Tahsin Yücel, 2006 senesinde yayımladığı Gökdelen kitabında, Cumhuriyetin 150. yılında İstanbul’un baştan yaratılma hikâyesini ironik bir şekilde ele alır. 2073 yılı İstanbul’unda, tarihi yapıların çoğu yıkılmış, yargı dışında her şey özelleştirilmiş, buğday sadece seralarda yetiştirilirken seralar da yabancılar tarafından yönetilmekte, karasular Amerikan şirketlerinin eline düşmüştür. Bu distopik kurguda, doğal özelliklerin kaybolduğu, denizde yüzmenin hayal olduğu bir kentte, zenginler tek kişilik uçak olarak adlandırılan mekikle, yüzlerce katlı gökdelenlerde yaşamaktadır ve ekonomik ayrımlar katlanarak artmıştır. Bu süreçte kentsel büyümeyle beraber geçmişin izleri ivedilikle silinir. Artık İstanbul, Temel Diker adlı Karadenizli bir mimarın marifetiyle bir “gökdelenler şehrine” dönüştürülür, hatta mimarın annesi Nokta Hanım’ın çehresi Sarayburnu’ndaki Özgürlük Heykeli’ne nakşedilir ve tarihi yarımadanın üzerini örter.
Temel Diker, 2073’te dilediği her şeyi gerçekleştirir. İstanbul’u baştan yaratıp, Manhattan’ın siluetine damgasını vuran gökdelenleri aynen buraya taşır. Artık herkes yeryüzündeki pislikten, mikroptan, virüsten kaynaklanan hastalıklardan uzakta, gökdelenlerin steril ortamında yaşayacaktır. Yani insanlara yaşam hakkı’nı da Temel Diker sağlayacaktır.
Temel Diker, Sarayburnu’na yapmak istediği, New York’taki özgürlük anıtının üç katı büyüklüğünde ve annesi Nokta Hanım’ın suretini taşıyan anıt için, Topkapı Sarayı’nın bahçesinin “azıcık kırpılması, denizin azıcık doldurulması, yolun bir bölümünün de tünele dönüştürülmesi” gerektiğini ilan eder. Fakat Koruma Kurulu bu plana karşı çıktığı için işlerinin aksamasına canı sıkılır; nitekim kısa bir süre sonra, sonunda yargı da özelleştirilir ve Kurul da ortadan kalkar. Böylece Temel Diker’in en büyük arzusunu hayata geçirmesi önünde hiçbir engel kalmaz.
“Ben yeni bir kent kuruyorum,” der Temel Diker; “hepsi aynı biçimde, aynı yükseklikte gökdelenlerden oluşan bir kent… Gökdelenlerin tek farkı numaraları olacak, bir de renkleri. … her yer tıpkısının aynı, her yer eşit … Böylesi Amerika’da bile yok… İstanbul, New York’u geçecek, böylece çağının kenti olacak.”
2073 yılının kurgusal İstanbul’undan günümüzün gerçek İstanbul’una dönecek olursak, Temel Diker karakterinin, kendine “Oflu Trump” adını takan müteahhit Ali Ağaloğu’nda vücut bulduğunu görürüz. Ağaoğlu da, tıpkı Temel Diker gibi, İstanbul’u “baştan yaratmaya” ahdetmiştir ve bu yolda karşısına çıkan engeller olarak gördüğü sivil toplum kuruluşlarını, “yetkisi olsa kapatacağını” ilan etmiştir.[1]
Ali Ağaoğlu da İstanbulluları her türlü “mikroptan”, “farklılıktan” ve “tehlikeden” uzak, birörnek steril ortamlarda yaşatmak ister. O bir “yaşam mimarı”dır, insanlara en ince ayrıntılarına kadar “tasarlanmış hayatlar” sunar – bizzat kendisinin tasarladığı hayatlar: “Ben Ali Ağaoğlu, burası İstanbul Ayazma, burada 3100 konutluk yeni bir yaşam merkezi kuruyorum. %87’si yeşil alan olacak, içinde golf sahası bile olacak. Hep hayal ederdim onuncu kattaki evin bahçesi olur mu, yaptım olacak! Çünkü bu ülkede herkes havuzlu, güzel kaliteli bir evde oturmayı hak ediyor. Burada havuzlar olacak. Burada bir meydan var, mağazalar var. Her şey var. Burada bir yaşam var.”
Ağaoğlu’nun tasarladığı yaşam modeli de ABD’den devşirmedir; nitekim, bir röportajında anlattığı kadarıyla, ABD’nin Ankara Büyükelçisi Ross Wilson’a Ataşehir’de yaptığı My World projesini gezdirdiğinde, Wilson bu projenin ABD’de bile olmadığını belirtmiş ve kendisine ünlü emlak kralı Donald Trump’tan daha iyi olduğunu söylemiştir.[2]
Ali Ağaoğlu Tahsin Yücel’in romanını okumuş mudur, bilinmez, ama İstanbulluların günün birinde tarihi yarımadaya damgasını vuran bir “Asiye Ağaoğlu Özgürlük Anıtı”yla karşılaşmaları pekâlâ mümkün olabilir. Hayatın tüm alanlarının özelleştirildiği günümüzde, yargının özelleştirilmesi de distopik bir kurgu olmayabilir…