Ulus Baker, Fotoğraf: Hakan Topal
Kimlik politikaları dönemine girdik. Üstelik Türkiyecek, belki de dünyacak altüst olmuş bir kimlikler savrukluğu halindeyken bunları ayrı ayrı, üst ve alt kimlikler diye tartışmaya davet ediliyoruz. Kimliği, sürekli kaybedip durduğum (ve bu yüzden başım sürekli belada) bir kâğıt olarak tanımaktan öteye kendi hesabımca geçemiyorum, ama insanların bu kimlik derdini de anlamak istiyorum gerçekten. Bu yüzden bazı felsefi-siyasi kavramları devreye sokmam gerekli. Bu yüzden kusuruma bakılmasın, çünkü epeydir kavramlarla düşünmeyi başaramayan bir dünyadayız ve herhalde şu İslami üst-kimlik meselesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanı düzeyinde telaffuz edilmiş olsa bile bu kavram falan değildir.
Kimlik, “identitas” iki şey arasındaki aynılıktır ya da benzerliktir. Aynılık varsa bu iki şey farklı farklı değildirler. Benzerseler ta baştan onların farklı farklı olduklarını varsayıyoruzdur. Yani onlara bir bireylik atfediyoruzdur. Afedersiniz ama mesleğim sosyologluk olduğu için bu tür mantıki bir meseleyle uğraşmam bazılarını rahatsız edebilir. Ama ne yazık ki sosyal bilim ve siyaset bilimi literatürünün neredeyse tümüne yakını bu türden kavramları (kimlik, aidiyet, kadınlık, erkeklik, azınlık, çoğunluk, etnisite, globallik, yerellik vesaire...), ifade ettiklerine çok bol gelen, oldukça yoğun bir tarzda kullanıyor. İnsanlar bu yüzden sanıyorlar ki herkesin derdi bir kimliğe sahip olmak, yaşadığı dünyada kendini bu kimlikle ifade etmek, hatta daha da kötüsü bu kimliği arayıp durmaya mahkûm olarak sürekli bir arayışta yaşayıp ölüp gitmek.
Üstelik bu “kimlik” denen şeyin bir de “bunalımı” var. Yani, bunalıyor. Ya da belki demek istiyorlar ki, onu arayıp bir türlü bulamazsanız yandınız, şizosunuz, depresifsiniz, paranoyaksınız, hatta daha da kötüsü, nevrotiksiniz (nevrozu tarif eden Freud ve takipçilerinin psikozlar konusunda iler tutar hiçbir şey söylemiş olmadıklarını bilerek söylüyorum bunu). Son tahlilde ise size “terörist” ya da “muhtemel cani” bile diyeceklerdir. Bu durumda sizden bir şey çıkmaz. Bu kimlik o kadar yüce bir şeydir ki uğruna uçaklar binalara dalış yapar, içki içenler gettolara kapatılır, çeşitli vatandaşlık hukuklarından bahsedilir, giderek her şey aklıselim birinin artık tasarlayamayacağı bir düğüme karışır.
Ama bilmezler ki bunalım esas buradadır: Bize bir kimlik sorunumuz olduğunu söyleyenlerin yarattığı bir bunalımdır bu. Kimsenin kimlik filan aradığı yoktur, var olduğunca yaşamak, yemek içmek, çalışmak, spor yapmak, müzik dinlemek istiyordur. Buna 17. yüzyıl düşünürleri insanın “doğal hali” derlerdi. Oysa spor yapmak ya da seyretmek için (bu ikisinin aynı şeyler olduğunu söylemek istemiyorum) bir kimliğe sahip olunması, yani Fenerli Gassaraylı Beşiktaşlı vesaire olunmasının gerektiği gibi bir varsayım gündelik hayatımızın üstünde bir hayalet gibi gezmekte; müzik ise öyle “demokratik” bir şey ki, hakkında hiçbir tartışma yapamayacak ölçüde “herkes kendi sevdiğini dinlesin, madem ki demokratikiz, kendi alt-kimliklerini, alt-kültürlerini oluştursunlar, bakalım” demek artık âdetten.
Ciddi bir çıkış yapmak gerekirse, insanların “kimlik” oluşturabilecekleri farklı farklı birliktelik tarzları var. Bunlardan çoğu fiziki yakınlık, dolayısıyla zorunluluk esasları üzerine kurulmuştur: Birincisi ailedir, zorunlu evlenme kurallarına ve neredeyse mekanik (üremeye olanak verdiğince yer yer organik) birlikteliklere dayanır. Özgür falan değilsinizdir. İkincisi komşuluktur, tarih içinde nedendir bilmem geliştiği ve evrimleştiği ölçüde dinlerin ana kaynağı ve meşruiyeti haline gelmiş olan, en azından aile kadar fiziki yakınlığa dayalı bir ilişkidir. Dinler bunu hep sevdiler ve “komşunu sev” sloganını hep dile getirdiler. Ama yine de din savaşları oldu, çünkü herkes komşumuz değildi.
Tek farklı birliktelik tarzı “dostluk” olabilirdi, yani kimlik siyasetlerimizde en az önem verdiğimiz.. Herhangi iki ya da daha fazla kişi arasında oluşabilen ve bireylikleri ayakta tutan, yoketmeyen tek birliktelik tarzı dostluk değil midir? “Dost acı söyler” diyerek dostluğa katlanmaz mıyız? Dostluğun bitişi, üstelik, evliliğin bitişi ya da komşunuzu dövmeniz ya da öldürmeniz kadar trajik de değildir. Kendi yollarınıza ayrılırsınız, olur biter. Dostluk özgürlükte yıkanan tek ilişki tipidir, üstelik onu hayvanlarla, bitkilerle ve cansız varlıklarla bile kurabilirsiniz. Eski Yunanlar “marangoz odun dostudur”, “demirci demir dostudur” demiyorlar mıydı?
Kimlik Gilles Gaston Granger adlı bir Fransız filozofunun dediği gibi çoğu zaman “statik” değil, “jenerik” de olabilir, ki bu esas trajedimizdir: Kimliğimi ifşa ettiğimde artık asla birey olamam. Mesela derim ki “bütün erkekler hıyardır” ve bana zorunlu olarak derler ki, “işte bir feminist”. Derim ki, “kadınlara da güven olmuyor yahu”, derler ki işte sana bir “maço”, bir “hırbo”. Ve derim ki “Kürtler...”, “Avrupa...” vesaire... Bireye erişmeden telaffuz ettiğim her tür genellik... Ama tuhaftır hep kendi yargımla yargılanmaz mıyım? Deleuze ve Guattari’nin Felsefe Nedir? kitabında olduğu gibi, masaya peynir geldiğinde, “ama bu peynir kokuşmuş” derseniz, birilerinin size “kokuşmuş olan sensin, allahın köylüsü, bu rokfor peyniri” demesinin yolu da açılmış olur.
Dolayısıyla kolay kolay birey olamayız. Telaffuz ettiğimiz her yargı, her sözümüz bizi ortamın ve bağlamın ama esas önemlisi cemiyetin ya da toplumun içinde belli bir konuma yerleştirir ki, o konumda tek başımıza olsak bile sonuçta bir gruba üyeyizdir: Burjuva-proletarya, kadın-erkek, yetişkin-çocuk, feminist-maço, liberal-muhafazakâr... vesaire vesaire...
Önemli olan bunların adlandırmalardan ibaret olduğunu unutmamaktır. Kendi düşüncelerimiz, yargılarımız bizi ayırt ediyorlar ama hep başkalarının gözünde. Bunu böyle bırakırsak hep pasif olacağız ve bu “kimlik” yargısından kaçmayı başaramayacağız. Üstelik bunun Tanrısal-uhrevi bir düzeneğe sahip olmasına bile gerek yok. Ama “kimlik yargısı” dediğimiz bu halden kaçmak nasıl mümkün olabilir? Tabii ki onu aklımızla yıkıp parçalayarak...
Ama o zaman her şeyi tek ve aynı bir düzleme yaymak, oradan algılamak, hissetmek ve bu duruma bağlı olarak düşünmek zorunda değil miyiz? Mesela bu tarzda düşünmenin kurucularından Spinoza “doğa asla kavimler, milletler, sınıflar, zümreler yaratmaz, sadece bireyler yaratır” demişti. Her türden “kimlik” onun felsefesince bir “figmens”, bir “sanı”, hatta daha doğru çevirelim, bir “uydurma” idi. Boyle’un Spinoza’ya ilişkin olarak yazdığı “Hıristiyan tarzına bürünen Tanrı on bin Türk’ü öldürdü” formülü enfestir. Ama “Hıristiyan tarzına bürünen Tanrı on bin Türk kılığına bürünen Tanrı’yı öldürdü” diyebilmek şartıyla...
Bu çerçevede değinilmesi gereken bir nokta daha var: Herhangi bir kimlik tanımlandı diye varsayılsa ona muhakkak bir üst-kimlik de atfedilecektir. Bu sosyal bilimlerde Durkheimcı denebilecek düşünme tarzıdır ve buna göre toplum, sui generis (kendinden menkul, kendini meydana getirmiş olan ya da “kendi cinsinde”), bireyliğin bittiği, başka bir deyişle bireyin kendini bitmiş hissettiği noktadan itibaren başlar. İçselleştirilmiş ya da baskıcı herhangi bir “yaptırım” tahayyül etmeye başladığımız andan itibaren biteriz, yani artık üst-kimliğimizin, başka bir deyişle toplumun alanındayız. Biz ontik varlıklarız, toplum ise ontolojiktir, vardır ve hep şu ya da bu ada sahip olan şu ya da bu toplumdur. Buna göre mesela Hıristiyan toplumu, İslam toplumu, Fransız toplumu, Iroquois toplumu, bütün farklılıklarına rağmen hiç değilse “vardırlar” ve Durkheim bu varlık hususunda bize bol bol metodolojik ve teorik teminatlar vermektedir.
Kimlik olunca onun “bunalımı” da, yukarıda değindiğimiz gibi, kaçınılmazdır. Bir aidiyet duygusu olarak kimlik hissedilmediğinde “anomi” (kuralsızlık, nomos –namus??– yitimi) olur ve sonuçta intihara dek sürüklenebilirsiniz. Durkheim bu türden intihar üstüne koskoca bir araştırma yayınlamıştır. Yine de birey ile toplum arasında suni bir denge vardır ki onun sayesinde yaşayabiliyoruz. Hiç değilse sosyal bilimler ve psikoloji keskin ayrımları çerçevesinde bizi paylaşıyor, üstleniyorlar. Biri o üst-kimlikle uğraşırken diğeri bireylerle uğraşıyor.
Neyse, her şeyi kimliğe bağlamakla Emile Durkheim sosyal bilimlerin inşasına mesela bir Weber’den ve yeni-Kantçılardan çok daha büyük bir zarar vermiştir. Evimizi yurdumuzu kaybettiğimizi söyleyip duran bir Heidegger’den bile daha fazla...
Sosyal bilimlerin bir diğer “kurucu babası” olan Gabriel Tarde'ı ("kurucu baba" terimi mazur görülsün, kimlikle filan alakası yok, ama klasik sosyal bilimlerin akademik diline yerleşmiş), zamanında Durkheim’la giriştiği polemiği kaybederek unutuluşa terk edilen bir düşünürü okumuş olmalarına rağmen her şeyi üst-aidiyetlere, kimliğe, yani millete, kavme vs. aktaran ilk dönem Türk “sosyologlarını”, Ziya Gökalp’ı, Nurettin Topçu’yu da bugün hâlâ “millî” olması istenen kimliğimizi arayıp dururken okuyup durmuyor muyuz?
Oysa Tarde Durkheim’la giriştiği polemiklerde bireyliğin çok daha karmaşık, çoğul kimlikli, daha “–lojik” olduğunu ispatlamaya çalışmıştı ve bireycilikle, hatta spiritüalizmle suçlandığında “hayır, ben bireyin toplumdan, küçüğün büyükten her zaman daha karmaşık olduğunu söylüyorum” diyebiliyordu.
Kimlik öyle bir varsayımdır ki ayakta tutulabilmesi için sonsuz sorumluluklar, sonsuz borçlar üretilmesi ve bunların üstelik efektif kılınması gerekir. Mesela dinsel bir kimlik ahireti, daha incesi Tanrı Yargısını varsayar. Ruhun beden öldükten sonra son yargı gününe dek varlığını sürdürmek zorunda olması işte bu yüzdendir. Ruh, dolayısıyla, kimliktir. Ama ahiret nezdinde nüfus fazla gelirse (mesela Protestan kimliğinin bir varsayımı), yani cennet artı ceheneme sığışılamıyorsa artık, ruhlar yollarını kaybedecekler, birçoğu tek bir vücutta, ama bazen de biri birçok vücutta yeniden mevcut olmaya girişecektir. Bunun için Klossowski’nin fantezi romanı Baphomet’i okumak yeter.
Her durumda kimliklerimiz “vatandaşlık numarası” denen kâğıdın dışında Müslüman, Hıristiyan, Türk, Çinli, Avrupalı vesaire tipinden ayrımlayıcı ya da “biz insanız” gibisinden evrenselleştirici ve genelleştirici tipten önyargılardan başka bir şey değiller. “Çoğul kimlikler” kavramı kullanılarak bu kısırlık aşılmaya çalışıldı ama kimliğin ne olduğunu tarif edemezsek çoğulunu asla tarif edemeyeceğimiz açıktır ve hatta apaçıktır.
Tabii ki bazı beşeri halleri kimlik kavramından uzak tutabilmek şartıyla: Yaşantılar ve deneyimler önce gelir buna göre. Mesela eşcinsellik bir kimlik olarak yozlaşmadan önce bir yaşantı, bir hayat deneyimidir. Ama din de, milliyetçilik de, kapitalizm de, hastalık da, çocukluk da, seks de... bunların hepsi de deneyimlerdir, yaşantılardır, kimlikler değil. Bütün bir hayatın durağan, resmi basımevinden çıkmış kâğıtlarla ya da bir televizyon kanalının dilinin ne olduğuyla sınırlandığını sanmak günümüz siyasetinin temeli haline geldiyse hatırlatmak gerekir ki, istediği kadar uhrevi görünsün –ya da öyle sunuluyor olsun–, istediği kadar alt ya da üst olsun ve yine istediği kadar “çoğul” olsun, kimlik denen şey hukuki bir varsayımdan başka bir şey değil ve sosyolojik olarak hukukun analizinden öte hiçbir geçerliliği yok.
İlk yayınlandığı yer: Ulus Baker, Dolaylı Eylem (İstanbul: Birikim Yayınları). Yeniden yayınlandığı derleme: Çağdaş Sanat ve Kültüralizm, ed. Ali Artun (İstanbul: İletişim Yayınları sanathayat dizisi).