Kültüre Susmayı Öğretmek

18/1/2016 / skopbülten / Ezgi Bakçay

Hasan Bülent Kahraman küratörlüğünde, Europalia Sanat Festivali kapsamında düzenlenen “Anadolu: Sonsuzluğun Evi” sergisinden, 2015


Hasan Bülent Kahraman, Sabah gazetesindeki köşesinde, “Kültürle Susmayı Öğrenmek…”  başlıklı bir yazı yayınladı. Metnin içeriği bir kenara, pek çok insan böyle bir başlık atmanın bile nasıl mümkün olabileceğine şaşırdı. Bu kadarı da fazlaydı: Kültüre susmayı öğretmek için kaleme alınmış bir yazı! Okuyan öfkesine yenilsin istiyordu adeta yazar. Sonra “işte tam da kastettiğim, sesi fazla çıkan kültürsüzlerden biri” diye cevabı yapıştıracaktı belli ki. Öfkelendiğimden değil ama yazısını son derece zihin açıcı bulduğum için Kahraman’ın pasına gireceğim. Evet, hızlıca yazılmış, kısa bir köşe yazısından söz ediyoruz. Fakat önemli. Çünkü köşe yazıları dil sürçmeleri gibidir. Bazen ideolojilere dair, iyi kurgulanmış makalelerden daha fazla bilgi taşırlar. Özellikle de belli bir ritim içinde tekrarlandıklarında, semptom olarak değerlendirilebilirler. Ben de bundan faydalanıp “Kahraman kim?” diye soracağım. Hangi tarihsel teorik izi, nereye doğru sürüyor? Hangi ihtiyaca cevap veriyor? Bugün Türkiye kültür ve sanat alanında Hasan Bülent Kahraman’ın doldurduğu estetik-politik pozisyona neden ihtiyaç var?

Metne dönelim: Kahraman, bir serzenişle başlıyor yazısına. Sıradan olayları mesele edinip, hayata sadece politikanın içinden bakan insanlardan ne kadar sıkıldığını anlatıyor: “Belki kendi ilgilerimin ve çalışmalarımın politikanın yanında başka alanlara da yaygın olmasından ötürü artık çok sıkılıyorum hayata sadece politikanın içinden bakanlardan,” diyor. “Hayatın metafizik boyutunu kaybedenler” olarak tanımlıyor bu sıkıcı insanları. Durumu “çocukluk ve ilkellik” diye niteledikten sonra hayatın büyüsünü bozan, ağzının tadını kaçıran şeyin adını koyuyor: Kültürsüzlük.

“Kültürsüzlük” gibi bir kavram nasıl bu kadar rahatça kullanılır? Kültürsüz bir toplumdan, cemaatten, sınıftan, insandan söz etmek mümkün olabilir mi? Kahraman’ın “kültürden” anladığı “yüksek kültür” belli ki. O zaman “çocuk halklardan, ilkel toplumlardan, ileri/geri medeniyetlerden” bahsedilen karanlık bir geçmişten geliyor bu ses. Kültürü bütünsel bir yaşam biçimi olarak görmeyen, sınıfsal ayrım gözetmeksizin her türlü gündelik yaşamsal faaliyetin ve deneyimin kültürün bir parçası olduğunu teslim etmeyen kişi “seçkinci” olduğunu ilan etmiş demektir. Yanlış anlaşılmasın bu eleştirinin konusu yazarın kişisel tavrı değil. Fakat Türkiye’nin pek çok önemli kültür, sanat kurumunun ve mevcut iktidarın bu seçkinci, yüksek kültürcü tavırla kurduğu ortaklık ve bunun sonucunda yaşanan “mutenalaşma” tartışılmalıdır. Contemporary İstanbul Sanat Fuarı genel koordinatörü, Akbank Sanat Danışma Kurulu, Sabancı Müzesi Yürütme Kurulu üyesi, akademisyen, yazar ve küratör olarak sanat alanında söz sahibi olan Hasan Bülent Kahraman’dan söz ediyoruz. Ama daha önemlisi, AKP iktidarı için bir kültür-sanat-estetik tanımı imal eden ve kültürel içerik sağlayan birini konu ediyoruz.

Hatırlarsınız; Kahraman bir başka unutulmaz köşe yazısında  25 kuruşa bira içen lümpen kitleyi sürüp çıkardığı, bölgeyi mutenalaştırdığı, İstanbul’u kurtardığı için Beyoğlu Belediyesi’ne minnet sunduktan sonra, “muhafazakârlık kurtarıyor İstanbul’u” demişti. “Kültürsüz fakirlere karşı kültürlü muhafazakârlar” tezi nereden baksanız kârlı bir yatırımdı.[1] Kahraman, “Kültürle Susmayı Öğrenmek” başlıklı köşe yazısında, sefahat düşkünü, kültürsüz orta sınıflar kategorisiyle safları daha da sıklaştırmış oldu:

 

Ne yazık ki, sefahatin, yeni moda tabiriyle hedonizmin her şeyi örttüğü bir çağdayız. Bakın namlı köşe yazarları neler yazıyor, bakın neleri tavsiye ediyorlar. O içki adları, popüler kültür ürünleri arasında bir tek dişe dokunur kültür ürünü, var mı?[2]

 

Hasan Bülent Kahraman’ın asıl rolü burada netleşmeye başlıyor: AKP’nin içindeki ve tabanındaki, kültür alanını küçümseyen damara pozisyon açmak, iktidarın entelektüel ve kültürel alandaki kompleksini onarmaya çalışmak.[3] Kültürsüzlüğü “25 kuruşa bira içen lümpen kitleye” ve ardından da “viski içen aydınlara” ihale ederek iktidara hegemonyanın taşlarını döşemek: “Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'yla birlikte cumartesi günü Paris'teydik [...] Davutoğlu sergiyi tarih konusundaki derin bilgisi ve zengin entelektüel birikimiyle gezdi.”[4]

Yazıda şekillenen “kültürsüzlük” tanımı ‘dil sürçmesi’ olarak okunduğunda, Hasan Bülent Kahraman’ın zımnen muhafazakâr kesimi andığı da düşünülebilir. Kahraman’ın söylemi, muktedir olmuş ancak onun nişanesi olacak “yüksek kültürü” yaratamamış, hatta yaratmakla ilgilenmek bir yana, onu düşman bellemiş bir İslami kesimin varlığına da işaret ediyor. Ve böylelikle kendi konumunu güçlendiriyor. AKP ideolojik bir manivela olarak kullandığı “liberal aydınların” büyük bir kısmını emekliye ayırdığından beri aslında “seçkinci kültür” alanından AKP saflarında çok az isim kaldı. Kahraman, bu boşlukta rahatça hareket ediyor, “kültürün boş göstereni benim elimde” demeye getiriyor. Diğer yandan kendini “viski içen aydınlar”dan da ayırıyor. Böylece bir zamanların ‘Türk Foucaultsu’ güncellenmiş bir Peyami Safa’ya dönüşüyor. Hatırlarsınız, Safa’nın romanlarında Batı medeniyeti, kendisine meftun olan şahısları felakete sürükler. Ancak mistik bir hidayete erenler tövbe eder ve hayatta kalır. Burada Safa’nın Batı kültürü düşmanlığının yerini “kültürün bütünselliğine düşmanlık”, hidayet merakının yerini de yüce-yüksek kültür ve estetik deneyim almış gibi görünüyor.

 

“Sanat Yapıtı Kavurucudur!”

Sıra geldi şunu sormaya: Hasan Bülent Kahraman nasıl bir kültür, sanat ve estetik tanımı üretmektedir? Kısa metinde belirginleşen ilk hat popüler kültür, alt kültür ve yüksek kültür ayrımı ise, ikinci hat politika ve kültür karşıtlığıdır. “Kültürle Susmayı Öğrenmek”, gündelik, sıradan ve politik olanın karşısına hakikati, kültür ve sanatı koyar. Sesin karşısında sessizliği savunacak bir pozisyonu tasarlamaya çalışırken, estetik deneyim imdada yetişir: “Size bir şey söyleyeyim, iyi bir sanat yapıtı kavurucudur. Çok güçlü bir film izlersiniz, müthiş bir oyundan çıkmışsınızdır yerinizde duramazsınız. Yanarsınız. Onu biriyle paylaşmaya can atarsınız [...] Onun çok düşük dozları da insanı çıldırtmaya yeter.”

Bu paragrafın hemen ardından “çıldırtıcı, kavurucu, yakıcı” esrik bir tecrübe olarak estetik deneyim olgunlaşmaya, bilgeleşmeye, hayat sırrına ermeye ya da sırrın erişilemezliğine ulaşıyor. Metafizik bir tür kişisel gelişim stratejisine dönüşürken, işte tam bu anda bir mucize gerçekleşiyor ve metnin içinde herhangi bir nedenselliğe dayanmayan ani bir sıçramayla kültür, estetik deneyim üzerinden “suskunluk” övgüsüne bağlanıyor: Kültürlü insan susar! "Hayat ancak kültürle anlam kazanır. İnsan hayatın sırrına erer mi, bilmiyorum. Ama öyle bir şey varsa, bilgelik diyelim ancak kültürledir ve suskunluktur bilgelik. Suskunluk, susmak değildir. Çünkü suskunluk haykırmaktan daha fazla şey ifade eder. Kültür insana işte onu öğretir: olgunlaşmayı, bilgeleşmeyi, susmayı!”

İşte yazının en önemli noktası da burası; içinde taşıdığı kocaman boşluk: Yazarın erginlenmeden, suskunluğa nasıl geçtiğini, metnin içinde olmayan, estetik deneyim tarafından yutulmuş eksik parçayı bulmak gerekiyor. Hasan Bülent Kahraman’ın kim olduğunu ancak böyle anlayabiliriz.

 

Protez

Okuyarak, yazarak, düşünerek çocukluktan, ilkellikten kurtulmuş kibar bir azınlığın, halkın ahlaki değerlerini ve gündelik pratiklerini pedagojik bir dille eleştirmesi elbette öncelikle Aydınlanma aklını çağrıştırıyor. Fakat Kahraman derhal dümeni kırıyor ve “kültürel ilerlemeyi” “teolojik aşkınlaşma” ile ilişkilendiriyor. Hatta kültürün en nadide meyvesi olan esrik bir sanat deneyimi betimliyor. Aslında çok da şaşırtıcı değil. Bu çelişkinin tarihsel kökenlerini Terry Eagleton, Tanrı’nın Ölümü ve Kültür kitabına detaylarıyla inceler. Eagleton, 18. yüzyıldan itibaren, Aydınlanma aklından modernist sanata kadar geniş anlamıyla kültürün, kutsalın yerini doldurmak için nasıl biçimlendirildiğini anlatır. Özellikle Alman Aydınlanması’nda temel gaye dinin değil, onun aşkın meşrulaştırma sisteminin ve temelinin çözülmesidir.[5] Yani dinsel otorite yerinden edilecekse, Tanrı’nın yeri bir biçimde doldurulmalıdır. Kuşkusuz akılcılık, ruhban sınıfının itibarını zedeleyebilir fakat renksiz, bedensiz, soğuk bir akıcılık, dinin tutkulu, kitleselleştirici gücüyle rekabet edemez. İşte akıl bu nedenle bir proteze ihtiyaç duyar. Alman idealistleri ve romantiklerinin ürettiği bu protez, çeşitli aşkınlık ve ilahilik formalarıyla beslenen kültür, sanat ve estetik olur. Bu duyusal, bedensel kaynak, Aydınlanma akılsallığını aksi takdirde erişemeyeceği insani deneyim alanlarına doğru genişletir. Akıl onu kitlelerden ayıran uçurumu nihayet kapatabilmiştir. Hegel’in dediği gibi, sabah ayininin yerini gündelik gazete aldığında dinin sonu gelmiş, kültürün yeni rolü başlamıştı. Kuşkusuz kültür de, estetik de birer kategori olarak sadece Avrupa burjuvazisinin siyasi egemenlik mücadelesinde taşıdığı işleve indirgenemez.[6] Fakat bu hat üzerinden rahatlıkla kültür-sanat kurumları, hegemonya ve totalitarizm ilişkisine uzanabiliriz.

Özetle Hasan Bülent Kahraman’ın kısacık metninde, aynı anda hem ciddiyeti, olgunluğu, aklı, hem de çıldırmayı, akıldışını, esrikliği övmesi bir çelişki değil, nedenini şimdi tartışacağımız hesaplı ve zorunlu bir politik hamledir. Gündelik rutinin, sıradan meselelerin, politik olanın ötesinde saf, çıkarsız, yararsız olmak iddiasıyla Kahraman’ın önümüze sürdüğü estetik tanımının işlevi, toplumsal olan ve politik olanı birbirinden ayırmaktır. Kendisi kariyeri boyunca bu ayrımı “Kalın” çizgilerle belirlemek için çalışmıştır.[7] Oysa iddiasının aksine, kültürün yüksek ve yüce değerlerle ilişkilendirilmesi kültürü politikanın dışına konumlandırmaz, bu ilişki bizzat kültürün politik fonksiyonudur. Kültürün ve estetiğin mutena, muhafazakâr, yüceyle ilişkili bu tanımı, politikanın kültürel farklara dayandırılmaya çalışıldığı bir rejimin ihtiyaçlarına cevap verir. Kültürün kutsallaştırılması olarak da tanımlanabilecek bu ihtiyaç kapitalizmin gündelik yaşam koşullarında ve iç savaşın yıkıcılığında daha da önemli hale gelmiştir. İktidar, kültür alanında, giderek yok olan kutsallığın onarılmasını ve derinleşen iman krizinin aşılmasını sağlayacak, eski ile yeniyi bağdaştıracak sembolik ağları örmek telaşındadır.

Siyasal İslam’ın devlet ideolojisi haline geldiği günümüz Türkiye’sinde “iman krizinden” söz etmek saçma mı? Öncelikle toplumsal yaşamdaki tüm kodların din içerisinden tanımlandığı bir dönemde bile, tıpkı “Allah varsa devlet şirktir” diyen hocanın Suudi Arabistan devleti tarafından idam edilmesi gibi, Türkiye’de de Cumhurbaşkanı’na ‘hakaret eden’ imam ânında tutuklanır.[8] Yani kapitalizm söz konusu olduğunda İslam’ın normlarının dokunulmazlığından da, kutsiyet örtüsü altında korunan özerkliğinden de söz edilemez. Burada Walter Benjamin’in kapitalizmin zaten tam anlamıyla bir din; ne mütarekeyi ne de selameti tanıdığı için şimdiye kadar var olmuş en vahşi, en amansız ve akıldışı din olduğu fikrini hatırlatmakta da fayda var. Ne kadar geri çağrılırsa çağrılsın dinî değerlerin temel toplumsal bağlayıcı olması mümkün değildir. İnanç ve pratiklerinin dindışı bir alanda, ekonomi alanında temellendiği gerçeği düşünüldüğünde, eski ile yeniyi teolojik kavramlarla bağdaştırmanın olağanüstü güçlüğü ortadadır. Gaziantep'te Arapça Allah yazısından esinlenerek inşa edilmiş rezidanslar sözünü ettiğimiz kutsiyet yitiminin anıtsal ifadesidir.[9] Bununla birlikte, sermayenin dolaysız şiddeti, kutsallığı yıkan tek güç değil. Bu ülkenin aciliyeti, kutsallığın devlet şiddeti nedeniyle büsbütün yitimidir. Bugün, Diyarbakır Kurşunlu Cami’nin yanmış ve yıkılmış kara duvarları arasında asılı kalan bu yokluktur.

Kahraman’ın metninde sıradan, gündelik politik olaylar olarak üzeri örtülmüş olan yara; sembolik sistemleri derinden sarsan, toplumu parçalayan, çöküşü de değişimi de getirecek olan savaştır. Gömülmemiş bedenler, katliamlar, kayıplar, toplu mezarlar, işkenceler ve travmalar. Tutulmamış bir yas. Konuşulmayan, görülmeyen, duyulmayanlar. İşte metinde ve genel olarak egemen söylemde, irrasyonel bir kopukluğa neden olan eksik parça budur. Hasan Bülent Kahraman’ın işgal ettiği pozisyonun varlık nedeni, bu yarığı “kutsallaştırılmış kültürle” doldurmaya çalışmaktır. Bu anlamıyla kültür elbette sessizlikle eşanlamlıdır. Kültür, çığlıkların yükseldiği gündelik hayattan, aşkın, yüce, kutsal deneyimin sessizliğine taşınır. Politik olan ve toplumsal olan birbirinden kurumsal ve kuramsal olarak ayrıldığında, sanatın her türlüsü kutsal mutenalık içinde sergilenebilir.

Bugün Türkiye’nin koşullarında böyle bir estetik tanımını savunmak, belli bir tür politika tanımını da savunmak anlamına gelir: Özetle toplumsal, kültürel ve politik olanın birbirinden koparılması, tek tek her birinin ve aralarındaki bağların gizemli bir kutsallık perdesiyle örtünmesini getirir. Bu model siyasal hayat diyebileceğimiz bir bütünlüğün yitimi demektir; estetik deneyim kadar politikayı da çıkarsız, hedefsiz, yücelik hissi yaratacak bir tür öznel deneyime dönüştürebilir. Kültürel üretim gibi politikanın da uzmanlara bırakıldığı, insanın iradesini rastlantıya ya da yüce bir otoriteye devrettiği bir dünya sunar. Yücelik, kurtarıcı liderin bedeninde yeryüzüne inerken, siyaset uhrevi bir düzleme yükselir.[10] Politika; kolektif irade oluşumu, eşitlik süreci ve nihayet özgürlük pratiği olmaktan çıkar, şeyleri ve insanları yönetme ve onlara hükmetme pratiği haline gelir.

Hasan Bülent Kahraman’ın, kültürel-sanatsal deneyimi izleyicinin tekil duyumsal etkinliğine indirgemesi de aynı bağlama yerleşir. Ona göre kültür alanının zenginleşmesinin kriteri, insanların kitap okuyor, oyun izliyor, sinemaya gidiyor olmasıdır. Ya da tüm bunları yapmıyor olmaları onların “kültürsüzlüğü” seçmiş olduklarını gösterir. Böylece sınıfsal ayrım ve kültürel sermayenin dağılım mekanizmaları kadar, kültür alanında üretim süreçleri de konu dışı kalmış olur. Tutuklu gazeteciler, gözaltındaki sanatçılar, işten atılma ve hatta ölümle tehdit edilen akademisyenler, sanatta sansür, yoksulluk ve savaş Türkiye’nin “günlük rutinine” dairdir. Kültür, sanat, estetik ise rutinin dışına çıkışı vaaz eder.

“Hayatın metafizik boyutunu kaybeden” sıkıcı insanlardan biri olmak istemiyorsanız, susun diyor Hasan Bülent Kahraman. (Burada sanki amatör olarak spiritüalizmle uğraşan orta-üst sınıfa da göz kırpıyor.) Siz güzelliği, anlamı, maneviyatı, derinliği ve yüceliği kültürde ararken, dünyevi işlerin çarkını döndürecek Kahramanlar zaten bulunur. İşin sıkıcı, soğuk, akılcı tarafını kültür endüstrilerinin bu mütevazı amelelerine bırakın. Göreceksiniz kısa süre sonra, çifte kavrulmuş kutsallık tecrübesi, güncel sanat ve dinin olağanüstü buluşması ‘Uluslararası İstanbul İslam Bienali’ gibi mucizelere yine onlar sayesinde tanık olacağız. Hasan Bülent Kahraman küratörlüğünde düzenlenen Europalia Sanat Festivali ve “Anadolu: Sonsuzluğun Evi”   sergisi bunun teminatıdır.

Kahraman, tutulamamış yasların, hesabı verilmemiş katliamların ülkesinde, toplumsal var oluşun sembolik boyutunun krize girdiğini ele veriyor ve umutsuzca çırpınıyor. Ama büyü bir kez bozuldu. Ekonomik ve toplumsal baskılar karşısında kültür ve sanat alanı gizemini yitiriyor. Alan zorunlu olarak politize oluyor. Yüce estetiğinden bütünüyle farklı bir özerklik tanımı tartışmaya açılıyor. Akademisyenlerin, sanatçıların, yazarların, gazetecilerin koşulsuz barış yakarışının bile susturulmaya çalışıldığı bu ülkede, kültüre susmayı öğretmeye cüret eden hegemonyanın, Türkiye sanat alanında saltanat günleri sayılı gibi gözüküyor.



[5] Terry Eagleton, Tanrı’nın Ölümü ve Kültür, çev. Selin Dingiloğlu (İstanbul: Yordam, 2014) s. 20.

[6] Çünkü bir yandan burjuva toplumunun göbeğinde, bağımsız bir sığınak yanılsaması yaratarak, burjuva öznelliğinin oluşumunu sağlamışlardır. Fakat diğer yandan yine burjuva toplumunun göbeğinde özgürlük imkânı yaratarak, burjuva öznelliğinin aşılması imkânı taşırlar. Terry Eagleton, Estetiğin İdeolojisi, s.22-23. Terry Eagleton’a göre, 18.yy’da teorik olarak kullanılmaya başlandığından beri estetik birbirine karşıt iki işleve işaret eder: Tahakküm aracı ve özgürlük deneyimi. Bir yandan, estetik olan, iktidarın kendisine tabi kıldıklarının bedenlerine işleyen, siyasi hegemonyanın en üst derecede etkili bir tarzını ifade etmektedir. Diğer yandan estetik, özgürleştirici bir güç olarak birey ve toplum, yasa ve arzu, ahlak ve bilgi ilişkilerini dönüştüren politik bir deneyim olarak kabul edilmektedir. Eagleton’un dediği gibi estetik, bedenin incelikli baskıcı bir yasaya teslim oluşunu ifade ettiği gibi, bedene doğru yaratıcı bir dönüşü, duyumsal bir zevki içeren bir deneyimi de tanımlamaktadır.

[7] Bkz. Kalın dergisi.

artokrasi, sanat-iktidar, sanat-politika, iktidar