“Retoriğin sıradışı gelişimi Eskiler ile Modernler arasındaki özgül farklardan birini meydana getirir: Modern zamanlarda bu sanat yaygın olarak küçümsenir,” diyor Nietzsche.[1]
İlerlemeci tarih anlayışının en pis tarafı şu: Ondan kurtulduğunuzu sandığınız zaman bile düşüncenize sızmış, sizi inceden inceye zehirliyor olabilir. Mesela insanın önce temel ihtiyaçlarını karşılamak için ticaret yaptığını, sonra da lüks tüketim maddelerinin ticaretine giriştiğini düşünmek gayet makul gelir bize. Sonra koca bir antropolog çıkar karşımıza ve der ki “Kaliforniya’daki yerli kabileleri, her zaman tükettikleri ürünleri elde etmekten ziyade mineraller, katılaşmış lavlar, kuştüyleri, ortası delik denizkabukları, vb. lüks maddeler için ticaret yapıyorlardı.”[2]
Aynı ilerlemeci tarih anlayışının dil konusundaki tezahürü de pek sinsidir ve bu anlayışın farkına varmış, karşısına dikilmiş –biri filozof, diğeri dilbilimci– iki düşünür tam ters gibi görünen yollardan aynı noktaya varır. Önce bu anlayış dilde kendini ne şekilde gösteriyor, bir bakalım: Nasıl ki “önce ihtiyaç, sonra lüks” şeklindeki kronoloji hemen aklımıza yatıyorsa, bize son derece olağan geliyorsa, dil üstüne düşünenler, yazıp çizenler için “önce temel anlam, sonra mecaz” kronolojisi de bir o kadar makul, bir o kadar olağan gelir. Mesela Nietzsche “Temel anlamlar en eski anlamlar, süssüzanlamlar olarak görünür” diye zikrediyor bu tasavvuru.[3] Retorikse doğal olmayan, süslü olandır: “Söylemin yapmacıklarına sürekli başvurduğunu düşündüğümüz yazara, kitaba, üsluba ‘belagatli’ deriz ki bu da her zaman yerici bir nüans taşır. Onun doğal olmadığını ve zorlama izlenimi verdiğini düşünürüz.”[4] Bir bakıma temel anlam doğaldır ve ihtiyaca cevap verir, mecaz ise yapmacık ve lükstür. İnsanoğlu –güya– önce iletişim ihtiyacını karşılamak için temel anlamı icat etmiş, sonra da lükse merak sarmış, haz için mecazı iştahla köpürtmüştür. Türkçedeki “temel anlam” adlandırması veya Fransızcadaki le sens propre da bu anlayışın kusursuz bir tezahürüdür: Bu anlamlar esastır, özdür, hastır (propre/proper), mecaz anlamlar ise talidir, temel anlamın sırtında yaşayan asalak gibidir. Aynı şekilde “düzanlam” diye karşılanan dénotation da birincildir, sözcüklerin (pejoratiflik, örtmecelilik gibi) duygu değerlerini ifade eden connotation ise ancak yan-anlam olabilir.
Dil üstüne düşünce geleneğini analiz eden epistemologlar, dil felsefecileri der ki Batı geleneği dile hep iki çizgiden bakmıştır: a) mantık-dilbilgisi çizgisi, b) retorik-yorumbilgisi çizgisi.[5] Bu iki çizgi aslında yukarıda sözünü ettiğimiz bölünmenin yansımasıdır: Mantık-dilbilgisi çizgisinin konusu öteden beri öncelikle temel anlamdır, retorik-yorumbilgisi geleneğinin konusuysa mecaz. Bugün dilbilim dediğimiz disiplin de büyük ölçüde mantık-dilbilgisi çizgisinin bir devamıdır – uzun süre mecazı konulaştırmaya direnmiş, önce temel anlam denen ihtiyacın hakkını verip şu mecaz denen lüksün üstüne eğilmeyi ertelemiş, sözü mecaza getirmeye gönülsüzlenmiş; o yüzden bağlam gibi, metin türü gibi, söylem türü gibi en temel kavramları teorileştirmekte de epey bir gecikmiştir. Üstelik Saussure ve Nietzsche gibi iki büyük düşünür daha 19. yüzyılda dilbilime, filolojiye getirdikleri eleştirilerle bu gecikmenin önüne geçmek istedikleri halde.
Saussure’ün eleştirisinden başlayalım. İsviçrelinin kendisi de mantık-dilbilgisi geleneği içinde yetişmiş, hatta onun gelmiş geçmiş en büyük bir-iki temsilcisinden biri olmuştur. Ama Saussure dilde genellik üstüne düşünmekten hiç vazgeçmemiş ve bu konuda değme filozofa taş çıkartacak bir düşünseme gerçekleştirmiştir. Bu süreç üç ayak üstünde durur: Mantık-dilbilgisi geleneğinin 19. yüzyılda büründüğü kılık olan karşılaştırmalı dilbilgisinin a) dil tasavvurunun (metafiziğinin) eleştirisi, b) epistemolojisinin eleştirisi ve bu eleştirilere dayanarak, c) müstakbel bir dil biliminin programının oluşturulması.[6]
Saussure’ün dil metafiziğine getirdiği eleştirilerden biri de temel anlam ile mecaz arasındaki ayrımın suni ve sahte olduğudur. 1890’larda tuttuğu, ama yayınlanması için 21. yüzyılın başını beklediğimiz notlarda mecazın esasen temel anlam gibi iş gördüğünü öne sürer, ikisinin işleyişi arasında bir fark olmadığı için söz konusu ayrımı lağvetmeyi, ayrımın unsurlarını gösterge kavramı içinde eritmeyi önerir. Bu konuda gayet açıktır: “Sözcüklerin temel anlamı ile mecaz anlamı arasında fark yoktur (ya da: sözcüklerin temel anlamdan ziyade mecaz anlamları yoktur), çünkü anlamları büyük ölçüde eksilidir [negatif].”[7]
Saussure mantıksal bir kronoloji varsayıldığının pekâlâ farkındadır ve bu varsayıma doğrudan savaş ilan eder:
dışsal olguyu geçici biçimde sözcüğün temeli olarak benimsediğimiz içindir ki, 1º aynı nesne için sürekli terim değiştirmek, sözgelimi ışığı “aydınlık”, “parlaklık”, “nur” vb. diye adlandırmak gerekir, 2º aynı nesnenin adı pek çok başka şeyi anlatmak için kullanılır: örneğin tarihin ışığı, bilginler topluluğunun aydınlığı. Bu son örneklerde, yeni bir anlamın (mecaz denilen) işin içine girdiğine inanırız: Bu inanç, sözcüğün belli bir nesneye uygulanan mutlak bir anlama sahip olduğu biçimindeki geleneksel varsayımdan yola çıkar; bizim savaştığımız da işte bu kabuldür. (…) başından itibaren eksilidir düşünce; bu da “temel” anlamı genel anlamın birçok beliriminden biri durumuna getirir; bu genel anlamın kendisi de aynı anda var olan diğer unsurların mevcudiyetinden doğan bir sınırlamadan başka bir şey değildir.[8]
Bu ayrımın reddi aynı zamanda göstergenin nedensizliğinin ve eksililiğinin kabulüdür:
(Özerklik [sözcüğü üstüne].) 1º artılı anlamda (ki yanıltıcıdır: asla tüketemeyiz), 2º doğrudan anlamda, 3º mecaz anlamları türetmek üzere bir halkın özerklik’inin neden oluştuğunu tanımlamanın çok önemli olduğu sanılır. Gerçekte, anlam alanı bağımsızlık, özgürlük, bireysellik vb ile, diyelim ki bağımsızlık gibi bu sözcüklerden tek biri var olmasaydı, özerklik’in anlamının o yönde genişleyecek biçimde girdiği karşıtlık ilişkisince bütünüyle ve tek başına belirlenmeseydi, özerklik sözcüğü olmazdı.
İşte benzer sözcüklerle girilen karşıtlığın oluşturduğu bu tümüyle eksili olgu, aynı zamanda “mecazlı” kullanımların doğruluğunu sağlayan tek olgudur; aslında biz bu tür kullanımların mecaz olduğunu kabul etmiyoruz, çünkü bir sözcüğün artılı anlamı olabileceğini de kabul etmiyoruz. Başka bir sözcüğün alanına girmeyen her tür kullanım bu sözcüğün yalnızca ayrılmaz bir parçası değil, aynı zamanda kurucu öğesidir ve bu sözcük aslında sahiplenilmemiş bulunan anlamların toplamından başka bir anlam taşımaz.[9]
Saussure’ün bu hamlesi, temel anlam/mecaz ayrımını lağvetmesi, kendi teorisi açısından tam olarak şu adımlara karşılık gelir:
a) meseleyi ardışık, kronolojik sayılan anlam türlerinden ziyade anlamın (gösterge) her türü için geçerli olan işleyişe odaklar: temel, düz, öz, has anlam ve onun yanı başında duran bir yan-anlam yoktur – bir gösteren, bir de gösterilen vardır;
b) böylece dilin “özü”ne (dil metafiziği) bakışı eşzamanlılık düzlemine çeker;
c) göstergenin doğasının nedensiz, keyfi ve dolayısıyla eksili olduğunu koyutlar (Saussure gibi tersinden de söyleyebiliriz: temel anlam/mecaz ayrımı göstergenin artılı olduğunu, dış dünyada bir temeli, yani nedenli olduğunu kabul etmek olur);
d) ve böylece –örtük olarak, potansiyel olarak– söylem türünü ve bağlamı anlamın bir bileşeni haline getirecek, dilbilim teorisine yerleştirebilecek bir konum alır.
Daha genel, bir bakıma antropolojik düzlemde ise, ilerlemeci tarih anlayışını ve ihtiyaç/lüks = temel anlam/mecaz artzamanlılığını reddetmiş olur. Eşzamanlılığın zaman zarfı “zaten hep”tir: Temel anlam ile mecaz (ihtiyaç ile lüks), zaten hep, birlikte var olmuştur.
Saussure-Nietzsche karşılaştırmamız açısından bir önemli nokta da şu: Söz konusu ayrımı her ne kadar nötr bir kavram olan gösterge içinde eritse de, bu hamle aslında mecazı temel-anlamlaştırmaya, en azından dilbilim-içine, mantık-dilbilgisi çizgisine çekmeye yarar ki birazdan göreceğimiz gibi temel anlamı mecazlaştıran Nietzsche’nin hamlesinin görüntü (ama sadece görüntü) itibariyle tam tersidir. Nietzsche temel anlamın aslında işleyişi ve kökeni bakımından mecazdan farklı olmadığını –retorik uzmanlarından birinin sözünü sahiplenerek– şu şekilde söyler:
Nasıl ki hiyeroglifik yazı alfabetik yazıdan önce gelmişse konuşma dilinde de metafor, nesnelerin değil de ilişkilerin adını koyduğu sürece, en ilkel kelimedir; zamanla temel anlatım haline gelinceye kadar rengini kaybetmez. İşte bu yüzden her dil (…) sönmüş metaforlar sözlüğüdür.[10]
Kendi sözleri de bir o kadar açıktır: “Bütün kelimeler kendi içlerinde ve ta en başından itibaren, anlamları bakımından, birer mecazdır.”[11] Retoriğin dışında dilin bir doğallığı, retorik olmayan bir doğası yoktur; dil doğrudan doğruya retorik sanatların bir ürünüdür.[12] Bir başka deyişle, dilin özniteliği retoriktir.
Nietzsche’nin 20. yüzyılın ikinci yarısındaki filozoflar için önemli sonuçları olacak bu görüşlerini anlamak üzere Türkçe bir örneğe bakalım. Başak kelimesinin bugünkü Türkçede temel anlamı “buğdayın sapı üstünde duran taneli kısım”dır. Ama etimoloji bilmeye bile gerek yok, top-topak / baş-başak analojisi yeter göstermeye: -Ak soneki Türkçede isim küçültmeye yarar ve bugünkü temel anlamının aksine başak geçmişte bir mecazdı: “Küçük baş”, bu mecaz, bu eğretileme, yerleştikçe temel-anlamlaşmıştı.
Saussure ve Nietzsche’nin vardığı nokta, temel anlam/mecaz ayrımının lağvı, epistemolojik bakımdan aynı, fakat metafizik bakımdan farklı sonuçlar doğurur. Epistemolojik bakımdan sonucu, retorik ve stilistiğin dilbilim-içine çekilmesi talebidir. Nitekim Nietzsche gayet açıktır: "Herhangi bir bilimde hakikaten genel değeri olan bir şey karşımıza ya ancak tesadüfen çıkar oldu ya da hiç çıkmaz. Misal: Stilistiksiz ve retoriksiz dil incelemesi."[13] Saussure’ün de Charles Bally’nin stilistik kürsüsü için yazdığı not gayet açık: “[B]ize stilistik adı altında dilbilim sunuluyor yine. Evet, beyler, yine dilbilim. Yalnız, bunu söylemeyi göze alacağım, dilbilim uçsuz bucaksızdır.”[14] Bu talep de, pratikte, bağlam ve metin / söylem türü gibi kavramların dilbilim-içine çekilmesi demektir.
Saussure’den farklı olarak Nietzsche’nin düşüncesi bir pedagojiye de açılır.[15] Alman filozofa göre tarihselciliğin damgasını vurduğu dil öğretimi ölülerle (tarihsel sesbilgisi ve morfoloji) uğraşırken dirileri unutur, dilin yaşayan kısmını, dili iyi kullanmayı (retorik ve stilistik) öğretmeyi ihmal eder:
Tamamen pratik bir öğretim sunmak ve öğrenciyi sıkı bir dil kültürü içinde titiz bir şekilde kendi kendini yetiştirmeye alıştırmak yerine, öğretmenler her yerde ana diline akademik bir tarihsel yaklaşım benimsiyor. Almancayı, şimdisine ve geleceğine yönelik hiçbir yükümlülük duygusu taşımaksızın, ölü bir dil gibi öğretiyorlar. Bu tarihselcilik günümüzde o kadar hâkim ki dilimizin bedeni diri diri anatomik teşrihe teslim ediliyor. Ama eğitim ancak yaşayan bir şeyin canlı olduğunu anladığımız zaman başlar; eğitimcinin görevi de dört bir yandan bastıran “tarihsel ilgi”yi zaptürapt altına almak’tır – özellikle bir şeyi anlamak’tan ziyade doğru eylem söz konusu olduğunda. Öğrencilerin, ana dillerini gerektiği gibi kullanmayı öğrenmeleri gerekiyor, eğitim kurumlarımızda Almanca öğretmenin tek gerekçesi işte bu pratik bakış açısıdır.[16]
Söz konusu lağvın metafizik sonuçlarını çıkarma konusunda Saussure’ün açık bir notu yok, belki dil metafiziğini bu açıdan ayrıca yorumlamak gerek. Yine de (içinde yetiştiği ama sonradan dışında kaldığı okul olan) yenidilbilgicilerin dilbilim terminolojisinde “artık mecaza son” kampanyası konusunda aldığı şu not manidar:
Artık mecazlara son! Yani bundan sonra yalnızca dilin mutlak gerçeklerine karşılık gelen anlatımlar mı olacak? Güzel program. …Peki bu önermeyi uygulamaya koymak için ne yapmak gerekir? Pek az şey, sadece dilin mutlak gerçeklerine karşılık gelen anlatımları kullanmak. …Mecazı yasaklamak, tüm gerçekleri ele geçirdiğimiz anlamına gelir. Öteki türlü, eğretilemenin nerede başlayıp nerede bittiğini söylemekten alabildiğine uzaksınız demektir bu. Benim ikna olduğum olabildiğince basit gerçekler işte bunlar. Bu vaazı verenlerin nasıl bir taahhüde girdikleri konusunda en ufak bir fikirleri olduğuna bir an için olsun inanabilseydik, çok güzel olurdu. Artık mecazlara son mu? Yani bundan sonra dilin mutlak gerçeklerine karşılık gelen anlatımlar mı olacak yalnız? Dilin mutlak gerçeklerinin yenidilbilgiciler için artık hiçbir gizeminin kalmadığı, yenidilbilgicilerin bütün bu gizemlerin üstündeki peçeyi bizim için fırlatıp attıkları anlamına gelir bu.[17]
Bu ironik, hatta düpedüz alaycı pasajdan bilimsel bir terminolojinin bile mecazdan arındırılabileceği kanaatinde olmadığını çıkarabiliriz. Öte yandan Nietzsche gayet açıktır:
Şeylerin tam özü asla yakalanamaz. Sözel anlatımlarımız algı ve deneyimimizin eşya konusunda bize eksiksiz ve, bir bakıma, saygıdeğer bir bilgi temin etmesini beklemez. Anlatımlarımız uyarımın hissedildiği an ortaya çıkar. Duyu yetimiz, şeyin yerine, bıraktığı bir izi yakalar. İlk bakış açısı budur: Dil demek retorik demektir, çünkü dilin tek aktarmak istediği doksa’dır, episteme değil.[18]
Bu son önerme koskoca bir felsefeye açılıyor ama burada ele aldığım konuyla ilgisi olmadığı için meseleye sorularla işaret etmekle yetineyim: Dilin episteme ile ilgisi yoksa, konuşmak demek ne demek? Doksa üretmek ve aktarmak, nakletmek demekse, peki böyle bir “yapı”nın hakikat ile nasıl ilgisi olabilir? Hakikati dile getirmesi mümkün müdür?
Metafizik lağvın bir diğer anlamı da şu: Temel anlam / mecaz arasındaki zamansal ilişki mekânda hiyerarşi olarak tekrarlanır – ihtiyaç / lüks arasındaki iktisadi hiyerarşi yeniden üretilir; dolayısıyla kronolojik ilişkiye karşı çıkmak, hiyerarşiye de karşı çıkmak manasına gelir. Bu da son tahlilde Lévi-Strauss’un konumuna denk düşer: İhtiyaç ile lüksün eşzamanlılığını savunmaktan maksat, ilerlemeci tarih anlayışının yanlışlığına işaret etmenin yanı sıra, geçmiş’in ve ilkel’in haysiyetine sahip çıkmaktır. (Siyaset felsefesine aktarırsak, yoksul’un lüks hakkını koyutlamaktır.) Bu durum da Saussure ile Lévi-Strauss arasındaki bir başka konfigürasyonel örtüşmeyi tamamlar: “Bütün diller yaşıttır” diyen Saussure’e Lévi-Strauss “Bütün kültürler reşittir” diyerek cevap verir. (Sol siyaset felsefesi de ekler: Bütün insanlar hak bakımından eşittir – yani kimse temel ihtiyaçlarına indirgenemez; haz, lüks, sanat herkesin en başından beri sahip olduğu ve hak ettiği temel ihtiyaçlardandır.)
[1] F. Nietzsche, Rhétorique et langage, metinleri çevirip sunan ve notlandıranlar Philippe Lacoue-Labarthe ve Jean-Luc Nancy (Chatou: Les Editions de la transparence, 2008) s. 21.
[2] Claude Lévi-Strauss, Hepimiz Yamyamız, çev. Haldun Bayrı, Metis, 2014, s. 50-51 (altını ben çizdim).
[3] Nietzsche, a.g.y., s. 59-60 (altını ben çizdim).
[5] Bu görüş François Rastier’nin metinlerinde sık sık tekrarlanır. Ben de onun izinden gidiyorum.
[6] Bkz. Simon Bouquet, Introduction à la lecture de Saussure, Paris: Payot, 1997.
[7] Ferdinand de Saussure, Genel Dilbilim Yazıları, çev. Savaş Kılıç, İthaki, 2014, s. 81; ayrıca bkz. s. 85-89. (Bundan sonra GDY.)
[8] GDY, s. 84-85 (altını ben çizdim).
[9] GDY, s. 89 (altını ben çizdim).
[10] Nietzsche, a.g.y., s. 59-60.
[11] Nietzsche, a.g.y., s. 37
[12] Nietzsche, a.g.y., s. 36.
[13] Nietzsche, a.g.y, s. 9; ayrıca bkz. Nietzsche, “Le philosophe comme médecin de la civilisation”, Le livre du philosophe içinde, haz. ve çev. Angèle Kremer-Marietti, Paris, GF Flammarion, 2. Basım, 2014, s. 111.
[15] Saussure’ün dil öğretimiyle ilgili görüşlerini içeren bir fragman varsa bile günümüze ulaşmamış ya da en azından benim haberim yok.
[16] Nietzsche, Anti-Education, haz. Paul Reitter ve Chad Walmon, çev. Damion Searls, New York Review Books, 2015, s. 24.
[18] F. Nietzsche, Rhétorique et langage, a.g.y., s. 37. Ayrıca bkz. Nietzsche, “Ahlak Ötesi Anlamda Doğru ve Yalan Üzerine”, Nietzsche ve Diliçinde, haz. A. Onur Aktaş, Boğaziçi Üniversitesi Yay, 2017, s. 37.