“İnternet” kelimesi tedavüle girer girmez, ana-akım popüler kültür World Wide Web üzerinden hayata geçecek bir sanal ütopyadan söz etmeye başlamıştı; oysa bilimkurgu, her zamanki gibi, bu ihtimalin nicedir farkındaydı. Keza bilimkurgu, yine her zamanki gibi, gelecekte bilgisayarların (“makineler”in) güçlerini birleştirme ihtimaline popüler kültürden çok daha temkinli yaklaşıyordu. Dolayısıyla bilimkurguda bu konudaki ütopik ve distopik kehanetler hep el ele gitti; E.M. Forster’ın daha 1909’da yazdığı “Makine Duruyor”[1] adlı öyküsünde distopik öngörüler yer alıyordu.
Popüler kültür, bilimkurgunun irfana ve tecrübeye dayanan ihtiyatından ve paranoyasından pek pay almaz: Bilim veya teknolojideki her yeni ve çığır açıcı ilerleme (en azından bu şekilde lanse edilenler), kısa süreliğine de olsa sonu gelmeyecek gibi görünen bir sitayişe yol açmaya yeter. İnternet için de aynı şey olmuştur. Google, Facebook ve Wikipedia (ve tabii Wikileaks) döneminden önce bile, herkes nihayet bilginin tüm insanlara açık hale geldiğinden emindi. Bilginin iktidar olmasından mütevellit, bu aynı zamanda iktidarın da herkesçe paylaşılacağı anlamına geliyordu. Daha doğrusu öyle olması bekleniyordu. Veya kısa bir süre öyle olacaktı…
Her zamanki gibi, popüler kültür –özellikle iki önemli konuda– yanılmıştı. İlk yanlış, bilginin neredeyse otomatik biçimde malumatla bir tutulmasıydı. İnternet, malumatı herkese açık hale getirme konusundaki vaadini yerine getirmişti getirmesine, peki bu neye hizmet etmişti? Malumat kendi başına kaotiktir, ve her kütüphane müdaviminin bildiği üzere, yeryüzündeki en büyük ve en zengin kütüphane bile anlaşılır bir katalog sistemi olmadan hiçbir işe yaramaz. Bilgi, aksi halde işe yaramaz olan malumat parçalarını ilişkilendirme, birleştirme ve kaynaştırma sanatıdır. Nitekim internet de bize bilgi filan sunmuyordu (hâlâ da sunmuyor). Bilgi hâlâ, hepimizin kendi başına keşfetmesi gereken bir şey.
Fakat bu iddia bile fazla felsefî ve akademik kaçıyor – özellikle bugün içinde bulunduğumuz durumu düşünürsek. Bu noktada popüler kültürün ikinci vahim hatasına, internetin “apaçık” biçimde ütopik olduğu varsayımına geliyoruz. David M. Berry ve Giles Moss, Libre Culture (2008) kitaplarının “Giriş” kısmında şöyle yazarlar:
Şu ikisi arasında önemli bir gerilim vardır:
1. Malumata ve bilgiye, kamusal bir alanda kamusal erişim,
2. Malumatın ve bilginin özel mülkiyeti
Bu iki temel liberal ilkeyi istediğiniz kadar eğip bükün, yine de birbirleriyle doğrudan çelişirler. Mülkiyetin fiziksel nesnelere dayandığı zamanlarda, en azından bazı toplumların kabul edebileceği ve etkilerini sosyal devlet aracılığıyla kurala bağladıkları karşılıklı tavizler olabiliyordu (örneğin, siyasî eşitliğe karşı, ekonomik eşitsizlik). Fakat malumat ve bilgi özelleştirilince, demokratik bir toplumun gereği olan eleştirel bir kamunun önkoşulları söz konusu kamunun elinden alındı.[2]
Bu iddia, internetin temel niteliğine dair can alıcı bir soruyu gündeme getiriyor: İnternet, tüm özgür yurttaşlara (yani, antik Yunan’da yaşamadığımıza göre, hepimize) açık, serbest bir buluşma, etkileşim ve paylaşma alanı, bir agora mıdır; yoksa esasen malların alınıp satıldığı, bu arada da insanların birbiriyle kibarca (ve sık sık, pek de kibar olmayan biçimde) ilişkiye girdiği, kılık değiştirmiş, yüceltilmiş ve sayısallaştırılmış bir pazar yeri midir?
Malumat ve bilginin nihayetinde birer meta olduğuna kuşku yoktur; ne de olsa hayatımızın hatırı sayılır bir kısmını, “eğitim” adı altında, onları satın almak için harcıyoruz. Akademik camia içinde kalmayı tercih edenlerimiz de, bilgi ve malumat satmak konusunda uzmanlaşmış (özel ya da kamuya ait) kurumlarda çalışıyor. Dahası, entelektüel ve sanatsal uğraşın ürünlerinin çoğu, şu veya bu noktada “malumat” ya da “bilgi” olarak sınıflandırılabilir ve kapitalist üretim tarzının başlangıcından beri bunlara birer meta muamelesi edilmiş, “yaratıcıları” küçük üretici veya işçi sayılmıştır. İlk İngiliz romancı olarak kabul edilen Daniel Defoe, 1725’te, popüler bir dergi olan Applebee’s Journal’a (“Karşı-Papa” imzasıyla) yazdığı satırlarda, bu gerçeğin bilincindedir:
Yazarlık, sizin de malumunuz olduğu üzere Bay Applebee, İngiliz ticaret hayatının önemli bir dalı haline gelmiştir. […] Kitapçılar birer Büyük İmalatçı veya İşverendir. Yazarlar, kopya edenler, yardımcı yazarlar, kalem ve mürekkeple iş gören diğer tüm insanlar, sözü edilen bu Büyük İmalatçı’nın işçileridir.[3]
Marx, bir buçuk yüzyıl kadar sonra hemen hemen aynı şeyi, çok daha net bir dille söyler: “Bir yazar, fikir üretmesi bakımından değil, eserlerini yayınlayan yayıncıyı zengin etmesi bakımından, üretken bir emekçidir.”[4]
Esasen tüketimciliğin damgasını vurduğu bir toplumsal formasyonda, herhangi bir insan ihtiyacını tatmin eden herhangi bir şeyin üzerinde bir fiyat etiketi olması kadar doğal bir şey yoktur. Sorun, ihtiyacı karşılayan varlık ilk elden “şey” diye tanımlanamadığında ortaya çıkar. Don Giovanni dinlemeye nasıl fiyat biçebiliriz? Cevap basit görünür: Opera biletine, veya eserin kaydedildiği plağa ya da CD’ye fiyat biçeriz. Tabii bunların hiçbiri asıl mal değildir (asıl mal bir deneyimdir, elle tutulamayan bir şeydir) ve hiçbiri, kendi içinde, herhangi bir ihtiyacı karşılayamaz, ancak o ihtiyacı karşılayacak şeye vekalet edebilir. Evrim Kuramı’nı nasıl fiyatlandırabiliriz? Evrim Kuramı’nı değil, olsa olsa İnsanın Türeyişi ile Türlerin Kökeni’nin basılı kopyalarını fiyatlandırabiliriz.
İşte liberal/kapitalist ideoloji tam bu noktada devreye girer ve “fikrî mülkiyet” denen kavram etrafında muazzam bir kafa karışıklığı yaratır. Sanatçılar ve entelektüeller tanımları gereği özel bir grup oluştururlar ve ürettikleri herhangi bir şeyin “yaratıcısı” (müellifi, bestecisi, yazarı, yönetmeni, yapımcısı) olarak adlandırılmak konusunda tuhaf bir ısrarları vardır. Mozart herhalde Don Giovanni’nin bestecisi olarak anılmayı istiyordu; Darwin’in Evrim Kuramı’nı tasavvur eden ilk kişi olarak anılması gerekir; ben bile bu kısa metnin müellifi olarak anılmak isterim. Ricardo Pozzo, “fikrî mülkiyet” konusunda Kant’ın şu sözlerine atıfta bulunur:
İntihalin Gayrimeşruiyeti Üzerine adlı metninde [Kant], fikrî mülkiyetle ilişkili ahlakî yetileri [faculty] “kişinin bir başkasına her zaman kendisi olarak hitap etmesi biçimindeki devredilemez hak (ius personalissium), yani hiç kimsenin aynı hitabı kamuya [müellifin] adından başka bir adla yapamaması” olarak görür.[5]
Elbette eserlerine “imza atma” gereği duyanlar sadece entelektüeller ve sanatçılar olmamıştır: lonca ustaları, hatta vasıfsız işçiler bile bunu yapmıştır; işin aslı, Fordizm ve Taylorizm kimin ne yaptığını tespit etmeyi imkânsız hale getirene kadar, “sıradan” işçiler işlerinden gurur duyuyor ve işleriyle özdeşleşiyorlardı. Ne yazık ki çağdaş kapitalizm, bir avuç entelektüel ve sanatçı haricinde çoğu insanın işiyle özdeşleşmesini imkânsız hale getirdi. Ama söz konusu entelektüel ve sanatçılar da artık bir aylak sınıf olarak var olmadıkları, veya hayatlarını soyluların ya da şehir-devletlerinin himayesinde sürdürmedikleri için, onların da “hayatlarını kazanmaları” gerekiyordu. Bunun yolu da, ya eğitim kurumlarına dahil olmak (ve böylece ücretli işçi haline gelmek) ya da küçük üretici olmaktı. İşte, bir işin “yaratıcısı” olarak adlandırılma yönündeki son derece anlaşılır talep ile, o iş üzerinden para kazanma zorunluluğu tam bu noktada iç içe geçti ve birbirine karıştı.
Sanat eserleri veya entelektüel uğraşın ürünleri, 21. yüzyıl kapitalizminin koşullarında bile biricik olma özelliklerini korur; fakat bunlar büyük ölçüde (Walter Benjamin’in deyişiyle) “tekniğin olanaklarıyla çoğaltılabilir” hale geldiğinden, aynı zamanda fiyatlandırılabilir hale de gelmiştir. “Fikrî mal”a özgü bu ikili niteliği Kant daha o zamandan teşhis etmişti:
[Bir] kitap, bir bakış açısından, bir Kopya’ya meşru biçimde sahip olan herhangi birinin taklit edebileceği mekanik bir sanatın (opus mechanicum) dışsal ürünüdür; bu bakımdan, Gerçek bir Hak dolayısıyla o kişiye aittir. Gelgelelim başka bir bakış açısından bir Kitap, salt dışsal bir Şey değil, Yayıncı’nın kamuya yönelik bir Hitabesi’dir ve [Yayıncı] bunu kamuya arz etme yetkisini ancak Müellifin Salahiyeti altında haizdir; bu da Kişisel bir Hak oluşturur. Dolayısıyla, bahsettiğimiz intibanın temelindeki hata, Kitaplarla ilgili bu iki Hak türünün birbiri yerine geçirilmesinden ve karıştırılmasından kaynaklanır.[6]
Kant’a göre, bu malın üçüncü taraflarca maddî kazanç amacıyla kopyalanması veya “intihal”i, müellifi ve temsilcisini, yani yayıncıyı aldatmakla birdir:
Netice itibariyle, salahiyetsiz bir Yayın, salahiyetli ve yegâne yasal Yayıncı’ya karşı işlenmiş bir suçtur, zira Yayıncı’nın yetkili olduğu ve kendi Hakkını kullanarak (furtum usus) elde edebileceği Kârın çalınmasına denk düşer. Dolayısıyla, Salahiyetsiz Basım ve Yayın, bir Sahtecilik ve İntihal eylemi olarak, Hak zemininde yasaktır.[7]
Buraya kadar gayet iyi. Kant’ın 18. yüzyılda söyledikleri, sanat eserlerinin veya diğer fikrî ürünlerin “teknik olarak çoğaltılması” bağlamında, 20. yüzyılın sonlarına kadar geçerliliğini korumuştur. Kapitalist üretim çerçevesinde, başka birinin emeği üzerinden kâr etmek haklı olarak hırsızlık sayılır – meğerki kâr eden kişi kapitalist, emeği üzerinden kâr ettiği o başka biri de işçi olsun.
Gelgelelim, Benjamin’e atıfla Dijital Çoğaltma Çağı diyebileceğimiz dönemde sanat eserlerini ve entelektüel uğraşın ürünlerini dijital olarak çoğaltma imkânı işleri kökünden değiştirir. Mekanik çoğaltmanın bir maliyeti vardır, her kopyada hammadde ve emekgücüne bağlı bir gider söz konusudur; bu nedenle kopyanın kendisi de Değerli bir Şey haline gelir. Oysa dijital çoğaltma bu gideri de ortadan kaldırır ve kusursuz kapitalist metayı, kapitalist üretim tarzının asırlardır aradığı şeyi yaratır: Bir kez üretildi mi, sıfır maliyet ve sıfır emekle kendini ilelebet tekrarlayabilen bir meta.[8] Siz bir kitap yazarsınız, yayıncınız onu bir sunucuya yükler ve prensipte sonsuz sayıda tüketiciye tekrar tekrar satar: aynen şu an Amazon.com ve Kindle’da olduğu gibi. Hiçbir şey harcanmaz ya da yıpranmaz, hiçbir işçiye ücret ödenmez. Tabii bir başlangıç maliyeti söz konusudur ama artık sonsuz çoğaltma maliyetsiz olduğundan, sonsuza bölünen başlangıç maliyeti asimptotik olarak sıfıra yaklaşır. Yani kitabınız, ilelebet altın yumurtlayan kazdır.[9]
Kuşkusuz bu, gerçek olamayacak kadar güzel bir tablodur – en azından kapitalizm için. Çünkü aynı zamanda, başka insanlara da kitabınızı kopyalama ve aynı mekanizmayla satma fırsatı sağlar. Tabii kapitalist hemen yaygarayı basar: “Hırsızlık! Eşkıyalık!” Žižek, kapitalizmin bu olgunun farkına daha 1976’da vardığını söyler, yani torrentlerin, P2P ağlarının, Kindle ve benzeri aygıtların çıkmasından çok önce:
Siber-uzayın tarihindeki can alıcı an, 3 Şubat 1976’dır: Bill Gates’in, yazılım alanında özel mülkiyeti savunduğu “Amatörlere Açık Mektup” başlıklı meşhur (ve meşum) metnini yayınladığı gün: “Çoğu amatörün farkında olduğu gibi, birçoğunuz yazılımınızı çalmaktasınız. […] Bu yaptığınıza, en dolaysız biçimiyle hırsızlık denir.” Bill Gates, imparatorluğunu ve şöhretini, bilgiye maddî mülk muamelesi edilebileceği konusundaki uç fikirleri üzerine kurmuştur. Bu, ortak yazılım alanının “özelleştirilmesi” [enclosure] yönündeki savaşı başlatan en belirleyici etken olmuştur.[10]
O tarihten sonra internet, kazı ve altın yumurtalarını kilit altında tutmak isteyenler ile, yumurtaları aşırmak isteyenlerin çarpıştığı bir savaş meydanına dönüşmüştür.
Tabii bu noktada, altın yumurtaları satmaya çalışanlar ile ücretsiz olarak başkalarıyla paylaşmak isteyenler arasında bir ayrım yapmak şart. Fakat fikrî mülkiyetin yapısını muhafaza etme dürtüsü bu iki durumu ayırt etmez: Kapitalistler, sanat eserlerini ve entelektüel ürünleri (“yasadışı” biçimde) dijital olarak çoğaltan insanların bunu kâr amacıyla yapıp yapmadıklarını umursamazlar. Fikrî özel mülkiyet lehine öne sürülen kapitalist iddianın bir diğer zayıf noktası da tam burada ortaya çıkar: Telif hakkı alınmamış eserleri sitelerinde para karşılığı yayınlayan insanları tespit etmek ve durdurmak hiç de zor olmasa gerek, zira bunun için kredi kartı işlemi gerekiyor. Eserleri indirmek için kredi kartı numarası talep eden siteleri tespit eder, sattıkları eserin telif hakkının alınmamış olması halinde de kovuşturma başlatırsınız. Ama hayır, kapitalist sistem bunu istemez, çünkü o zaman serbest piyasanın işine karışır, maazallah onca çabayla kurulmuş sanal pazara zarar verirsiniz. Bu arada, telifsiz (“çalıntı”) mallar üzerinden küçük kârlar elde eden birkaç insan, sisteme tehdit oluşturmaz, çünkü biraz dolandırıcılık, yolsuzluk, hırsızlık ve sahtekârlık, kapitalist ekonominin, kontrollü koşullar altında tahammül gösterilen kaçınılmaz eşlikçileridir. Asıl büyük tehdit, insanların şeyleri, fikirleri ve ürünleri serbest piyasanın dışında dağıtma ve paylaşma yolunu bulmaları ihtimalidir ki bu kapitalizm açısından idrak edilemez (dolayısıyla dehşet verici) bir durumdur.
Bu açmazın bizzat kapitalizm tarafından yaratılmış olması ilginçtir (tabii bir Marksist için, gayet anlaşılırdır); bazı metaları maliyetsiz biçimde çoğaltma imkânının, söz konusu metaların Değer’ini (dolayısıyla mübadele değerini) fiilen sıfıra indirdiği bir sistemi yaratan, kapitalizmdir. Bu imkân bir kez hayata geçmeye başladığında, kapitalizm kendi kendini düzeltmeye ve kendi eliyle açtığı Pandora’nın kutusunu kapatmaya çalışır, ama nafile. Bu tam da, Marx’ın 1857’de öngördüğü sürecin bir kertesidir:
Toplumdaki maddî üretici güçler, gelişmelerinin bir aşamasında, o güne kadar işlemelerinde tabi oldukları mevcut üretim ilişkileriyle veya mülkiyet ilişkileriyle –ki bu sadece aynı şeyin hukukî ifadesidir– çatışma içine girerler. Bu ilişkiler, üretici güçlerin geliştiği biçim olmaktan çıkıp, onların prangasına dönüşür.[11]
Malumatın ve nihayetinde bilginin dijital yollarla çoğaltılabilir olması, üretici güçlerin gelişiminde muazzam bir ilerlemeye yol açar; bu ilerlemeyi hem mümkün kılan hem de engelleyen, üretim, yani mülkiyet ilişkileridir. Nitekim, Avrupa’nın dört bir yanında ortaya çıkıp hızla yaygınlaşan radikal (“korsan”) partilerde gördüğümüz gibi, bu yapısal çelişki kesinlikle “devrimci bir durum”un habercisidir: Giderek daha fazla sayıda insan bu durumun farkına varıp, kâh sadece kampanyalara imza vererek, kâh kapitalizmin ve devletin kurumlarını hedef alan sözde “terörist” saldırılara (hack’leme) katılarak eyleme geçerken, yönetimler bu duruma hâkim olmakta giderek daha da zorlanıyorlar.
Tabii bu devrimci değişimi yaratan, sadece “kitaplar” değil. Müzik ve film endüstrileri zaten fena darbe yemiş durumdaydı, televizyon da aynı yolun yolcusu. Müzik sektörü, başına geleni uysallıkla kabullenmişçesine, duruma uyarlanmaya çalışıyor: Kayıttan ziyade canlı müzik dinleme deneyimine odaklanıyor, böylece bugüne dek yazılmış neredeyse tüm müzik eserlerinin düşük-kalite (MP3) kayıtları ücretsiz erişilebilir hale geliyor; müzisyenler ve yapımcılar da turne ve konserlere yoğunlaşıyorlar. Film endüstrisi –biraz daha gönülsüz olsa ve yelkenleri indirmeden önce savaşmayı tercih etse de– benzer bir yol izliyor ve özellikle üçboyutlu yapımlara odaklanarak, sinemada film izlemeyi internetten indirilmiş filmleri evde seyretmekle kıyaslanmayacak bir deneyime dönüştürmeye çalışıyor. Televizyon endüstrisi ise bambaşka bir hikâye: Bir televizyon programını naklen veya bilgisayara indirerek seyretmek arasında fiilen bir fark olmadığından, televizyonculuğun yüzünü dönebileceği bir “canlı” izleme deneyimi yok – sadece haber programlarında bir fark yaratabilecek küçük gecikme payı sayılmazsa. İyi de, diye itiraz edebilir birileri, bütün bu programlar (paralı kanallar hariç) zaten bedava değil mi? Yayın yapmak için, zaten kamu malı olan “hava”yı kullanmıyorlar mı? Doğru, ama küçük bir farkla: Aynı zamanda seyirciyi program aralarında ve programlar süresince yığınla reklama maruz bırakıyorlar, o programları bilgisayarlarına indiren ve internete yükleyen insanlarsa sektörün can damarı olan bu reklamları münasebetsiz bir biçimde atlıyorlar. Televizyon endüstrisinin (müzik ve film endüstrisinden farklı olarak) kaderine uysallıkla razı gel(e)memesinin ve inatla direnerek, hükümetlerin “fikrî mülkiyet haklarını koruma”ya yönelik (otoriter dozu giderek artan) önlemlerinin baş destekçisi olmasının sebebi bu.
Yirmi dört yaşında Britanyalı bir öğrenci olan Richard O’Dwyer’ın hikâyesi, bu açıdan örnek teşkil ediyor: O’Dwyer, çeşitli televizyon kanallarının ve filmlerin çevrimiçi olarak izlenebileceği bağlantıların yer aldığı TVShack.net adlı bir web sitesi kurdu. Bu eylemi Britanya yasalarına göre en fazla “kusurlu davranış” statüsünde olmasına rağmen, ABD’nin 1996 tarihli Dijital Binyıl Telif Hakkı Yasası (DMCA) çerçevesinde O’Dwyer “suçlu”ydu ve 10 yıla kadar hapis cezası alabilirdi. Bu “suçu” Britanya topraklarında işlemesine ve Britanya yurttaşı olmasına rağmen, ABD yetkilileri ibret olsun diye 2012’de O’Dwyer’ın teslimini talep etti. Bekleneceği üzere Britanya hükümeti (sicili hayli kabarık olan İçişleri Bakanı Theresa May’in şahsında) bu talebi neredeyse ânında kabul etti. Ben bu satırları yazarken, O’Dwyer hâlâ temyiz başvurusunun sonuçlanmasını bekliyor. Wikipedia’nın kurucusu Jimmy Wales, O’Dwyer’ın ABD’ye teslim edilmesine karşı çıkmak için bir kampanya başlattı; imza metninde her ne kadar telif ve “fikrî mülkiyet” haklarını kerhen savunsa da, bu olayın esasen ne anlama geldiği konusundaki düşünceleri netti:[12]
Telif hakkı önemli bir müessesedir, iyi bir manevî ve maddî amaca hizmet eder. Fakat bu, telif hakkının sınırsız olduğu veya olması gerektiği anlamına gelmez. Köklü ahlakî ve hukukî ilkelerimizden vazgeçip, Hollywood imparatorlarının çıkarları uğruna temel hak ve özgürlüklerimize yönelik bitmeyen saldırılara izin vermemiz gerektiği anlamına gelmez. (.@ukhomeoffice: Stop the extradition of Richard O'Dwyer to the USA #SaveRichard - Sign the Petition!)
“Temel hak ve özgürlüklerimize yönelik bitmeyen saldırılar” ifadesi, H. G. Wells’in When The Sleeper Wakes romanıyla başlayan, 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl başlarına ait distopik söyleme geri dönüşü temsil eder. Ancak burada düşman, kontrolsüz teknolojik gelişme değil, bu gelişmeyi kendi mülkiyet ilişkilerine uydurmak için, yarattığı imkânları ortadan kaldırmaya çalışan kapitalist sınıftır. 2011 tarihli Çevrimiçi Korsanlığı Durdurma Yasası (SOPA) ve Ekonomik Yaratıcılığa Yönelik Çevrimiçi Tehditleri ve Fikrî Mülkiyet Hırsızlığını Önleme Yasası (PIPA), dünya çapında sergilenen muhalefet nedeniyle ABD Temsilciler Meclisi’nde kabul edilmedi ama her ikisinin de, tıpkı kötü bir korku filmindeki zombiler gibi tekrar tekrar dirilip karşımıza çıkacağı muhakkak. ABD hükümetinin derdi (ki “uygar” dünyadaki pek çok başka hükümetin de onlara katılacağı düşünülebilir), telif hakkı ihlali yapanları engellemek ve cezalandırmaktan ibaret olamaz: Bu her halükârda beyhude bir çaba olurdu, zira hacker’lar ve “korsanlar” en az kendilerini tespit edip durdurmaya çalışan hükümet görevlileri kadar zeki ve bilgililer; bir kapı kapandığında bir arka kapı bulmakta, karşılarına bir duvar örüldüğünde onu aşmakta sıkıntı çekmiyorlar. Telif haklarını korumaya yönelik yeni yasaların esasen nihaî kullanıcıları hedef almasının, sadece dağıtımın değil bizatihi paylaşımın da suç haline getirilmesinin sebebi bu.
Karşımızda en hasından distopik bir gelecek duruyor; özel hayatlarımız, Zamyatin’in Biz[13] romanındaki saydam duvarlar ya da Orwell’in 1984’teki iki taraflı televizyonu gibi olmasa da, özel ve kamusal hayatlarımızın büyük bir kısmına egemen olan bilgisayarlarımız aracılığıyla sürekli gözetim tehdidi altında. Özelliğin (privacy) baş savunucusu olan liberal burjuvazinin, “özel hayat”ın tabutuna son çiviyi çakmaya çalışması manidar (ve yine gayet anlaşılır): “Özellik”ten anladıkları tek şeyin özel mülkiyet olduğunu bir kez daha kanıtlıyorlar. İran veya Çin gibi “totaliter” rejimleri internet güvenlik duvarları yüzünden durmadan eleştirenler, şimdi çok daha kötü önlemler almaya hazırlanıyorlar; ama onlar için amaca götüren her yol mübah olduğundan, ve özel mülkiyet ile serbest piyasanın korunması yegâne değerli amaçlar olduğundan, içleri gayet rahat.
Gelgelelim, distopik bir gelecek tablosu çizen bu iç karartıcı durumun tek kaynağı, serbest piyasa ekonomisinin dışında “paylaşım” olasılığından duyulan kapitalist korku değil. Fikrî mülkiyet hakları etrafında dönen tartışmada, kapitalist ekonominin köklerine yönelik başka, yapısal bir tehdit daha var: 20. yüzyılın sonlarından beri en hızlı gelişen ve en yeni sektör olan yazılım endüstrisi, neredeyse tamamen fikrî mülkiyet çerçevesinde kurulmuştur zira araştırma ve geliştirme süreci tamamlandıktan sonra herhangi bir yazılım sıfır maliyetle sınırsızca çoğaltılabilir. Aynı şey, iki alan arasındaki farklar göz önüne alınmak kaydıyla, tüm yeryüzünde gıda endüstrisinin geleceği olan biyogenetik endüstrisi için de geçerlidir; herhangi bir genetik değişiklik, araştırma ve geliştirme süreci tamamlandıktan sonra sıfır maliyetle sınırsızca yeniden üretilebilir. Örneğin, postmodern ve “küreselleşmiş” dünyamızın gerçekliklerinden biri olmaya devam eden kıtlıkla savaşmada etkili olacağı varsayılan, çok daha iyi mahsul veren “genetiği değiştirilmiş” yeni tahıl alt-türlerinin çoğu, bizzat onları geliştiren şirketlerce kısır hale getirilmekte, böylece kendilerini sınırsızca çoğaltmaları engellenmekte ve çiftçiler de her yıl onları yeniden satın almak zorunda kalmaktadır. Bu küçük nihaî genetik değişiklik olmasa (ki “kâr” mantığı sayılmazsa külliyen gereksizdir), bu tohumlar da sıfır maliyetle sınırsızca çoğaltılabilir.[14] Bu iki sektör bildiğimiz kapitalizmin “geleceği”dir ve onları doğurmuş olan üretim ilişkileriyle doğrudan çatışma içindedirler. Burada sadece birkaç kitap, şarkı, film ve televizyon programı değil, bir bütün olarak kapitalizm söz konusu. Žižek, “özel mülkiyetin ‘fikrî mülkiyet’ için yetersiz olduğu” bu aşılmaz çelişkiyi “Mahşerin Atlısı” diye adlandırır:
Yeni (dijital) teknolojilerdeki kilit çatışma şudur: kâr mantığının korunabileceği (özel) mülkiyet biçimini nasıl muhafaza etmeli (örneğin Napster sorunu, müziğin serbest dolaşımı)? Biyogenetikteki hukukî zorluklar da aynı şeye işaret etmiyor mu? Yeni uluslararası ticaret anlaşmalarındaki kilit unsurlardan biri “fikrî mülkiyetin korunması”: Birinci Dünya’dan büyük bir şirket ne zaman bir Üçüncü Dünya şirketini devralsa, ilk yaptıkları, araştırma bölümünü kapatmak oluyor. Bu noktada mülkiyeti olağanüstü diyalektik çelişkilere doğru sevk eden olaylar cereyan ediyor: Hindistan’da yerel topluluklar asırlardır kullandıkları tıbbî madde ve uygulamaların birdenbire Amerikan şirketlerinin mülkiyetine geçtiğini, dolayısıyla bunları o şirketten satın almak zorunda olduklarını görüyorlar; biyogenetik şirketlerinin genleri patentlemesiyle birlikte, hepimiz, vücudumuzun parçalarının, genetik bileşenlerimizin telifli olduğunu, başkalarının mülkiyetinde olduğunu öğreniyoruz…[15]
Kapitalizm, 17. yüzyıldaki ilk günlerinden beri aradığı şeyi sonunda buldu: Maliyetleri (asimptotik biçimde sıfıra yaklaşacak şekilde) azaltmak ve kârı (asimptotik biçimde sonsuza yaklaşacak şekilde) çoğaltmak, artık mümkün. Fakat bu gelişmeyi, kapitalist üretim tarzının sınırları içinde tutmayı başaramıyor. Bu yüzden yakın bir gelecekte kapitalizmin bütün ideolojik ve siyasî (üst)yapısı (hem liberal hem neo-liberal tecessümlerinde) otoriter bir söyleme ve siyasî yapıya yer açmak zorunda kalacak; bunun da, 20. yüzyılın “komünist” (Stalinist ve Maoist) veya Asya tipi modern despotik deneyimlerinin mevcut birikimini kullanarak hızla totalitarizme dönüşmesi zor olmayacaktır.
Öte yandan, her distopik gelecek tablosu yapısal olarak çatışmalıdır ve bizatihi temelini oluşturan koşullarda kendi ütopik karşıtını içerir. Popüler kültürün, internette ütopik bir gelecek görürken beraberinde getirdiği otoriter tehdidi (en azından kısmen) görmezden gelmekteki ısrarının sebebi de muhtemelen budur. Fakat ütopik bir ufku gerçek anlamda barındıran, internetin kendisi değil, sırf var olması hasebiyle doğurduğu çatışmalı koşullardır. İnternette, serbest piyasa ekonomisinin kural ve düzenlemeleri dışında evrensel özgür paylaşım (kitapların, şarkıların, filmlerin, programların, oyunların ve nihayet yazılımın paylaşımı) olanağı, dijital çağın açtığı ütopik ufuktur; ancak bu imkân, hızla dijital mecrayı aşarak başka imkânlar da yaratmaktadır: örneğin, biyogenetikte, gıdanın sınırsızca çoğaltılabilir ve dolayısıyla herkesçe paylaşılabilir olma imkânı gibi.
Dijital çoğaltmanın barındırdığı ütopik ihtimalin gerçekleşmesi her şeyden önce siyasî bir çabayı gerektiriyor: mevcut hükümetlerin ve kapitalist kurumların önerdiği ve hayata geçirdiği otoriter, ve giderek totaliter önlemlere direnmeyi. Bu direniş, yeni oluşan radikal (“korsan”) siyasî partiler tarafından, veya dijital çağın getirdiği dönüştürücü olanakların bilincine varmaya başlayan eski tip muhalefet partileri tarafından üstlenilebilir.
Gelgelelim, her birimizin hayata geçirmesi gereken, ütopik içerimleri daha kuvvetli başka bir ütopyacı eylem daha vardır: bugüne dek kapitalizmin onlara biçtiği rolleri üstlenmekle yetinen, ya (akademilerde) ücretli işçi ya da küçük üretici (yazar), veya çoğu durumda her ikisi olan entelektüeller, fikrî (özel) mülkiyet denen müesseseye yönelik radikal eleştirilere katkıda bulunabilir – bu kez sadece teorisiyle değil, pratiğiyle de. Yazar olarak entelektüel, küçük üretici konumunda oldum olası güvensiz koşullar içinde yaşamış (birkaç istisnaî örnek dışında kitap yazmak düzenli bir gelir sağlamaz), fakat bu durumu sineye çekerek, aldığı telif ücretlerinin yazmak için harcadığı zihinsel emeği karşıladığını varsaymıştır. Oysa şimdi yazarlardan, çok daha büyük bir planın etkin parçası olmaları bekleniyor: Telif ücretleri, kapitalist sistem tarafından, otoriter dozu giderek artan fikrî mülkiyeti koruma önlemlerini meşrulaştıracak gerekçelerin bir parçası olarak kullanılıyor. Bunun, işin küçük bir parçası olduğu doğru olabilir, ama yine de ayrılmaz bir parçasıdır.
Belki de entelektüellerin, romantik diye savuşturulan o meşhur jesti, Cyrano’nun “İstemem, eksik olsun” deyişindeki tavrı benimsemelerinin vaktidir. Bu, burnu büyüklük, hatta küstahlık gibi görünebilir (tüm romantik jestler gibi), ama şu an tam zamanı: Cyrano’nun jesti geç feodal himaye sistemine yönelikti; kalemini bir hamiye kiralamayı reddediyordu. Günümüzün entelektüel jesti ancak, “telif ücreti” adı altında verdiği kırıntılar karşılığında yazarlardan sessiz kalmalarını bekleyen tüm kapitalist sistemin himayesini karşısına alabilir. Bu aynı zamanda kısmen başarılı olan bir stratejidir: Kapitalist sistem, işbirliğine has gönüllü sessizliği sağlama alamasa da, en azından entelektüellerde (bir eserin “yaratıcısı” diye adlandırılma arzusu ile o eser üzerinden para kazanma zorunluluğu arasında cereyan eden) derin bir kafa karışıklığı yaratır, bu da muğlak bir tür sessizliğe yol açar.
Eğri oturup doğru konuşalım: Entelektüellerin büyük çoğunluğu sadece yazarak hayatını kazanamıyor ve (genelde) aksinin gerçekleşmeyeceğini bilecek kadar zekiler. Onlar daha ziyade, fikrî mülkiyete karşı çıkılmasıyla birlikte, eserleriyle entelektüel olarak özdeşleşme ayrıcalıklarını kaybedeceklerinden endişe ediyorlar; bir şeye hakkıyla sahip olmak için onu satma hakkını da elde etmek gerektiği yönündeki kapitalist ilkeden bir türlü kurtulamıyorlar. Gelgelelim, dijital çağın imkânlarının tekrar tekrar gösterdiği gibi, durum hiç de böyle değil: gerçek mülkiyet hakkı hediye’de yatar, bir şeyi özgürce vermekte, paylaşmakta… Bana ait olmayan herhangi bir şeyi satabilirim (nitekim kapitalistler bunu sürekli yapar), ama ancak hakikaten bana ait olan bir şeyi hediye edebilirim.
1970’te Abbie Hoffman kitabına Steal This Book (Bu Kitabı Çalın) başlığını verdi. Hiçbir yayıncı kitabı basmaya yanaşmadığından (fazla “bozguncu”ydu), Hoffman –geleceği öngörürcesine– Korsan Basım adıyla kendi yayınevini kurmak zorunda kaldı. Kitap 250 binden fazla sattı ve gerçekten “para getirdi”. Hoffman çok-satan kitaplar listesine girdiği için “mahcup olduğunu” itiraf etti ama dijital dönem öncesinde insanların kitaplarınızı okuduğunun yegâne göstergesi satılan kopyaların sayısıydı. Fakat o zamandan bu yana işler değişti: Hoffman bugün hayatta olsa muhtemelen kitabını serbest erişimle internette yayınlar, matbu kopyayı da kitabın daha fazla yayılması için yine yayınlardı. Matbu kopya buna rağmen satardı (bazı insanlar hâlâ okudukları kitaba dokunmayı tercih ediyorlar), ama baskı adedi, artık kitabını fiilen kaç kişinin okuduğu konusunda yaklaşık bir fikir bile veremezdi. Paulo Coelho, 2012’de, kitaplarının ücretsiz dijital kopyalarının indirilmesinden memnun olduğunu, çünkü bunun satışları pek etkilemediğini ve eserlerini ne kadar çok insan okursa o kadar mutlu olacağını söyledi. Nine Inch Nails grubunun solisti Trent Reznor, plak şirketlerinin keyfî pazarlama stratejileri yüzünden eserleri potansiyel dinleyicilere ulaşamadığı için insanları “şarkılarını çalmaya” davet ediyor.[16] On binden fazla bilim insanı, akademik kurumlardan ve bireysel kullanıcılardan fahiş üyelik ücretleri talep ettiği internet dergilerinde akademik makaleler yayınlayan Elsevier’e karşı düzenlenen kampanyaya katıldı;[17] ve bu kampanya, ilerde kendi sponsorluğuyla yayınlanan akademik çalışmalar için serbest erişim şartı getireceğini ilan eden Wellcome Trust tarafından desteklendi.
Kitaplarımızı ve makalelerimizi, şiirlerimizi ve romanlarımızı satma hakkımızı reddedip onları hediye etme hakkımızı savunmakla, romantik jesti gerçek anlamda ütopik bir jeste dönüştürebiliriz. Biri çıkıp “alt tarafı kitap, kimin umurunda?” diyebilir. Ama şunu unutmayalım: “Fikrî mülkiyet”le ilgili bu tartışmaların hepsi kitaplarla başladı. Kendi başlarına ve kapitalist kâr mantığı çerçevesinde kitapların fazla bir etkisi olmayabilir, ama iyi birer başlangıç noktasıdırlar. Yaşamak için (para kazanmak değil, hayatlarımızı anlamlandırmak için) yazanlarımız, eserlerimizin herkese açık, herkesle paylaşılabilir olmasını sağlayacak sözleşmeler için yayıncılarımızı ikna etmeye çalışabiliriz. Yayıncılar bundan memnun olmayabilirler, ama zaten çoktan kaybettikleri bir savaşta mücadele etmeye devam ediyorlar ve bunu yaptıkça, kapitalist piyasanın aldığı otoriter önlemlerin suç ortağı olma tehlikesi içine giriyorlar – bunun da, çoğunun, en azından etik ve ideolojik açıdan girmek istemeyeceği bir yol olduğunu rahatlıkla varsayabiliriz.[18] Kabul, dergilerin akşamdan sabaha herkese açık hale gelmesini öneremeyiz, ama hiç olmazsa yeni bir sayı yayınlandığında eski sayıları erişime açabilirler (pek çok dergi bunu halihazırda yapıyor). Kitaplar için bir zaman sınırı getirebiliriz, belli bir süreden sonra erişime açık olabilirler. Ve en önemlisi, hepimiz, sözleşmelerimize haksız kazanç amacıyla yapılmadığı sürece telif hakkı ihlallerinde yasal işlem başlatma hakkından feregat edileceğine dair bir madde koydurabiliriz.
Elbette bu, ütopyayı hemen bugün hayata geçirecek bir formül değil, ama her halükârda, bizi bekleyen daha büyük savaşların etik ve ideolojik zeminini hazırlayacak ütopik bir jest. Yazılım, tıp ve biyogenetik alanlarında fikrî özel mülkiyete karşı yürütülen mücadeleye (hem teorilerimizle hem fiilen) katıldığımızda vicdanımız rahat olsun diye… Rahat bir vicdanın çok faydası olmayabilir, ama ona sahip değilseniz insanlar bunu içgüdüsel olarak bilir.
Bülent Somay'ın "Midas Blessing: Turning Commodities into Gifts" başlıklı metninin çevirisidir. Yazara teşekkür ederiz.
[1] E. M. Forster, Cennet Dolmuşu içinde, çev. Roza Hakmen (İstanbul: İletişim, 2001).
[2] David M. Berry ve Giles Moss (ed.), Libre Culture: Meditations on Free Culture (Winnipeg: Pygmalion Books, 2008) s. 2-3
[3] Aktaran Ian Watt, The Rise of the Novel, (Harmondsworth: Pelican, 1972) s. 53
[4] Karl Marx, Theories of Surplus Value: Part I (Moskova: Progress Publishers, 1969) s. 158
[5] Ricardo Pozzo, “Immanuel Kant on Intellectual Property”, Trans/Form/ Ação içinde, São Paulo, 2006, s. 12
[6] Immanuel Kant, The Philosophy of Law: An Exposition of the Fundamental Principles of Jurisprudence as the Science of Right, çev. W. Hastie (Edinburgh: Clark, 1887) s. 90
[8] Tabii bundan bizatihi “maddî üretim”in geçmişe ait bir şey haline geldiği (veya gelmekte olduğu) anlamı çıkmıyor. Genel anlamda hâlâ her şeyin maddî bir maliyeti var; hiçbir şey tamamen “sanal” değil: Bir ürünün sınırsızca çoğaltılabilir, yani sınırsızca indirilebilir olması için, nihaî kullanıcıların internet erişimine sahip bilgisayarları olması gerekir. Bu bilgisayarların, bazı parçaları emek-yoğun bir üretim hattında olmak üzere, bir yerlerde üretiliyor olması gerekir ki bu da aşırı emekgücü sömürüsünü hâlâ kaçınılmaz bir zorunluluk haline getirir. Söz konusu bilgisayarların çalışmak için elektriğe ihtiyacı vardır, dolayısıyla elektriğin üretimi ve dağıtımı hâlâ kaçınılmaz bir önkoşuldur; enerji üretimi hâlâ kıt olduğundan, bu da dijital metaların gerçek maddî Değer’ine önemli bir yük bindirir. Fakat tüm bu gerçek maliyetleri, dijital metaları dağıtan şirketler değil, bizzat nihaî kullanıcılar –ya doğrudan ya da dolaylı olarak kamu kuruluşları aracılığıyla (ki ulusal düzeyde ikisi fiilen aynı kapıya çıkar)– üstlenir. Dijital metanın, onu dağıtan kapitalist şirkete birim maliyeti hâlâ sıfıra yakınken, maddî giderleri bizzat nihaî kullanıcılar tarafından karşılanır, dolayısıyla dijital çoğaltmanın yapısı gereği içerdiği sömürü ikiye katlanır.
[9] Bu arada bu gelişme, Marksist Emek Değer Kuramı’na “alternatif” olmak üzere alelacele geliştirilen ve 20. yüzyılın başlarında ekonomi biliminde temel bir ders olarak öğretilen, değerin kaynağının “nedret” olduğunu savunan kapitalist “Nedret Değeri Kuramı”nı hepten rafa kaldırır. Meta, hiçbir açık maliyet olmadan sınırsızca çoğaltılabilir hale geldiğinde, “nedret”ten bahsetmek en hafifinden anlamsız olacaktır; daha doğrusu bu “Değer Kuramı”na göre söz konusu meta “Değer-siz” hale gelecek, dolayısıyla ona bir mübadele değeri atfetmek külliyen saçma olacaktır. Bu argüman, İspanya Tarragona’da 17 Temmuz 2012’de Universitat Rovira’da düzenlenen Uluslararası Ütopya Çalışmaları Konferansı’nda bu bildiriyi sunduğum sırada James Block tarafından dile getirilmiştir.
[10] Žižek, In Defense of Lost Causes (Londra: Verso, 2008) s. 422
[11] Karl Marx, A Contribution to the Critique of Political Economy (Moskova: Progress Publishers, 1999) s. 2
[12] Kampanya başarılı oldu ve ABD’nin O’Dwyer’a açtığı dava düştü. Fakat O’Dwyer Britanya yasaları uyarınca ciddi bir para cezasına çarptırıldı, ama bu da ayrı bir tartışmanın konusu.
[13] Yevgeni Zamyatin, Biz, çev. Füsun Tülek (İstanbul: Ayrıntı, 2011).
[14] Aynı şey, satın aldığımız yazılımların çoğu için de geçerlidir: Yazılıma ödediğimiz paranın bir kısmı (bazen çoğu), yazılımı “kopyalanamaz” hale getirmeyi amaçlayan “güvenlik önlemleri”nin araştırma ve geliştirme maliyetlerini karşılar. Aslında piyasada satılan herhangi bir yazılımın hatırı sayılır bir kısmı (hem fiilen yazılmış programlama hem maliyet bakımından) “güvenlik”ten oluşur. Başka deyişle yazılım endüstrisi korunma denen şeyin faturasını bize keser, ama bu korunma da sonuçta dışardan birilerine karşı değil, kendimize karşı korunmadır, çünkü hepimiz potansiyel birer hırsız yerine konmaktayızdır: Daha çalmayı aklımızın ucundan geçirmemişken cezamız kesilir! Yazılım ve biyogenetik endüstrileri arasındaki bu paralelliklere dikkat çeken meslektaşım, biyogenetik ve gıda sektörüyle de ilgilenen bilgisayar uzmanı Chris Stephenson’a teşekkürler.
[15] Žižek, a.g.e., s. 422
[16] “Fiyat düştü mü? [seyirciler: hayır] Bu ne demek biliyorsunuz. Çalacaksınız. Çalın. Çalın. Daha fazla, daha fazla çalıp bütün arkadaşlarınıza verin ve yine çalmaya devam edin. Çünkü bu p..tlar öyle veya böyle milleti soyduklarını ve bunun yanlış olduğunu kafalarına sokacaklar.” Alıntı ve Reznor’un hayranlarına hitabı için bkz. http://www.wired.com/listening_post/2007/09/trent-reznor-te/
[18] Asıl düşman artık, Defoe’nun 1725’te düşündüğünün aksine, yayıncılar (en azından büyük kısmı) değildir: Birkaç (kimi ulusaşırı) büyük şirket sayılmazsa, yayınevlerinin çoğu, genelde pek “para” kazanmayan, insanlara kelimelerden hediyeler sunmak isteyen küçük (yine de kapitalist) işletmelerdir. Onlar da kapitalist piyasanın zorunluluklarını (maliyeti düşürme ve sürekli büyüme) yerine getirmek ile “iyi” kitaplar yayınlamak arasındaki açmaza düşmüş durumdadırlar; çoğu hâlâ Teknik Olanaklarla Çoğaltma Çağı’ndadır ve interneti, tanıtım haricinde pek kullanmadıklarından dijital çoğaltmanın düşük maliyet imkânından yararlanamamaktadır. Bu nedenle çoğu, düşmandan ziyade olası müttefikimizdir, gerçi başta biraz isteksiz olabilirler (kendi haline bırakılırsa kimse değişim istemez), ama yine de müttefiktirler.