İmparatorlukla Cumhuriyet Arasındaki Eşikte Siyaset ve Mimarlık: Eskiyi Muhafaza / Yeniyi İnşa

 

 

 

9 Nisan 2019’da kaybettiğimiz Nur Altınyıldız Artun’u özlemle anıyoruz. 

Artun'un aşağıdaki metni, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce/Muhafazakârlık (İletişim Yayınları) başlıklı derlemede yayınlanmıştır.

 

Muhafazakârlık bağlamında gelecek, sürdürülmeye değer bir geçmişe aidiyet üzerinden kurulur. Bu siyasal duruşun Türkçedeki ifadesi olan muhafaza sözcüğü Arapça hıfz’dan türer –tıpkı hafıza gibi– saklamak, korumak, bellekte tutmak anlamlarında. Aslolan, geçmişin mirasının korunması, toplumsal hafızanın diri tutulmasıdır. Burada vurgulanan kavram sürekliliktir. Kökler, kökenler, atalar, örf ve âdetler, gelenekler, inançlar, anılar ve anıtlar yüceltilen geçmişin esirgenen göstergeleridir. Muhafazakârlık, geçmişe ait değerlerin kaybolmaları tehdidi karşısında duyulan tepkiye dayanır.[1]Çelişkili gibi gözükse de, sürekliliğin kesintiye uğratıldığı değişim zamanları, muhafazakârlığın da öne çıktığı ortamları oluşturur; tıpkı Türkiye’de ananeci muhafazakârlığın erken Cumhuriyet döneminde gelişmesi ve inkılapçı Kemalizme eşlik etmesi gibi.[2] Ancak sürekliliği koruma kararlılığı değişime mutlak bir karşı çıkışı da gerektirmez. Muhafazakârlık eskiyi kollayıp gözetirken, onu olduğu gibi bırakmak yerine, eskinin cevherinden yararlanarak yeniyi inşa eder. Bu durumda, kutsanan yakın geçmişe ait kalıntıların, kendi varlıklarından türetilen yeni değerlere anlam katacak güç ve öneme, kalıcı niteliklere sahip olmaları beklenir.[3] Muhafazakârlık kendisinden önceki geçmişin göstergelerini yeniden işlevselleştirirken seçici davranır. 

Geçmişte kalıp da, hayatta ya da hafızada varlığını sürdüren izler arasında eski şehirler, tam da muhafazakârlığın korumayı öngördüğü sürekliliği görünür kılan, etkileyici imgeleri barındırırlar. Tarihî abideler ve binalar kaybolup giden geçmişin mutlak, kalıcı ve değişmez kalıntıları olarak algılanırlar. Siyaset nezdinde onlar yalnızca kalıntı olmakla da kalmaz, toprağı sahipliğin kanıtı, meşruiyetin dayanağı olurlar.[4] Ancak siyasal varlığın “taş kesilmiş ve yıkılmaz birer ispatı” da olsalar, geçmişten miras kalan binaları yücelik halesiyle donatan, asıl şimdiki zamanın nazarıdır.[5] Muhafazakârlığın itibar ettiği iyi geçmişin diriltilen mirası geleneğe bağlılığın işareti olarak kullanılırken, inkılapçılığın kopmayı istediği kötü geçmişin hükümsüz varlığı terk edilir. İmparatorluktan Cumhuriyet’e geçişi izleyen yıllarda iki ayrı siyasal duruşun İstanbul’un efsanesine başka başka gözlerle bakmaları, Osmanlı geçmişiyle kurdukları farklı ilişkilerle bağlantılıdır.

 

Siyasetin Mekânları ve Zamanları

Siyaset ile şehir arasında düz bir ilişki kurmak, yeni şehirlerin inşasında ya da eski şehirlerin muhafazasında farklı siyasetlerin önceliklerini görmek mümkün: geçmişten kopuş ya da geçmişle süreklilik. Mekânda okunan bu ilişki aslında zamana dair. Şehirler farklı zamanları mekâna kaydeden yerler olarak düşünülünce,[6] yeni zamanlara katılmak ya da eski zamanları sürdürmek arayışlarıyla yapılan siyasetlerin simgesel alanları olurlar. İkinci İmparatorluk döneminde Fransa’da Haussmann’ın Paris’i kısmen yıkıp yeniden düzenlemesi, Hitler’le mimarı Speer’in Berlin’i ezici ölçekte anıtlarla baştan inşa etme tasarısı ya da İkinci Dünya Savaşı’nda yıkılan Varşova’nın tarihsel merkezinin ayağa kaldırılıp eski haline döndürülmesi, siyasetin şehirlere kayıt düşmesinin, onların görünen zamanlarına müdahalesinin ya da en azından müdahale niyetinin göstergeleri olarak algılanır. Sömürgecilerin egemenlik kurduğu yerlerdeki şehirlerin düzenini kökten değiştirme çabası, siyasetin hem aracı hem de sonunda mührü olur.[7] Batı dışındaki toplumların kendi geleneksel çevrelerini yok etmeleri ise modern dünyaya geçişin “kurban ayinine” dönüşür.[8] Ancak siyasetin şehirle ilişkisi, sahiplendiği zamanlara ait varlıkları muhafaza edip yadsıdıklarını yıkmaktan öte karmaşıklıklar içerir. 

Ulus-devleti tasarlarken yakın geçmişinden uzaklaşan inkılapçı Cumhuriyet, zamanını baştan kurar; “yeni başlangıç yapma düşüncesi ile kendini milatlaştırır”.[9] Ancak miladını Osmanlı mirasıyla yüklü İstanbul’un üzerine kaydetmez de, neredeyse boş bir alanda, Ankara’da simgeleştirir. Eskiyi yıkmadan yeniyi inşa eder. Oysa kendisinden önceki geçmişlerin şehirlerini, abidelerini yok ederek hafızayı yeniden kurgulayan başka devrimlerin tarihi, yıkım beklentisi yaratır.[10]Bozdoğan, bu dönemde yadsınan geçmişe ait kültür varlıklarının devrimci, popülist hatta şiddeti içeren bir yaklaşımla tahrip edilmesinin muhtemel göründüğünü ama bunun gerçekleşmediğini belirtir.[11] Gerçekten de yeni simgeler yaratma isteği ve çabası Cumhuriyet yönetimi için öncelikli olmasına karşın, Osmanlı mimarlık mirası yok edilmez. Çünkü devrim ve değişim zamanlarında bile yıkımların geride bıraktığı boşluklar kaybedilenlerin geri getirilmesi için arzu uyandırır, yok edileni efsaneleştirir. Muhafaza talepleri hep yıkım ve yağma dönemlerinin ardından oluşan tepkilerle gelişir. Fransa’da örgütlü koruma çabaları Fransız İhtilali ertesinde, devrilen aristokrasinin simgeleri sayılan abidelerin tahribinin ardından başlar. İtalya’da ise, Fransız işgali altındaki Roma’nın tarihî binalarının talan edilmesinden sonraya rastlar.[12] Korumanın Osmanlı İmparatorluğu’nda gündeme gelmesi de topraklarında bulunan eserlerin Avrupalılar tarafından yağma edilmesine karşı koyma biçiminde gelişir. “Taş kesilmiş ve yıkılmaz” eserlerin kalıcılık niteliği yok edilmeye direnç gösterir.

Geleneksel şehirler bir yandan geçmişin imgesi olmanın ağırlığını taşırken, bir yandan da değişimin ve yeniliğin mekânı olmanın gerilimini yansıtır. Cumhuriyet yönetimi İstanbul’dan ayrı olarak Ankara’yı, yani imparatorluktan ayrı Cumhuriyet’i, gelenekten ayrı yeniliği yaratırken İstanbul’u bu gerilimden azat etmiş gibi görünür. Oysa uzakta tutulan İstanbul yine de tarihselliği ve simgeselliği etkileyici olduğu ölçüde güncelliği sorunlu bir şehir olarak kalır. Terk edilmiş olsa bile, farklı siyasetlerin baş etmek, hatta üstesinden gelmek zorunda kaldığı temsil alanlarından birisi olur. Geleceği Osmanlı geçmişinden kopararak kurma ülküsüyle yola çıkan inkılapçı Cumhuriyet’in 1920’lerde, geleneği yeniden yüceltme iddiasıyla iktidara gelen muhafazakâr Demokrat Parti’nin ise 1950’lerde Cumhuriyet’in kimliğini inşa ve yeni baştan inşa süreçlerinde imparatorluk mirasıyla yüklü İstanbul, ilkinde unutturulmak istenen, ikincisinde ise yeniden hatırlatılan geçmişi temsil eder. Her iki durumda da siyaset toplumsal hafızaya müdahale ederken, 1920’lerde gözden düşen İstanbul, 1950’lerde yeniden göze girer. Bu noktaya kadar siyasetin geçmişle ilişkisi, şehirle olan ilişkisine denk düşer. Ancak sonra, bu düz ilişki karmaşıklaşır. Şehre müdahale biçimleri kurgulara uymaz: Tam da eski şehri unutturmak isterken yıkıp yok etmekten kaçınan yöneticiler, yeniden hatırlatmaya kalkınca tahrip ederler. 

 

Yenişehir, Ankara. Tarih bilinmiyor.

 

Harabe Manzaraları 

Cumhuriyet’in ilk iktidarları İstanbul’da yıkım yapmayarak ardından yası tutulacak bir boşluk bırakmaktan kaçınır. Yeniyi eskinin yerine ya da üzerine inşa etmek yerine, uzakta kurar. Modern başkent Ankara yabancı mimarların tasarladığı yönetim yapılarıyla yeni ideolojinin simgelerinden birisi olur. Kıt kaynaklar Ankara’nın imarına, demiryolları yapımına ve Anadolu kentlerine Cumhuriyet kimliğini verecek hükümet yapılarına yönelir. Osmanlı geçmişini, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın deyimiyle, “ayrıldığımız âlem” olarak niteleyen Cumhuriyet, katıldığı “yeni medeniyetin”[13] kimliğine bürünürken, asrî kılık-kıyafet kadar modern şehir ve mimarlık da çağdaşlığın görüntüsünü oluşturur. İnkılapçı Cumhuriyet’in yenilikçilik ve akılcılık arayışlarıyla örtüşen modern mimarlığın tarihsel simgelerden arınmış yalın biçimleri ve işlevselliği öne çıkaran çözümleri, 1920’lerin sonundan başlayarak rağbet görür. O günlerde hem meslek dergileri hem de gündelik yayınlar, mimarlıkta da değişimin ve modernleşmenin gereğini anlatır. 1933’te Mimar mecmuasında çıkan ve modern ya da o zamanki deyimle ‘kübik’ mimarlığı konu alan iki makalenin başlıkları “Mimarlıkta İnkılap” ve “Türk İnkılap Mimarisi”dir.[14] 1931’de yayınlanan Yeni Mimari isimli kitabında Celal Esat Arseven, mimarlığın maziden ayrılmasını, “köhne ananeleri”, “köhne fikir ve âdetleri” bir yana bırakarak “mantık ve hakikat yolunu” bulmasını savunur: “Bu günkü mimariye şimdiki zamanın bir çehresi gibi bakılabilir, onda eski çehreyi aramak abestir”.[15] Aynı yıl Cumhuriyet, “cebinde parası olanları en çok işgal eden bir arzu”dan, “asri ev yapmak iştiyakı”ndan bahsederken, “eski tarz mimari” yerine “kübik yeni tarz”ın hâkim olduğunu ilan eder.[16]

Cumhuriyet’in mekânları Anadolu’da inşa edilirken, terk edilen ‘öteki’ şehir, eski imparatorluk başşehri İstanbul, yalnız mecazi anlamda değil, gerçekten de görmezden gelinir. Atatürk, tüm ülkeyi gezmesine, hatta 1924’te vapurla geçmesine karşın, 1919’da ayrıldığı İstanbul’u 1927’ye kadar ziyaret etmez.[17] Eski İstanbul, zaten imparatorluğun son yıllarından başlayarak, savaşların, işgalin ve özellikle tarihi yarımadayı mahalle mahalle yok eden yangınların neden olduğu bir harabe görünümündedir. Nüfusu neredeyse yarı yarıya azalarak 600.000’lere düşer, topraklarının üçte biri terk edilmiş yangın yerlerinden oluşur.[18] Kırım ve Balkan savaşları sonrasında İstanbul’a göç edenlerin inşa ettiği, sonraki yılların gecekondularına benzer “teneke mahalleler” sefalet görüntüsünü pekiştirir.[19] Yunus Nadi bir başyazısında “İstanbul’a bakarak yıkılan bir tarih, [Ankara’ya bakarak] yapılan bir tarih önündeyiz” yorumunu yapar.[20] Gerçi İstanbul kasıtlı bir yıkımın hedefi olmaz ama kendi haline bırakılır. Zamanla, var olan harabelere, viranelere, mezbeleliklere, sefalet manzaralarına yenileri eklenir. 

Şehrin çöküntü zamanları mimarlık ve şehir tarihlerinde göz ardı edilir. Ancak örneğin Cumhuriyet’in haber ve yorumları o yılların İstanbul’unun perişan halini çarpıcı bir dille ve ayrıntıyla yansıtır. Bir yandan belediye reislerinin, başvekillerin şehri imar etme niyetleri biteviye yinelenirken, öte yandan başyazılarında sık sık İstanbul’un durumuna değinen Yunus Nadi ve sonraları Nadir Nadi’den başka, Ahmet Hamdi Tanpınar, Falih Rıfkı Atay, Mustafa Şekip Tunç, Sıddık Sami Onar, Cahit Tanyol gibi yazarlar yorumlarında şehrin harabiyetinden yakınırlar. İstanbul’a değinmelerin böyle sürüp gitmesi, şehrin sürekli ertelenen imarının bir türlü gerçekleşmediğini, muhafaza edilenin ise mirasın kendisi değil, onu çevreleyen harabeler olduğunu gösterir.

Cumhuriyet’te 1920’lerden 1950’lere kadar çıkan İstanbul’la ilgili çok sayıdaki yazıdan derlenen birkaçı bile, ‘yangın yeri’ ve ‘harabe’ deyimlerinin rastgele kullanılmış abartılı nitelemeler olmadığını, tam tersi, bu yıllar boyunca şehrin halini anlatmak için başka başka yazarlar tarafından tekrarlandığını gösterir. Gazetenin yayımlanmaya henüz başladığı 1924’te Şehremini Ali Haydar Bey yangın yerlerini imar etme projesini öne sürer ama 1935’te hâlâ şehir planı tartışılır. Bu sırada ortaya atılan, abidelerin etrafının açılması önerisine Halil Ethem Bey karşı çıkar: “Hepsi de harap bir haldedir [...] Bu vaziyette hangi abideyi planda meydana çıkaracağız”.[21] Aynı yıl Yunus Nadi yıkılan, bozulan, yüzüstü bırakılan şehri konu eder: “İstanbul kocaman bir yangın yeri sanki.”[22] Nihayet 1936’da imar planını hazırlama görevi Fransız uzman Prost’a verilir. Ancak, ilk aşaması 1938’de biten planın tamamlanması 1950’leri bulur. Nadir Nadi 1938’deki bir başyazısında, on beş yılda koskoca vatanın imar edilmesine karşılık, kendi haline bırakılan İstanbul için “ümitsizliğe yaklaşan teessür”ünü dile getirir.[23]

İstanbul’un fethinin 500. yıldönümü yaklaşırken, şehrin hali siyasetin gündemine gelir: 1946’da İstanbul’daki yangın yerlerinin imarı nihayet TBMM’de görüşülür.[24] Ancak artık tarihî yarımadanın hem itibarı hem de nüfusu azalmıştır. İstanbul sur dışına ve Mecidiyeköy sırtlarına doğru yayılırken, Meclis görüşmelerinde belirtildiğine göre, şehrin merkezinde yangınlardan arda kalan ve hâlâ imar edilmemiş bir milyon metrekare alan boş durmaktadır. Buralardaki yıkıntılar, molozlar temizlenip arsa üretilse, şehrin yayılması önlenecek, harap manzaralar yok olacaktır. Ancak 1950’ye gelindiğinde durum hâlâ değişmemiştir: “Şehrin merkezinde geniş yangın yerleri harabeler halinde dururken”, İstanbul kırlara doğru büyümektedir.[25] Yazılarda artık ileriye yönelik beklenti değil, olan bitene hayıflanma izlenir: Ahmet Hamdi Tanpınar “her şehir değişir, İstanbul çözüldü” der; Cemil Topuzlu “İstanbul perişan”, Falih Rıfkı Atay “zavallı İstanbul” gibi nitelemeler kullanır.[26]

Yalnız gündelik yayınlar değil, devletin kendi tanıtım kitapları bile durumun vahametini anlatır: “Depremlerin, yangınların büyük tahribatı da bilgisizliğe inzimam ettiği [katıldığı] için, İstanbul yarı mamur, yarı harap bir belde olmuştur. Atalar yadigarı muhteşem tarihi abidelerin etrafını çirkinlik, cehalet, fakrü sefalet örneği salaşlar sarmış, teneke mahalleler türemiştir. Bu soysuzlaşmadan saraylar bile kurtulamamıştır.”[27] Yıllar boyunca, İstanbul’un çöküntüsünün başta gelen nedenlerinden birisi olarak plansızlık gösterilir, ancak Prost’un hazırladığı “bölge ve teferruat planları” tamamlandıktan hemen sonra kaybolur. Bulunduğunda, onlar da ait oldukları şehir gibi “hurda vaziyette [...] liyme liyme”dir.[28] Nadir Nadi’nin 1953’teki bir başyazısı, eski İstanbul’un otuz yıl boyunca muhafaza ettiği hali ayrıntılı tasvir eder: “Tarihten ve ecdattan kalan abideler bir vakitler buranın satvetli devirler yaşadığını isbat eder ama sokaklarda koyun keçi sürüleri gezer, büyük mabetlerimiz viranelerle, yangın yerlerile çevrilidir, yabani otlar biter [...] ortalıkta alabildiğine uzanan boşluk manzarası vardır, sıkışık kısımlarda sokakların darlığı ve pisliği umud kırıcıdır [...] taksiler, at arabaları, yüklü eşekler, sonra gene ot bürümüş yangın yerleri [...] alan çok geniş ama şehir yok [...] İstanbul, Bizans harabeleri üzerine kurulmuş bir kasabalar ve köyler topluluğu [...] İstanbul’un göbeği ve en güzel yerleri çöl gibi bomboş dururken, bir yandan surlar dışına, öte yanda Mecidiye sırtlarına doğru yayılmak bu şehre kıymaktır.”[29]

 

 

Fatih’te bugün hastane olarak kullanılan, Mimar Sinan’a atfedilen Sultan Selim Medresesi’ne sığınan evsizlerin barakaları, 1950’ler.

 

Otuz yıl süresince Cumhuriyet’teki yazılarda tarihî yarımadanın halini anlatan sıfatlar, harap, süfli, izbe, iptidai, biçare, sefil, perişan, metruk diye sıralanıp gider. Sıddık Sami Onar’a göre, Türk milleti şehir, sanat ve imar “şuurunu, hatta hafızasını kaybetmiş, kendi sanat kıymetlerini kendisi inkar ve ihmal etmiş ve bunların enkazı üzerinde lakaydane yaşamağa başlamıştır.”[30]

İnkılapçılar modernliğin mekânını Ankara’da kurarken, geleneği harabe olarak korurlar. Bu haliyle, eski İstanbul’daki yakın geçmişin izleri Osmanlı’nın saltanatını, azametini, ihtişamını değil, sonraki çöküş, hezimet, kayıp, karanlık, ‘hastalık’ zamanlarını hatırlatır. “Ayrılınan” tarih, önceki şanlı tarihin üzerini örter, arzu değil vazgeçme duygusu uyandırır. Kayıtsızlık, ilgisizlik ve ihmal, hiç de bitaraf olmayan, kendi güçlü simgeselliğini yaratır. 

 

İhtişam Hatıraları 

Muhafazakâr Demokrat Parti iktidarının ilk zamanlarından başlayarak İstanbul hep gündemde kalır: Önceleri “sabık iktidarın anlaşılmaz İstanbul düşmanlığı”ndan, “Ankara’nın İstanbul husumeti”den yakınma biçiminde, sonraları da İstanbul’un geleneğini sahiplenme anlamında.[31] Atatürk’ün yıllarca İstanbul’u ziyaret etmekten bile kaçınmasına karşılık, Menderes devlet işlerini neredeyse İstanbul’dan yürütür. O kadar ki, bakanları vilayetteki özel dairesinde kabul eder, bakanlar kurulunu zaman zaman İstanbul’da toplar, beşinci Menderes hükümetini Park Otel’de hazırlar, hatta 1959’da, Ankara’da partisinin il kongresi sürerken bile İstanbul’da kalır.[32] Böylece, gelenekçi iktidarın olağanüstü ilgisi sayesinde, İstanbul için “üzüntülü ve elemli bir devre“ kapanmış olur.[33] Menderes’in dile getirdiği gibi, artık onu “yeniden fethetme” zamanıdır.[34]

1956 sonbaharında Menderes İstanbul’da bir basın toplantısı düzenleyerek imar hareketinin nihayet başladığını ilan eder: “emelimiz [...] İstanbul’un büyük abidelerini, şimdiye kadar harabeler arasına gizlenmiş, gidilemez yerlerdeki kıymetlerini ihya etmek, onları tarihlerindeki kıymet ve heybetlerine ulaştırmak, onları vitrine koyar gibi ortaya çıkarmaktır.”[35] Ancak abidelerin akıbeti konusunda endişeleri giderdikten sonra, faaliyetin asıl konusunu, boğulan İstanbul’a nefes aldıracak olan yolları ve meydanları, ayrıntılarıyla anlatır. İnkılapçıların kendi haline bıraktığı eski İstanbul, muhafazakârlar tarafından ele geçirilerek yeni bir İstanbul yaratılacaktır. Yani, eski şehir ancak yenilendikçe gelenekçilere ait olacaktır.

 

Eminönü-Unkapanı Caddesi’nin inşasına başlamak üzere meydanın ve meydana açılan sokakların temizlenmesi.

 

Gerçekten de İstanbul’un tarihî merkezi muhafaza değil, neredeyse baştan inşa edilir; imar hareketi bir istimlak ve yol açma faaliyetine dönüşür. Kısa sürede, gelenekçilerin imar anlayışının Haussmann’ın modern şehirciliğine özentiden ibaret olduğu ortaya çıkar. Nitekim, Menderes’in danışmanı, şehircilik mütehassısı Högg, İstanbul “yepyeni, modern, muazzam bir şehir olmak üzere” diye ilan eder ve onu Haussmann’ın yeniden inşa ettiği Paris’e benzetir.[36] Zaten istimlaklara ve imara yapılacak yatırımın da, Haussmann’ın uygulamasındaki gibi, yaratılacak rantla karşılanacağı hesaplanır.[37]Muhafazakârlar, tarihî şehri “fethederken”, oradaki mirası ihya etmek yerine, eski İstanbul’un içinden 50-60 metre genişliğinde düz caddeler geçirir, onların etrafında arsalar üretir ve buralarda yeni inşaatı ve vurgunculuğu teşvik eder.

Öne sürülen ‘tarihi muhafaza etme’ bahanesinin gerisinde, şehri ‘modernleştirme’ gayretini fark edip dile getirmekten kaçınmayanlar da olur. Şehirci Tuğrul Akçura imar işlerini “en başta yol açma hareketi” diye niteler ve “ondokuzuncu asrın demode caddelerini” taklit etmenin sakıncalarını anlatır; Cahit Tanyol imar faaliyetinin “sadece yıkmak ve cadde açmak” manasına alınmasını eleştirir.[38] Bizzat Menderes de, “İstanbul’un çehresini toptan değiştirmek için büyük gayretler sarfetmekteyiz”[39] diye itiraf eder ama, bir yandan da, açılan bulvarların, geniş caddelerin sonunda, meydanların ortasında Osmanlı eserleri ‘sergilenir’. Şehir yenilenirken, mazisiyle bağının yeniden kurulduğu gösterişle fark ettirilir. Kısa sürede yapılan göstermelik onarımlarla en azından dışları bakımlı hale getirilen bütün büyük camilerin çevreleri temizlenip açılır. Beyazıt-Edirnekapı yolunun istikameti değiştirilerek Fatih’ten Mihrimah Sultan Camisi’nin görünmesi sağlanır; Eyüp’teki abidelerin görüntüsünü kapayacağı için Haliç’te tasarlanan üçüncü köprünün yapımından vazgeçilir.[40] Yeni açılan Vatan Caddesi’nin iki yanına inşa edilecek binaların aralarındaki boşluklardan camilerin ve tarihî eserlerin “birer tablo gibi” seyredilmesi amaçlanır.[41] Toplumun nazarına, “müstesna mevki verilmiş” Osmanlı anıtlarının ihtişamlı manzaraları sunulur.[42] Aslında kurgulanmış perspektifler, denetim altına alınmış manzaralar, sınırları belirlenmiş tablolar da Osmanlı şehrine yabancı, Haussmann’ın Paris’ine özgüdür.

1960’ta Demokrat Parti iktidarının devrilmesinin ardından imar çalışmaları da durdurulur. “Yıldırım yıkma hamlesinin” ardından “kısa zamanda bombalanmış bir şehir manzarasını alan” İstanbul’da hesapsız istimlaklardan geriye, açılan yollarla meydanlardan artan boş alanlar, mezbelelikler, “tanzim bile edilememiş, yerine göre çöplük, at arabası parkı, kamyon tahmil tahliye yeri” olarak kullanılan harabeler kalır.[43] Yani muhafazakâr iktidar, harabeleri ortadan kaldırmak isterken başka harabeler üretir. Diğer bir ironi ise, inkılâpçıların kaçındığı yıkımlara tam da gelenekçilerin cesaret etmesi olur. Geniş ve düz caddelerin açılmasına engel olduğu düşünülen kırk altı caminin yanı sıra, çok sayıda hamam, mescit, çeşme, sebil ve mezarlık da yerle bir edilir ya da nakledilir.[44] Bunların arasında Fatih dönemine ait olanlarla Mimar Sinan tarafından yapılanlar da vardır.[45] “Tezyinatsız ve küçük ölçekteki yapıları eski eser saymayan ve asfalt yol kenarına layık görmeyen zihniyet”[46] bunların kimisini de boş yere feda eder çünkü bir plana dayanmayan, yerinde alınan günlük kararlarla yönlendirilen işlerde kimi zaman hatalar yapılır. Sinan’ın 1951’de onarılan Kazasker Camisi, Millet Caddesi üzerinde kalacağı tahmin edilerek yıktırılır. Oysa sonradan görülür ki yolun kenarına düşmektedir. Arsası şahıslara satılıp üzerine apartmanlar yapılır. Aynı güzergâhtaki 1479 tarihli Çakırağa Camisi ile 16. yüzyılda inşa edilmiş Selçuk Hatun Camisi de benzer akıbete uğrarlar. Yıkıldıktan sonra ilkinin yerine çayhane, ikincisinin yerine halkın yardımlarıyla yeni bir cami yapılır.[47]

Otuz yılın İstanbul’daki ihmalini ortadan kaldırmaya girişen Demokrat Parti iktidarı, harabeler içinde kalmış Osmanlı mirasını yüceltmek ister. Ancak Osmanlı abidelerini içine yerleştirdiği ‘yeni’ İstanbul artık Osmanlı’nın İstanbul’u olmaktan çıkar, Haussmann’a özenen başka tasavvurların İstanbul’u olur. Yeni yaratılan bulvarlar, meydanlar, perspektifler, gerçi harabeleri yerinden sökerek yerine bir tür seyirlik ihtişamı geri getirir, ama artık bu muhafaza edilmek istenen Osmanlı başşehrinin kendine özgü, ‘mütevazi’ ihtişamı değildir. Büyük abidelerin yeni çerçevelenmiş tablolar halinde sunulması uğruna, “küçük” bazı abidelerle birlikte, şehrin geleneksel dokusu ve kurgusu feda edilir.

 

Siyaset Görüntüleri

İnkılapçı iktidarlar geçmişten ayrılma, muhafazakâr iktidarlar ise geçmişe yeniden bağlanma siyasetlerini önce İstanbul’u terk ederek, sonra ona geri dönerek ifade ederler. Ancak şehir üzerinden yapılan siyaset her iki durumda da İstanbul’daki Osmanlı mirasının kendisiyle değil, görüntüsüyle ilgilenir. Geleneğin abideleri, binaları, sokakları, ne 1920’lerde toplu olarak yıkılır, ne de 1950’lerde ciddi olarak onarılır. İktidarlar şehirdeki Osmanlı mirasının kendisine değil, çevresine dokunur, geçmişten kalanın kendisiyle değil, temsiliyle uğraşır. 1920’lerden başlayarak yangın yerleri ve harabelerle çevrili, hatta örtülü olarak bırakılan miras, gerçek anlamda gözden düşer; 1950’lerde geniş caddelerin ufkunda, meydanların ortasında sergilenen aynı miras yeniden göze girer. İktidarlar, geçmişin şehirdeki görüntüsünü istedikleri biçimde sunarak, onun toplum hafızasındaki yerini yeniden yeniden belirler.

Siyaset, yakın geçmişe değer biçer, itibarını önce zedeleyip, sonra iade eder. Şehir, iktidarların geçmişle kurdukları ilişkinin değişken sahnesine, miras ise seyirlik manzaraya dönüşür. Ancak geçmişin izlerini başka başka biçimlerde sunan gösterilerin gerisine, mirasın kendisine, bakınca, iktidarların göstermek istediğinin tam tersi fark edilir. İnkılâpçı modernlerin terk edip kendi haline bıraktığı şehirdeki Osmanlı binaları, zamanla harap da olsa, bir bakıma muhafaza edilir. Ananeci muhafazakârların sahiplenmiş görünüp imar ettiği şehirdeki Osmanlı binaları ve sokakları ise, göstermelik olarak onarılan büyük abidelerin dışında, muhafaza değil, tahrip edilir.          

 



[1] Scruton, 1984: 11; Nisbet, 1986: 5.

[2] Tanıl Bora, Türk Sağının Üç Hâli, Milliyetçilik, Muhafazakârlık, İslâmcılık, Birikim Yayınları, İstanbul, 1998, s. 54; C. Nazım İrem, “Kemalist Modernizm ve Türk Gelenekçi-Muhafazakârlığının Kökenleri”, Toplum ve Bilim, sayı: 74 (Güz 1997) s. 52-53; Ahmet Çiğdem, “Muhafazakârlık Üzerine”, Toplum ve Bilim, sayı: 74 (Güz 1997) s. 44, 46.

[3] Scruton, 1984: 42

[4] Örneğin, “Türk eserleri bu topraklardaki varlığımızın taş kesilmiş ve yıkılmaz birer ispatı olmaktan başka ilmi ve bedii değerlerinden daha fazla olarak siyasal ehemmiyete de maliktir.” Kültür Bakanlığı, Antikiteler ve Müzeler Dayresi, Anıtları Koruma Komisyonu, Anıtları Koruma Komisyonunun 1933-1935 Yıllarındaki Çalışmaları, Devlet Basımevi, İstanbul, 1935, s.17.

[5] Andreas Huyssen, “Escape from Amnesia, The Museum as Mass Medium”, Twilight Memories, Marking Time in a Culture of Amnesia, Routledge, New York & Londra, 1995, s. 31. 

[6] Henri Lefebvre'den aktaranlar Eleonore Kofman & Elizabeth Lebas (der. & çev.), Henri Lefebvre, Writings on Cities, Blackwell, Oxford, 1996, s. 16.

[7] Örneğin Cezayir için, Zeynep Çelik, Urban Forms and Colonial Confrontations: Algiers Under French Rule, University of California Press, Berkeley, California, 1997.

[8] Doğan Kuban, “Conservation of the Historical Environment as Cultural Survival”, Conservation as Cultural Survival, Proceedings of Seminar Two, Istanbul 1978 (The Aga Khan Award for Architecture, 1980) s. 5.

[9] Bora, 1998: 56.

[10] Yeni toplumsal düzenlere eşlik eden yeni mekân ve zaman kurguları için David Harvey, Justice, Nature and the Geography of Difference, Blackwell, Cambridge, Ma., 1996, s. 230-231 ve Matt K. Matsuda, The Memory of the Modern, Oxford University Press, New York, 1996, s. 18-39. 

[11] Sibel Bozdoğan, “Architecture, Modernism and Nation-Building in Kemalist Turkey”, New Perspectives on Turkey, sayı: 10 (1994), s. 42.

[12] Ceschi, 1970: 39, 64.

[13] Tanpınar, 1969: iv.

[14] Mimar Behçet ve Bedrettin, “Mimarlıkta İnkılap”, Mimar, sayı: 7, (1933) s. 245-7 ve “Türk İnkılap Mimarisi”, Mimar, sayı: 8 (1933) s. 265-6.

[15] Celal Esat, 1931: 16-17, 58-59.

[16] Cumhuriyet (3 Aralık 1931), s. 1.

[17]  Ökte, 2000: 268-269, 436.

[18] Alişanzade Sedat Hakkı, “İstanbul ve Şehircilik”, Mimar, sayı: 1 (1931), s. 1.

[19]  Tekeli, 1994: 94.

[20] Cumhuriyet (19 Şubat 1927), s. 1.

[21] Cumhuriyet (9 Mayıs 1924), s. 3; (6 Şubat 1935) s. 5.

[22] Cumhuriyet (7 Nisan 1935), s. 1.

[23] Cumhuriyet (7 Kasım 1938), s. 1.

[24] Cumhuriyet (16 Ocak 1946), s. 2.

[25] Abidin Daver, Cumhuriyet (13 Şubat 1950), s. 1.

[26] Cumhuriyet (19 Haziran 1946), s. 2; (24 Ağustos 1948) s. 1; (12 Ekim 1948) s. 2.

 

[27] Cumhuriyet Devrinde İstanbul, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1949, s. 12.

[28] Fahrettin Kerim Gökay, Cumhuriyet (8 Nisan 1952), s. 1.

[29] Nadir Nadi, Cumhuriyet (15 Mart 1953), s. 1.

[30] Cumhuriyet (17 Mart 1957), s. 2.

[31] Samet Ağaoğlu, Cumhuriyet (28 Ağustos 1950), s. 1; Abidin Daver, Cumhuriyet (29 Mayıs 1951), s. 1.

[32] Cumhuriyet (16 Temmuz 1957), s. 1, (23 Temmuz 1957), s. 1; (15 Ağustos 1957), s. 1; (25 Kasım 1957), s. 1; (25 Mayıs 1959), s. 1.

[33] Emin Onat, Cumhuriyet (12 Mart 1953), s. 1.

[34] Cumhuriyet (27 Şubat 1957), s. 1.

[35] Cumhuriyet (24 Eylül 1956), s. 1.

[36] Cumhuriyet (15 Ocak 1957), s. 1. Tanzimat sonrasında “meşhur” Haussmann'a İstanbul'un imar planı yaptırılmış, “sadaret değişmesiyle yarı yolda kalmış” ve tıpkı Prost'unki gibi kaybolmuş, II. Abdülhamit zamanında Fransız Nafıa Nezareti'nden bulunup tekrar İstanbul'a gönderilmiş ama tatbik edilemeden yeniden kaybolmuştur, Sıddık Sami Onar, Cumhuriyet (23 Nisan 1957), s. 2.

[37] Menderes, TBMM'den İstanbul için tahsisat isterken harcamaları şöyle savunur: “İstanbul'un imarı envestismanların en velududur […] istimlaklardan arta kalan sahaların paraya çevrilmesiyle finansman işi hallediliyor, kendi kendini ödeyen bir harekettir […] harcanan milyonlar, milyarlar getirecek.” Cumhuriyet (27 Şubat 1958), s.1.

[38] Cumhuriyet (28 Haziran 1958), s. 4; (16 Ocak 1959), s. 2.

[39] Cumhuriyet (16 Mart 1957), s. 1.

[40] Cumhuriyet (25 Nisan 1957), s. 3; (29 Ocak 1957), s. 1.

[41] Cumhuriyet (13 Eylül 1958), s. 1.

[42] Cumhuriyet (9 Nisan 1957), s. 2.

[43] Zeki Sayar, “İstanbul'un İmarında Şehirci Mimarın Rolü”, Arkitekt, sayı: 3-4 (1956), s. 97; Zeki Sayar, “İmar ve Eski Eserler”, Arkitekt, sayı: 2 (1957), s. 49; Cumhuriyet (31 Mart 1961), s. 2; ((5 Ekim 1964), s. 1.

[44] Sayar, “İmar” s. 50; Behçet Ünsal, “İstanbul'un İmarı ve Eski Eser Kaybı”, Türk Sanat Tarihi Araştırma ve İncelemeleri II, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1969, s. 49-52.

[45] Zeki Sayar, “İstanbul'un İmarı Hakkında Düşünceler”, Arkitekt, sayı: 1 (1957), s. 11; Ünsal, s. 13.

[46] Ünsal, s. 40.

[47] Ünsal, s. 13-18.