Dünyada insan haklarını, demokrasiyi ihlal eden vahşi bir yarışa, yönetim biçimlerine, ideolojilere, iki yüzlü siyasete isyanlar giderek artıyor. Türkiye’de de bir Gezi direnişi oldu. İnsanlar sokaklara taştı. Gezi bitmedi, bu bir süreç ve bu süreçte çoğu sanatçı, ortak bir duyarlılıkla Gezi imgesini pazarlamaktan kaçındı ve dayanışma göstermekle yetindi. Elbette, Gezi’nin fiziksel ve ruhsal olarak dönüştürücü bir boyutu var ve bu da zamanla sanatçılarda kendini farklı şekillerde, üretimlerinde gösterecektir.
Gezi’den sonra, İstanbul Devlet Resim Heykel Müzesi’nin bugünkü tartışılan durumunu tabii ki bir son olarak görmüyorum. Bu dönemeçte, müzenin geleceğini ikili parametrelerle, karşıtlıklarla da kısıtlamak istemiyorum. Ama kurumun hâlâ kamusal bir perspektiften uzak olduğunu görüyorum.
Bunun en önemli nedenlerinden biri, şu anda müzenin politikasını kendilerine bizzat soramadığımız, müzede söz sahibi, yönetici kişilerin yani doğrudan muhataplarımızın davet edilmelerine rağmen aramızda olmamaları. Bu eksiklik, eleştiriyi, demokratik duruşu ve şeffaflık talebini öteleyen bir iktidar dilinin varlığını hissettiriyor. Keşke gelselerdi. Her tartışma zemini bir karalama olarak algılandıkça eleştirellik ve mesleki etik tavır da oluşamıyor doğal olarak.
Şu sırada laf olsun diye yapılan eleştiriler yerine, ciddi bir şekilde müzenin analiz edilmesine ve tartışılmasına ihtiyaç var. Müzenin, yetenek ve kültür eşitsizliğinin altını çizen, servetlerin, tarihî mirasların sergilendiği bir mizansen yerine, çok yönlü, hiyerarşisini, erkini sorgulayan, ücretli-ücretsiz ayrıcalığı yaratmayan bir kamusal mekân olması gerektiğine inanıyorum.
Müze eleştirisinde, avangardın müzeye karşı yıkıcı tavrının da belki yenilenmesi gerekiyor. Çünkü, katmanlı bir gerçekliği sorgularken, yıkıcı tavırların kendisi de bir gösterinin parçası olabilir ve bizzat bu gösteri de müzelik olma riski taşıyabilir. Bunun yerine özeleştiriye dönük alanlar açılması iyi olabilir. Yani, bir ezberi sorgularken, bir başka ezbere maruz kalması yıkıcı tavrın önünü tıkayabiliyor. Avangardın, sanat-kültür-sermaye-emek-devlet yörüngesinde dayatılmış sisteme karşı eleştirisini, sanatsal özgürlüğü ve özerkliği savunmasını önemsiyorum ama bunun da kendini tekrarladığı sürece enerjisinin açık devrede takılı kaldığını düşünüyorum. Sonunda karşıtlıklar giderek birbirlerine benziyorlar ve çatıştıkça ortak iktidar diliyle besleniyorlar.
Müzeye girmekten, bir müzeyi gezmekten korkmuyorum, öyle bir fobim yok, ama eleştiri hakkımın da evcilleştirilmemesi, hatta eleştirimin etkili olması gerektiğine inanıyorum. Bu da müzenin dinamiklerinin özgüvenle kamusallaşabildiği, dönüşebildiği anlamına gelir. Böylece müze o mizansen kaygısının ötesinde, belki de tartışma ortamlarıyla, forumlarıyla yatay bir oluşumu sağlayabilir. Bu yöntemle müze halk için özel olur, özelliğini korur. Müzenin maddi manevi miraslarla ilgili kültürel rolünü dönüştürmedikçe, dokunulmaz bir kutsal alanı yeniden üretmekle yetineceğiz.
Daha önce değindiğim gibi, müzeyle ilgili kamusal ve eleştirel bir ortam konunun muhataplarıyla karşılıklı görüşerek ve tartışarak gelişebilir. Tabii ki, şu anki tartışmalarımızın hiçbir hükmü yoktur diyemeyiz. Mutlaka kayda geçecek ve aktarılacaktır. Ama Gezi’den sonra bir yenilenmeden, tazelenmeden, bir tarihin açılmasından ve paylaşılmasından söz ediyorsak neden hâlâ artık küflenmiş dolaylı bir tavrın kalıntılarıyla, zihniyetiyle fikir paylaşımından uzak hareket ediyoruz? Neden var olan hükümet politikalarının diline hapsoluyoruz? Gezi’yi bu tartışmada temel almadan geçemiyorum, yok sayamıyorum. Gezi sonrası diye bir duruma inanıyorum, çünkü hayatımızın her alanını etkileyen, tetikleyen; en çok da toplumsal ortak vicdanı gerekli ve politik kılan tarihsel bir kırılmadır. Gezi, küresel ölçekte ama en çok da insani ölçektedir. Gezi’de sokağı yaşadık. Peki müze nerede, sokakta değil mi?
Hatırlamayı ve belleği “sıfırlayamayız”. Sanatta eleştirellik için temel bir anlatıya, gelenek ve gelecek arasındaki gerilime tanıklığımız gayet önemli. Ancak, bu tanıklığımızı şeffaflık içinde ve açıkça tartışabilmeliyiz; onunla yüzleşebilmeliyiz; sanat-hayat ilişkisinde hayatın kavramlaştığı noktada kavramlarımıza sahip çıkabilmeliyiz. Bu müze ancak böyle kamusallaşabilir ve halkın olabilir. Yoksa, sanatçı olarak, bu deneyimler haritasında ben zaten maddi ve manevi bir transit yolcuyum.
[Ayşe H. Köksal’ın “Çağdaş sanatçılar IRHM'nin durumunu neden sahiplenmiyorlar ya da bu süreçle bağ kuramıyorlar?” sorusuna cevaben:]
Müze’nin akademik otoriter yapısı ya da zaman zaman hükümet politikalarıyla işbirliği sanatçılarda mesafe yaratıyor. Süreçte, sanatçıların bazı taleplerine karşın müzenin muhataplarıyla diyalog kurmayınca bu durum yıldırıcı oluyor doğal olarak ve müzenin kendisi de sanatçılar tarafından muhatap kabul edilmemeye başlıyor, bağ kurulamıyor. "Uğraşmaya değmez" deniyor. Bence, eleştiride ısrarla anımsatıcı olmak, yüzleşmeye davet etmek, hem müze hem sanatçı için sürdürülmeli.
26 Nisan 2014 tarihinde Görsel Sanatlar Derneği Platformu'nun düzenlediği "Müzemi İstiyorum" panelinde yapılan konuşma.