Herkesin bir devletin toprakları üzerinde serbestçe dolaşma ve oturma hakkı vardır. Herkes , kendi ülkesi de dahil olmak üzere, herhangi bir ülkeden ayrılmak ve ülkesine yeniden dönmek hakkına sahiptir.
Hepimizin aşina olduğu İnsan Hakları Bildirgesi’nin 13. Maddesi[1] böyle buyuruyor… Sanırım birçoğumuz bu ilkenin olsa olsa Alice Harikalar Diyarında’da geçerli olduğundan haberdarız. Kâğıt üstünde yazan ile pratiğin uyuşmazlığı iç parçalayıcı halde. Göçmenlerin yaşadıkları zorluklar; sınırları aşmaya çalışırken ölen insanlar… Kimin nereden geçeceğine kim karar veriyor? Nasıl bir söylem mevcut? Nasıl davranılıyor? Mekânların, kullanılan dilin, giysilerin beni, bizi, onları, berikini belirlemede etkisi ne? Michel Foucault ve Richard Sennett’in de üzerinde durduğu[2] gibi, özneler bilginin ve baskının nesneleri durumunda. Belirli ideolojilere ait bedenler, ruhlar, düşünceler nerede başlıyor/bitiyor? Biliyoruz ki davranışlarımız, kelimelerimiz (vs.) kesintisiz bir döngüyle şekillendiriliyor. Peki, dönüşümün ve yaşamın –baskının– teknikleri oluşturulurken konulan sınırlar nerede – hâlâ muamma değil mi?
Su götürmez bir gerçek ki, birçok Avrupalı, mültecilerin ve göçmenlerin yaşadıkları zorluklardan bihaber. Beyaz kübün içinde bu hikâyeleri gördükleri zaman ise, sanırım, gerçeğin etkisi artıyor. Alan genişliyor, söylem yerini bulmaya çalışıyor bir nevi. Berlin Maxim Gorki Tiyatrosu’nun yeni sezon açılışı için Şermin Langhoff, Çağla İlk, Erden Kosova ve Antje Weitzel tarafından organize edilen Berliner Herbstsalon sergisi, davet edilen 30 sanatçı ile ulus-devlet oluşumlarını, ulusun kurgulanışını, Batı medeniyetini sorguluyor. Kolonyalizmi, sınırları, kimlikleri ve göçmenlerin yaşadıkları problemleri eşeleyen videolar, enstalasyonlar ve performanslar Maxim Gorki Tiyatrosu’nun, Palais am Festunggraben’in ve Neue Wache’nin sahte Yunan kolonlarıyla süslenmiş, tapınakları andıran neoklasik mimarilerinde yerlerini bulmuşlar. Serginin aktardıkları düşünülünce, binaların geçmişi daha da önem kazanıyor. Antik Yunan mirasını bir kimlik edinmek için kullanan Batı’nın tarihi ve şatafatı, 18. yüzyıla ait, Prusya’nın önemli şahsiyetlerinin evi de olmuş Palais am Festunggraben’in odalarına yapışıvermiş.
Karikatürist Dan Perjovschi’nin pencere camlarını ve aynaları süsleyen Untitled/İsimsiz (2013) çalışması −Made in Germany with a little help of China/ Almanya yapımı, Çin yardımı ile, Human Rights, Revolution, Arab Spring/İnsan Hakları, Devrim, Arap Baharı yazılarının yanında bir yandan Almanya’yı alkışlayan bir yandan da asylum yazısının yanında hareket çeken elleri; Big Brother vs. Muslim Brotherhood/Büyük Birader Müslüman Kardeşliği’ne Karşı, Star System/Yıldız Sistemi kelimelerini kullanarak Avrupa Birliği’nin çelişkilerini karikatürize ettiği çizimleri– mekân içerisinde dolanırken kaçınılmaz bir gülümsemeye neden oluyor. bankleer ikilisinin, malzeme olarak taşı andıran, içinde performansçıları barındıran sleepy hollows/uykulu kuytular (2013) adlı büyük kafaları, kimi zaman uyurken kimi zaman çılgınca odadan odaya geçerek insanları takip ediyor, gürültü çıkarıyor; sınırları ihlal ediyor. Sola dönüp biraz ilerleyince, Danika Dakic’in El Dorado. Giessbergstrasse (2007) videosunda genç bir karakter hikâyesini anlatıyor. Göç ederken yaşadıkları sorunlar, Deutsches Tapetenmuseum’a (Alman Duvarkâğıdı Müzesi) ait, El Dorado adlı (1848), dünyadaki hayalî manzaraların panoramik çizimlerini barındıran duvarların arasında aktarılıyor. Batı medeniyetinin, modernizmin, kapitalizmin içimize işlettiği ilerleme, hayatını idame ettirme gibi nosyonlar söyleminde yerlerini hemen buluveriyor. Sınırlar olsa da umutları devam ediyor.
Dan Perjovschi, Untitled/İsimsiz, 2013
bankleer, sleepy hollows/uykulu kuytular, 2013
Performanslar parkurun önemli bir ayağı. Kimi zaman o kadar kapılıveriyorsunuz ki, sinirlenip “Ne oluyor yahu! ” diyeceğiniz noktalara gelebiliyorsunuz. Devletlerin, polisin, göçmen bürolarının her günkü davranış biçimlerinin alaycı bir dille sahnelendiği Laila Saliman’ın Here, There & Everywhere/Burada, Orada Her Yerde (2013) adlı çalışmasında kapıdaki despot görevli önce bir form doldurmanız gerektiğini belirtiyor. Uyruk ve cinsiyetinizin yanısıra klostrofobinizin olup olmadığı; herhangi bir gizli servis sistemiyle karşılaşıp karşılaşmadığınız soruluyor. Açılan kapı yerini bire bir ölçülerinde küçük bir alanda bekle(til)menize bırakıyor. Bir sonraki küçük odada tipik bir devlet dairesiyle karşılaşılıyor. Size üstten bakan, çok kibar ama aşırı mesafeli Alman bir kadın başka bir formu doldurmanız gerektiğini söylüyor. Gülesiniz gelecek ama mekân ve davranış, durumu da bilmenize rağmen, asabınızı bozuyor. Girilen diğer oda da ise farklı ülkelerden insanların gizli servisle ilgili düşünceleri, duydukları şehir efsanelerini anlattıkları videolar mevcut. Uzun süre kalmak zor; mobilyalar, mekân, yanda oturup bekleyen memuru oynayan kişi yeterince rahatsız edici…
Yael Ronen’in, Türkçe “özür” anlamına gelen, Entschuldigung (2013) isimli performansı bir ulusun geçmişinden ötürü özür dilemesi üzerine kurulu. Alaycı bir dille kurgulanmış performansta Ronen’in anlaşmış olduğu ünlü aktör önce bize Yahudi Polonyalı homoseksüel Viktor’u tanıtıyor. Bir anda, çoğu zaman olduğu gibi, kimliğinizi belirleyen bu tip ayrımlar öne çıkarılıyor. “Alman olmayan var mı?” sorusunun ardından kalkan parmaklar üzerine Holokost nedeniyle özür dileniyor. Özrün kabul edilişini belgelemek için bir de form imzalamak gerekli, çoğu bürokraside olduğu gibi(!). “Aranızda homoseksüel var mı?” gelen ikinci soru. Avusturyalı ve Türk kadınlar, homoseksüel adam, Yahudi Polonyalı ve homoseksüel olan Viktor’un bir tarafa geçmeleri rica ediliyor. Adımlar atılıyor, Almanlar bize dokunarak özür diliyorlar: “Tut mir Leid”. Üzgünler üzgün olmasına ama, özür için bile saflara ayrılınıyor, kimin ne olduğu kesinleştiriliyor. Performansın anlık halleri, karşılaşmalara yer açışı bir anda Azin Feizabadi’nin Drittwirkung von Grundrechten: Zwischen dem Rechtssubjekt “Ich” (Natürliche Person) und dem Rechtssubjekt “Ich” (Juristische Person) (2013) ses enstalasyonu ile Ronen’in performansının üst üste binmesine neden oluyor. Feizabadi’nin namaz vakitlerinde ezan okur gibi yorumladığı Alman Anayasası’ndaki vatandaşlara tanınan ana hakların, özür dilemeye çalışan Alman ‘görevlinin’ sesiyle çarpıştığı an ise trajikomik.
Mültecilerle, göçmenlerle ilgili birçok sorunun Aydınlanma’ya, kolonyalizme dayandığı malum. Ötekinin bedeninin kaide üzerine konması; kesilip incelenmesi, nadire kabinesindeki küçük objelerin yerini egzotik kimliklerin alması aşina olduğumuz bir tarih. Teresa Maria Diaz Nerio da bu hikâyelerden birinden yola çıkmış. Hottento Venüs’ü olarak da bilinen, alışılmamış bir bedene sahip Güney Afrikalı Sarah Baartman’ın 18. yüzyıl sonunda Batı’ya getirilişi, freakshowlarda [ucube gösterileri] sergilenişi, Hommage a Sara Baartman/Sara Baartman Anısına (2007-2013) adlı çalışmanın çıkış noktası. Baartman’ın bedenini kostüm olarak üstüne giyen sanatçı, kaidenin üzerindeki yerini alarak, Baartman’ı anıyor; bu hikâyeyi ve hâlâ farklı şekillerde süregelen nadirenin, ilginç olanın, ötekinin sergilenmesi halini yeniden canlandırıyor.
Theresa Maria Diaz Nerio, Hommage a Sara Baartman/Sara Baartman Anısına, 2007-2013
Berliner Herbstsalon’un eşeledikleri, üzerinde durdukları, özellikle de Almanya gibi güçlü bir Avrupa ülkesinin konumu düşünüldüğünde, daha da önem kazanıyor. Performanslar sergiyi canlı kılmanın ötesinde, ziyaret edenlere yaşattıkları ile, bir nebze de olsa, farkındalığı artırıyor. Uzun ve yorucu vize prosedüründen daha da vahimi, haklara sahip bile olamayan göçmen ve mültecilerin durumları. Kamplarda çok zor koşullarda yaşamaya çalışanlar Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nin, terk etmek zorunda kaldıkları ülkelerindeki varlıklarına dayanıyor. Afganistan, Irak, Suriye, Filistin, Sudan gibi ülkelerin vatandaşlarının can güvenliğinin olmayışı onları kaçışa sürüklüyor. Avrupalı beyaz erkeğin hegemonyası üzerine konuşmaktan ya da okumaktan ne kadar bıkmış olsak da, o hâlâ orada. Adam gitmek bilmiyor! Başka bir gerçek ise, hâlâ, farklılıklarımız üzerinden yer bulmamız, hangi ülkeye ve/veya etnik kökene bağlı olduğumuzun küçük konuşmaların başlangıç noktası olması…