusu. Mimarlık tarihi ve kuramında “eleştirel düşünce” diye adlandırılan ve Tafuri’nin ardından yapısalcı ve yapısalcılık-sonrası kuramlarla beslenen bu yaklaşım 1980’li yıllardan itibaren Michael Hays ve Mary McLeod gibi kuramcılar tarafından, o yıllarda mimarlık kuramının merkezi olarak görülen ABD’nin batı yakasındaki akademik kurumlarda yeşertildi. Editörlüklerini Peter Eisenman ve Michael Hays’in yaptıkları Oppositions (1973-84) ve Assemblage (1986-2000) dergilerindeki yazılar o yıllarda dorukta olan postmodernizmin kültürel tüketim değerleriyle olan yakın ilişkisini ve mimarlıkta anlam konusuna olan sığ yaklaşımlarını kıyasıya eleştiriyorlardı.
Yapısalcı yaklaşımları benimseyen Oppositions, Saussure ve Pierce gibi tanınmış dilbilimcilerin kuramlarını mimarlık alanına aktararak, mimarlığın dil dağarcığına “gösteren”, “gösterilen”, “indeks” ve “ikon” gibi terimleri armağan ettiler. Burada amaç, mimari nesnelerin anlamlandırılabilmesi için, sosyal ideolojilerin herhangi birisinin içinde yer almayan ve bu ideolojilerle olan ilişkisinin nesnel olarak okunabileceği bir sistem oluşturmaktı. Assemblage ise eleştirel bir çerçeveyi yapısalcılık-sonrası bir açıdan kurmayı amaçladı. 1990’lı yıllarda, anlam dediğimiz olgunun dilsel bir kurgu olduğu, dolayısıyla sabitlenemeyeceği anlayışıyla yola çıkan yapısalcılık-sonrası düşünürler postkolonyalizm, feminizm ve psikanaliz kuramlarından da beslenerek mimarlık söyleminin kanonik varsayımlarını alaşağı ettiler.
Bu kavramsal çerçevede mimarlıkla politikanın ilişkisini inceleyen iki yazının özel önem taşıdığını düşünüyorum. Bunların ilki, mimarlık tarihçisi ve kuramcısı Mary McLeod’un 1989 yılında basılan “Reagan Döneminde Mimarlık ve Politika” başlıklı makalesi.[2] McLeod, bu yazısında o dönemde postmodernist ve yapısökümcü mimarlar tarafından sıkı sıkıya eleştirilen modernizmden yana bir konum alıyor. Onun savunduğu, modernist formlardan ziyade modernizmin mimarlığa armağan ettiği “toplumsal eleştiri” boyutu. Gerek postmodernizmi gerek yapısökümcülüğü mimarlığın toplumsal eleştiri boyutundan yoksun buluyor McLeod. Her iki yaklaşımın da yoksulluk, toplumsal cinsiyet, etnisite gibi toplumsal olgulardan uzak kaldığını ve star mimar olgusunu sürdüregeldiğini öne sürüyor. Postmodernizmi tüketim toplumunun popülizmiyle özdeşleştirirken yapısökümcü (deconstructivist) yaklaşımları biçimsel bir modernizm eleştirisinin ötesine gitmemekle eleştiriyor. McLeod’un yazısı mimarlık düşüncesinin egemen politik ve kültürel bağlamlarla ilişkisini ele alıyor ama mimarlığın tektonik boyutlarına bire bir değinmekten uzak kalıyor.
Bu anlamdaki kırılma noktası gene 1980’li yıllarda mimarlık kuramcısı Michael Hays’in, “Eleştirel Mimarlık: Kültür ve Form Arakesitinde” başlıklı önemli ve yoğun yankı bulan makalesi.[3] Hays burada mimarlığın tam da maddeselliği aracılığıyla sosyal ve kültürel eleştiri yapabileceğini savunuyor. Buradaki maddesellik sembolizmden ya da mimarlık ürününün bir anlatı aracı olmasından farklı ama. Hays’in favori örneği de zaten Mies van der Rohe’nin yapıları. Her mimarlık ürününün aynı zamanda kültürel bir ürün olduğunu söyleyerek “anlam”ın mimarlığın ne sadece içinde (yani biçimde), ne de sadece dışında (yani kültürde, politikada, sosyal yapıda vs.) olduğunu öne sürüyor Hays. Onun yaklaşımı, mimarlığın tektonik yönünü ön plana alarak politik bir okumayı mimarlığın içinden, yani yapının maddeselliği üzerinden yapması açısından değerli ve önemli.
Hays’in söylemi bir yana, 1980’li ve 90’lı yıllarda mimarlık söylemi mimarlık ve politika ilişkisini maddesellik değil, “anlam” olgusu üzerinden tartışmaktaydı. Aynı yıllarda Türkiye akademik mimarlık söyleminde de bu yaklaşımların yankıları açıkça gözlendi. Bir yandan liberal ekonomik politikalar muhafazakar bir tarihselciliğin mimari ürünlerini acımasızca körüklerken, bir yandan eleştirel kuramcılar tarihsel olarak modern mimarlık söylemini besleyen ulusal/uluslararası, yerel/küresel gibi ikilemlerin politik boyutlarını ve kurgusal niteliğini gözler önüne serdiler. Bu tartışmaları hâlâ gündemde tutacak örnekler Türkiye’deki mimarlık pratiğinde üretilmeye devam ediyor.
Ancak daha geniş bir bakış açısından yaklaşırsak, bilişim çağı diye isimlendirilen 2000’li yılların mimarlık ortamı 1980’li hatta 90’lı yıllardan oldukça farklı. Dijital iletişim ve üretim ortamlarının gerek tasarım gerek yapım süreçlerini radikal biçimlerde etkilediği bir dönemdeyiz. Dijital ortamlar artık AutoCad gibi programlar aracılığıyla sadece tasarımın ifade edildiği bir araç değil, bilişimsel tasarım yöntemleriyle tasarım sürecinin üreticisi halindeler. Yapı bilgi modellemeleri (Building information modelling) aracılığıyla yapım sürecinde yer alan her disiplinin karşılıklı etkileşimle tasarımı gerçekleştirdiği, yani yapının tek müellifinin mimar olmaktan çıkmaya başladığı; mimarın artık bitmiş formu değil, formu ortaya çıkaran ögeler arasındaki ilişkileri tasarladığı bir devirde yaşıyoruz. Peki bu olgunun mimarlık düşüncesindeki yeri nedir?
Daha 1990’lı yıllarda mimarlık düşüncesinde toplumsal anlam olgusunu ön plana alan kuramcıların karşısına “Hollanda Okulu” diye bilinen Rem Koolhaas ve Delft Üniversitesi Mimarlık Fakültesi gibi isim ve kurumlar aracılığıyla yaygınlık kazanan ve şimdilerde eleştirellik sonrası (post-critical) diye isimlendirilen bir düşünce biçimi ortaya çıkıyor. Buradaki genel tavır eleştirel mimarlık denilen olgunun eleştiri ötesinde geçemediği yani üretken olamadığı, dolayısıyla da ömrünü doldurmuş olduğu yolunda. Mimarlık tarihçisi Richard Anderson’un 2006 yılında yayınladığı bir makalenin başlığı bu durumu özetler nitelikte: “Tired of Meaning” (Anlamdan yorulduk).[4] Anderson (Somol ve Whiting; Michael Speaks) gibi düşünürler eleştirel mimarlığın anlamlarla uğraştığını; oysaki mimarlık disiplininin yapısı gereği bedenle, duyumlarla, atmosferle, ve günümüz dünyasında hızla değişen sorun ve durumlara pratik, çabuk üretilebilen çözümlerle uğraşması gerektiğini öne sürüyorlar. Somol ve Whiting eleştirel mimarlığın yerini, yararlık (efficacy) ve üretime vurgu yapan müteşebbis (projective) mimarlığın almasını; mimarlığın amacının hızla değişen sorunlara hızla çözüm üretmek olduğunu öne sürüyorlar.[5]
Mimarlık dünyasının dijital teknolojilere yaklaşımı birbirini tam da dışlamayan iki kategoride görülebilir. Bunların ilki biçime ağırlık vererek ve dijital gereçleri alışılmışın dışında mimari biçimler üretmek için kullanarak çarpıcı görsel etkiler yaratmayı amaçlıyor. Bu bağlamda, Zaha Hadid’le birlikte çalışan Patrik Schumacher “parametrisizm” diye yeni bir üsluptan söz ediyor.[6] İkinci yaklaşım ise yapıların performatif özelliklerine odaklanıyor. Burada hesaplamalı yöntemler, yapılarda enerji tasarrufu ya da deprem dayanıklılığı gibi sürdürülebilirlik ölçütlerinin en etkin biçimde karşılanması için kullanılıyor. Bu yaklaşımın temel sorunu yapıların performans analizlerini gelişmiş hesaplama yöntemleriyle ele alınabilecek teknik konular olarak görmesi. Dolayısıyla örneğin sürdürülebilirlik gibi bir tema özünde sorgulanamayacak bir “bilimsel” kategori olarak ortaya konularak hangi bağlamda kimlere hizmet ettiği, hangi sosyo-ekonomik sistemde nasıl mobilize edildiği, neleri öne çıkarıp neleri göz ardı ettiği, fiziksel sürdürülebilirlikle toplumsal sürdürülebilirliğin ilişkisi sorgulanamaz hale geliyor. Penelope Dean, günümüzde hesaplamalı tasarım yöntemlerine yapılan vurgunun “mimarlığın sosyo-kültürel bir projeden teknolojik bir uzmanlaşmaya” dönüştüğünün göstergesi olduğunu öne sürüyor.[7]
Eleştirel mimarlığın karşısına müteşebbis mimarlığı, sosyo-kültürel olanın karşısına teknolojik olanı konumlayan yaklaşımların, tarihi çok eskilere uzanan ve eleştirel yaklaşımlarca kıyasıya eleştirilen kuram/pratik ikiliğini yeniden ürettiğini vurgulamak gerek. Michael Hays’in yaklaşımı tam da bu ikiliği sorgulaması açısından önemli. Benzer yaklaşımlar daha çağdaş yapıların okumalarında da ender de olsa karşımıza çıkıyor. John Biln’in, Jean Nouvel’in Arap Enstitüsü yapısındaki tektonik olguları postkolonyal bir bakış açısından değerlendirmesi bunun en çarpıcı örneklerinden.[8] Ancak bu tür bir yaklaşımı, hele de günümüzün tüketim odaklı ekonomilerinde, tanınmış mimarların tikel ürünleriyle sınırlamamak gerek. Kuram/pratik; mimarlık/mimarlık dışı gibi ikiliklerin geçerliğini düşündüren farklı yaklaşımlara da kulak vermek önemli. Günümüzde Şili’de Alejandro Aravena, Meksika’da Teddy Cruz gibi kişi ve gruplar bunların mimarlığa içkin olmayıp sosyal ve söylemsel kurgular olduğunu, kuramla pratiğin, siyasetle tektoniğin iç içeliğini en iyi örnekleyen mimari yaklaşımları sunan isimlerden bazıları.
Jean Nouvelle, Arap Enstitüsü, Paris, 1987. https://aedesign.files.wordpress.com/2009/08/instint2.jpg
Amerika/Meksika sınırındaki yerleşkelerde geliştirdiği projelerle bilinen Cruz, sınırın kuzeyinde çöp olarak atılan malzeme ve nesnelerin, güneyde yapı malzemesine dönüşmesi gözlemiyle hareket ederek, mimarlık kadar politik ve ekonomik bir süreci de tasarladığını söylüyor.[9] Kendisini ekonomik sermaye ile sosyal sermaye arasında aracı olarak tanımlıyor. Burada çok farklı bir müellif kavramından söz edildiği kuşkusuz. Aravena’nın Şili’de projelendirilen, yarısını planlayanların, diğer yarısını kullanıcılarının tasarlaması için bıraktığı sosyal konutlar belki de en iyi bilinen projelerinden.[10] Herkes İçin Mimarlık grubunun kâr amacı gütmeden ihtiyaçları yerel kullanıcılarla belirleyip gerçekleştirdiği mahalle ve köy projeleri gene bu tür yaklaşımların yerel örneklerinden.[11]
Teddy Cruz, Manufactured Sites, Tijuana, Meksika, 2008. http://blog.ted.com/architect-teddy-cruz-shares-5-projects/
Alejandro Aravena, Yarım Evler, Şili, 2003. http://www.motherjones.com/blue-marble/2014/06/want-reduce-sprawl-build-half-house
Herkes için Mimarlık, Kadın ve Çocuk Mekânları yapım süreci, Akın Köyü, Tokat, 2014. http://herkesicinmimarlik.org/portfolio/kadin-ve-cocuk-mekanlari-atolyeleri/
Bunlar ve benzeri yaklaşımlar, yararlılık, üretim ve sürdürülebilirliğin teknik olduğu kadar, eleştirel yaklaşılması gereken sosyo-kültürel meseleler olduğunu ortaya koyuyor. Günümüzde eleştirellikle yararlılığı biraraya getiren en çarpıcı yaklaşımlardan birisi, kökü 1960’lara uzanan katılımcı tasarım yöntemleri. Pazar mekanizmalarının kâr dürtüsüyle uygulanan programlarına sırt çeviren bu tür yöntemler, kullanıcıları sadece tasarım değil, aynı zamanda sorun tespiti süreçlerine de katarak yaşanılabilir çevreler üretmeyi amaçlıyor. Bunlar bir yandan mimarlık pazarlarının temelinde yatan mekanizmaları saptamaları açısından eleştirelliği barındırırken, diğer yandan yapı üretiminin gerçekleşmesi için gereken teknik/teknolojik bilginin gerekliğini asla yadsımayan yaklaşımlar.
Bugün mimarlığın değişen gündeminde mimarlık ürününün eleştirel boyutunu ürünün maddeselliği üzerinden gündeme getireceksek, gerek mimarlığın üretim süreçlerini, gerek biçimsel kaygılarını, gerek yaratıcı mimar tanımını üretken bir eleştirel bakıştan ödün vermeyerek sorgulayan pratiklere kulak vermemiz gerektiğini düşünüyorum. Bu pratikler mimarlık mesleğinin yoktan var eden yaratıcı yıldız mimar kavramının oldukça dışında, ama “yaratıcılık” nitelemesinin hiç de dışında olmayan bir yerde yer alıyorlar. Sermayenin kâr ve yatırım aracı olarak gördüğü programlara değil, tam da bunların dışında yer alan, tüketim toplumunun dışına attığı kullanıcılara yönelerek, kullanıcı öznelerin de hem problem tanımlama hem de tasarım süreçlerine katıldığı yaşanılabilir çevreler üretmeyi amaçlıyorlar. Burada mimari ürünün kendisi, kendini üreten süreçleri görünür biçimde barındırması açısından bizi yeniden mimarlık konuşmaya davet ediyor. Sosyal sorumluluk bilinci taşıyan mimarlıkların göz ardı edemeyeceği; sosyal olanla teknolojik olan; eleştirellikle eleştirellik- sonrası arasındaki söylemsel mesafenin silinmesi için daha çok yol katetmek gerekiyor. Her mimarlık ürününün, mimarlık alanında üretilen her metnin aynı zamanda bir toplumsal ürün olduğu (yani toplumsal bir işlev gördüğü ve politik bir boyutu olduğu) gerçeğinin de, hiçbir zaman göz ardı edilmemesi gerektiği görüşündeyim.
[1] Manfredo Tafuri, Architecture and Utopia: Design and Capitalist Development, çev. Barbara L. LaPenta (Cambridge, Mass.:, The MIT Press, 1976).
[2] Mary McLeod, “Architecture and Politics in the Reagan Era: From Postmodernism to Deconstructivism,” Assemblage, no. 8, Şubat 1989, 22-59.
[3] K. Michael Hays, “Critical Architecture: Between Culture and Form” Perspecta, c. 21, s. 4, 14-29.
[4] Richard Anderson, “Tired of Meaning,” Log, Kış/Bahar 2006, 11-13.
[5] Robert Somol and Sarah Whiting, “Notes Around the Doppler Effect and Other Moods of Modernism, Perspecta 33, 2002, 72-79.
[7] Penelope Dean, Never Mind All That Environmental Rubbish, Get On With Your Architecture,” Architectural Design, c. 79, s. 3, 2009, 24-29.
[8] John Biln, “(De)forming Self and Other: Towards an Ethics of Distance,” Postcolonial Space(s), Gülsüm Baydar Nalbantoğlu ve Chong Thai Wong, der. (New York: Princeton University Press, 1997, 25-38.