Jean Genet Ressamlar Arasında

Şair, romancı ve oyun yazarı Jean Genet (1910-1986), ırk politikası, gay cinselliği, devlet iktidarının ve emperyalizmin sadizmi gibi konuları çığır açıcı bir tarzda ele almasıyla son dönemde akademilerde ilgi görüyor. Fakat sanat eleştirisi alanındaki eserleri, Genet’yi anlamak açısından çok daha önemlidir ve eserlerinin tamamına damgasını vuran ikonografik imgelem düşünüldüğünde, bu alanda yazmış olması hiç de şaşırtıcı değildir.

Genet, nasıl yazar olduğunu anlatırken, Hubert Fichte’ye yazma eyleminin maddî boyutunun kendisini cezbettiğini ve içinde sürekli yazma isteği uyandırdığını söyler – genelde ressamlarda ya da heykeltıraşlarda rastlamaya alışık olduğumuz, dokunma duyusunun ve yüzeylerin büyüsüne kapılma halidir bu. Genet, savaş sırasında hapisteyken Çekoslovakya’daki bir Alman dostuna bir Noel kartı yazmakta olduğunu anlatır. Birden kendini, kartın beyaz ve pütürlü dokusu ve bunun kendisinde uyandırdıkları karşısında büyülenmiş bulur. Karta, Noel tebriği yerine, bunları yazmaya başlar.

Hikâye göründüğü kadar tuhaf değildir. Kelimelerin gönderme gücüne güvenmeye ve bir olay örgüsünde ardışık bir zamansallık bulmaya alışmış okurlar için Genet’nin romanlarını okumak zor olabilir. Genet kronolojiyi bir kenara bırakır ve kendi yaşanmış tarihini dolaysız, kestirilmez ve sinematik hale getirir. Romanın görüş alanına giren her şeyi ön plana çıkarır. Sık sık konudan saparak yazma süreci hakkında konuşur. Okur sürekli, yazarın kelimelerini seçerken yaşadığı sıkıntının ayrıntılı anlatımlarıyla veya yazmanın heykel yapmaya ne kadar benzediğine dair karmaşık metaforlarla karşı karşıya kalır.

Genet’nin ahlakî evreninde gerçeklik ve insan eylemleri kendi içlerinde –bilinçdışı biçimde de olsa– katıksız performanstır. Ona göre, eylemlerin arkasında yatan estetik saikleri anlayamamak, dünyanın işleyişi konusundaki yanılgılarımızın temel kaynağıdır. Ve bu, ahlakî bir zaaftır. Genet için, sanat insanı selamete erdirmeyebilir, ama sanatın önceliği temel meselemiz olmalıdır. O tüm hayatını, en sıradan veya en berbat deneyimleri de dahil, yüksek sanat olarak yorumlamıştır.

Romanları ne kadar dolambaçlı ve şoke edici olsa da, savaş sonrası Paris’inde, sanatçılar dahil olmak üzere çok sayıda hayran kazanır. Üstelik, yine bir hırsızlık olayının ardından kendisini ömür boyu hapse mahkûm etmeye hazırlanan Fransız mahkemelerini de etkilemeyi başarır. Jean Cocteau’nun öncülüğündeki yazarların ve sanatçıların devreye girmesiyle, mahkeme Genet’nin serbest bırakılmasına karar verir.

Fakat Genet’nin savaş sonrası dönemde kazandığı şöhret kalemini zayıflatır. Jean-Paul Sartre’ın Aziz Genet kitabıyla kendisini edebiyat kanonuna dahil ettiği 1952 yılına gelindiğinde, henüz genç sayılabilecek Genet yazarlık kariyerinin çoktan bittiğini düşünmektedir. Bu durumdan kurtulabilmek için, nesri bırakıp, tiyatro ve beyazperde için yazmaya başlar. Ancak Genet’nin yazarlık hayatının son döneminde tekrar nesre dönmesini sağlayan, görsel sanatlar üzerine zaman zaman yazdığı karmaşık metinler olur.

Sanat eleştirisi alanında yayınlanan ilk denemesi, Arjantin doğumlu sürrealist ressam Leonor Fini’nin eserlerini konu alır; Genet’nin 1947 basımı bir şiir derlemesinde sanatçının  gravürleri yer almaktadır. 1950 civarında Fini, Genet’nin iki portresini yapar. Birinde Genet Ortaçağ azizleri gibi göğe bakmaktadır; diğerinde ise, doğrudan ressama yönelttiği sevgi dolu bakışlarıyla baştan çıkarıcı mistik yazar portresi sunulmaktadır.

 

   

 

Genet’nin Fini’nin eserlerinde eleştirdiği eksiklikler –sahnesinin kurulmuş ama oyununun henüz başlamamış olduğunu söylemesi; sanatçıdan resimlerinin sessizliğini kırmasını istemesi ve “görünümler oyununu bırak: görün” diye çağrıda bulunması– aslında en iyi, Genet’nin kendi yazılarıyla ilgili hayal kırıklıkları olarak okunabilir. Fini’ye yazdığı mektuplarda, sanata karşı mutlak bir yalnızlık ve “kutsiyet” tavrını benimsemesini önerir; sanatı, gelip geçici temsilleri aşan  imgeleri yaratmanın, kültürel bir yakınlığın gerekliliklerini reddetmenin yeri olarak görür.

1957’de Genet başka bir dostuna, Alberto Giacometti’ye modellik yapar ve sanatçının atölyesinde uzun saatler geçirir; savaş sonrası dönemde Paris’te pek çok yazara esin kaynağı olan Giacometti’nin eserlerinden feyzalmaya çalışır. Gördükleri hakkında yazdıklarında, çoğu zaman kelimelerin ötesine geçen sezgilere ulaşır; Giacometti’nin Atölyesi (1957; Metis 2011) adlı denemesi, düzyazı şiiri, aforizmayı, rüya halini ve anekdotları iç içe geçirerek sanata müdahil bir konumdan bakma tavrını ortaya koyan, baştan çıkarıcı bir modern sanat vesikasıdır.

 

   

 

Giacometti üzerine çalışmalarının yanı sıra, Genet ilham bulmak için Batı sanatı tarihine de yönelir. Biyografi yazarı Edmund White’a göre, 1952 ve 1953’te Londra ve Amsterdam’a giderek Rembrandt sergilerini gezer. Hollandalı ressam üzerine yazdığı kayıp kitaptan geriye, “Rembrandt’ın Sırrı” ile “Gayet Düzgün Küçük Kareler Halinde Yırtılıp Kenefe Atılmış Bir Rembrandt’tan Arta Kalanlar” başlıklı iki deneme kalır.

Genet, sanat eleştirisi alanındaki bu deneylerinde, Rembrandt’ın da tıpkı Giacometti gibi portrelerinde çürüyen, kırılgan bedene odaklandığını gözlemler – bunu, bireyin onulmaz yalıtılmışlığının tuvale temas ettiği ve olanca dehşetiyle izleyiciye göründüğü “yara” veya “kabuk” olarak adlandırır. O yara, herkeste iz bırakmıştır: tamamen biricik, ve tamamen evrenseldir. Rembrandt’ın portreleri, konularını hem evrenselleştirir, hem de tikelleştirir.

Genet, Rembrandt’ın eserlerini böyle bir bakış açısıyla yarattığından kuşku duymadığı için, başkalarının portrelerini yaparken de aslında kendi portresini yaptığını öne sürer. Sanatçıyı iflah olmaz bir narsist olarak gören bu yaklaşım, Genet’ye nesir türündeki son eserini, nihayetinde yüzlerce edebî imge etrafında kurgulanmış bir otoportre, bezemeyi ve kolajı model alan bir otobiyografi olan Sevdalı Tutsak’ı (1986; Ayrıntı, 2005) yazma gücü verir.

Bu son eserinin konusu için seçtiği malzemenin, ilk bakışta, hayran olduğu sanatçıların ilgi alanlarıyla uzaktan yakından alakası yokmuş gibi görünür. Bu eserin malzemesini, Soğuk Savaş’ın kaybeden halklarıyla birlikte yaşayarak biriktirir Genet. Cezayir Savaşı, Fransa’daki Arap göçmenlerin ve işçilerin sefaleti, Kara Panterler, Angela Davis ve George Jackson gibi radikal düşünürler, Filistin Kurtuluş Örgütü, 1982’deki Şatila katliamı (ki Genet bu olayın sonrasında yaşananlara tanıklık eden ilk Batılı’dır), Batı Şeria ve Gazze kamplarındaki hayat… onun konuları bunlardır. Estetiğe bunlardan daha uzak ilgi alanları olabilir mi?

Gelgelelim, Genet ne Üçüncü Dünya’ya turist gözüyle bakan bir gezgin ne de insan acılarının pornografik anlatıcısıdır. Gerçekleri anlatmanın kurtarıcı gücüne inanan ilerici ve idealist bir gazeteci de değildir. Yazılarında her ne kadar, kendi deyimiyle “iktidarın şiddetli merkezleri” (Amerika, Paris, Londra, İsrail, BM) dediği şeye karşı kenarda kalanların davalarını desteklese de, bu döneme ait yazılarında, görsel sanatlarla ilgili çalışmalarının, konularını işleme tarzı üzerindeki etkileri görülür. Rembrandt’ın kompozisyonlarında gördüklerini hatırlatırcasına, Kara Panterler’in ve Filistinli gerillaların kullandıkları argonun, kılık kıyafetlerinin ve özel eşyalarının –olağanüstü “cakaları”nın– aynı ölçüde görülür olan yok olma süreçlerinin karşılığı olduğunu tespit eder. Sevdalı Tutsak’ta anlattığı konular ve yerler, kitabın dolaysız jeo-politik anlatısıyla bağlantılı olsa da, Genet, anlattıklarını kendi gözünde anlamlı ve dokunaklı kılan zamandan bağımsızlığı kelimelerle ifşa eder ve resmeder.

Sevdalı Tutsak, edebî bir otoportre ve henüz tamamen yok olmamış (ama Genet’nin Rembrandt’tan öğrendiği gibi, daima yok olma sürecinde olan) bedene düzülmüş bir methiyedir. Anılar, Genet’nin karşılaştığı tüm görünümleri, daha geniş bir hikâyenin parçası olarak soyutlamadan, tek tek serimler. Yaşlanmakta olan Genet’nin, eylemin çoğunlukla acemice yapılmış bir sanat eseri olduğu ve azizlere yaraşır bir davranıştan en sadistçe kötülüğe dek her eylemin kökeninde sırf kendisi uğruna icra edilen performansın yattığı inancını ortaya koyar. Yazılarında kaydedilmiş bu acemiliklerin güzelliği, onun 20. yüzyıla mirasıdır.

 

Tim Keane’in “The Line Into Which I Shall Merge: Jean Genet Among Painters” başlıklı metninden kısaltılarak çevrilmiştir. Yazının tamamı: http://hyperallergic.com/62945/the-line-into-which-i-shall-merge-jean-genet-among-the-painters/

 

 

Jean Genet