Gürültü, Duygulanımlar ve Pandeminin Ses Eşikleri

28/9/2020 / skopbülten / Suzi Asa

Gerhard Richter, Gymnastik, tuval üzerine yağlıboya, 1967.

 

Dille tanıştığımız andan itibaren gürültüsüyle de tanışıyoruz. Maruz kaldığımız tüm dillerin bizi biçimlendirdiğini (bizim de onları biçimlendirdiğimizi) düşünürsek, gürültülerin de benzer bir etkisi olsa gerek. Bunların zihnimden geçtiği karantina günlerinde akustik deneyimimiz üzerine bir yazı yazmak duygulanımları da beraberinde düşünmeyi gerektiriyordu. Çünkü sanki karantina günlerinde ritimlere, sessizliklere, susturulanlara, alkışa tutulanlara ve daha nicesine kulak kesilmek evlerimize sığınan bizler için farz olmuştu. Marie Thompson’un “Productive Parasites, Thinking of Noise as Affect” (2012) makalesi pandemi günlerinden çok daha önce yazılmış olup duygulanımlar üzerinden gürültü kavramını ve gürültünün anlamlarını tartışan kıymetli bir makale. Bu makale üzerine yazarken pandemi günlerinin de değişen ses atmosferinin etkisi, yazımı beklenmedik ses eşiklerine doğru taşıdı. Fakat oralara doğru gitmeden önce duygulanımlarımıza ve onların gürültülü doğalarına bir giriş yapmak isterim.

 

Sesleri Duygulanımlarla Birlikte Düşünmek

Marie Thompson makalesinde okuyucuyu gürültüyü “afektif bir kuvvet” olarak düşünmeye davet ediyor. Thompson’un yazısının ışığında, ben bu yazı için “afektif” olanı “duygulanımlar” olarak çevirmeyi seçtim. Yazım boyunca gürültünün ve duygulanımların kavramsal olarak nasıl birbirlerine dokunduklarını anlamaya çalışacağım.

Duygulanımlar, duygu yüklü ve dönüştürücü kuvvetler olarak tanımlanır. Bir objenin ya da süjenin (örneğin bireyin) içinde yerleşik olarak bulunmazlar. Fakat duyguya dair bir kategorinin oluşmasında öncü olurlar, onu başlatırlar. Thompson duygular ile duygulanımları ayırır. Ona göre duygulanımlar duygulara (ya da gürültüye) yol açan kuvvetlerdir, yani bu kuvvetlerin her zaman etki güçleri vardır. Fakat gürültü, etkisi olmasa da her daim var. Çünkü gürültü bir potansiyelle ilgili. Peki duy(g)usal dünyamız her zaman gürültülü müdür? Bizi etkiledikleri sürece mi onlara gürültü deriz? Ya da bazı duygulanımların gürültüsü bizi etkilemeden geçip gidiyor olamaz mı? Peki ya gürültü kendi başına bir etki sayılabilir mi?

Kişiler duygulara sahip olabilir ama duygulanımlar kişinin kontrolünün ötesinde, onu etki alanına alan kuvvetlerdir. Başka bir deyişle duygular içimizde bir şeyler olduğunun habercisiyken ve dışarı doğru bunu gösterme yollarını ararken, duygulanımlar dönüştürücü ve ilişkisel bir şeyleri anlatırlar. Duygulanımlar insanların arasından geçer ve kişilerarası, akışkan ve bulaşıcı doğaları vardır. Psikolog ve teorisyen Silvan Tompkins duygulanımları şöyle tanımlıyor: “Kişilere ait olmayan ama onların arasından geçen, bir mevzuya bulaşıp onu dönüştüren kuvvetler.”   

Peki duygulanımlar özneler olmasa da hâlâ duygulanım sayılırlar mı? Deleuze ve Guattari’ye göre yaşamın içinde kimin/neyin eyleme geçtiği, fark yarattığı ve bağlantıları kurduğu önemli bir sorunsal. Eğer duygulanımlar bir şeyin gerçekleşebilmesiyle ilişkili kuvvetlerse fark yaratma gücü de bedenlerle ilişkili sayılır. Çünkü duygulanımların yarattığı farkı bedende görürüz. Yani beden, farka hazne olur. Gürültü aslında değişimi getirmek için oluşmuş bir durumun (örneğin protestoların) içindeki değişen potansiyelin kendisidir. Gürültü potansiyeldir çünkü daha değişim gelmemiş, kendini henüz ortaya çıkarmamıştır. Sanal olan bir şeyin sadece olabilme potansiyelini değil, olamama potansiyelini de içine alır. Bu yüzden gerçek her zaman sanal olanı da kapsar. Yani sanal olan gerçek olmalıdır ama sadece gerçekten ibaret değildir.

 

Sesler, Müzik ve Spinoza’nın Apropos Kavramı

Bütün sesler, onları algılayan bedenler için hareket etme ve hayal kurma ihtimalleri sunar.

                                                        Martin Clayton, “affordance theory” [sağlayıcılık teorisi]

 

Bir etnomüzikolog olan Martin Clayton’a göre affordances yani sağlayıcılar bir objenin (ya da bu durumda sesin) iyi ya da kötü olarak nitelenmeyecek, ucu açık/sonsuz sağlayabileceği/sunabileceği ihtimalleri kapsar. Yani her ‘sağlayıcının’ her bedende sağladığı/yol açtığı şeyler farklı. Bir sesin neler sağlayabileceği sesin ulaştığı/ağırlandığı bedenin kapasiteleriyle çok bağlantılı. Kapasiteyi ise bedenin donanımıyla ilgili sorular yanıtlar: Bir beden herhangi bir şeyi algılamayı nasıl öğrenmiştir? Dışarıdan içe doğru gelen kuvvetler (sesler ve niceleri gibi) ona neler hissettirmiş, nelerin doğmasını sağlamıştır? Yani Clayton’ın teorisi bedensel deneyimde karşılığını bulan bir teori. Ona göre anlamlar karşılaşmaların doğurduklarından doğar.

Clayton’ın bu teorisiyle bağlantılı olarak Thompson, Spinoza’nın duygulanımları nasıl ele aldığını şöyle anlatır: “Duygulanımlar bedenin kapasiteleriyle yakından ilişkilidir, yani bedenin etkilenme (affected) ve etki etme (to affect) kapasitesiyle ilişkilidir.” Müzik hiçbir zaman nötr olmayacağı gibi, doğası gereği zevk veren bir şey de değildir. Müzik aynı anda iyi-kötü, eğlenceli-rahatsız edici ve/veya ilginç-sıkıcı olabilir. Çünkü müzik için de anlam ilişkisel gelişir, genel-geçer değildir. Duygulanımlar ve sağlayıcıların sağlayabilecekleri gibi. İşte bu yüzden dinleme edimi kültürel normlar, estetik fikirler, öğrenilmiş duygular ve kendi bedenlerimiz tarafından biçimlenir. Duygulanımların bu sürprizli/öngörülemeyen olarak tanımlanmış hali Thompson’a göre verimli sayılabileceği kadar, normatif olan düzeni de besleyebilir. Normatif düzenin halihazırdaki halini şöyle özetleyebiliriz: Egemenlerin güçlü kaldığı ve istenmeyen bedenlerin duyulmamaya devam edildiği düzen. Örneğin göçmen bedenlerin sesinin susturulduğu, kâr elde eden mekanizmaların seslerinin gür çıktığı düzen.

Thompson sessizlik ile gürültünün ayrışamayacağı gibi, geçmişi le bugünün, doğadan olan ile kültürel olanın, güzel ile kötünün de ayrışamayacağını savunur. Gürültüyü bir duygulanım olarak gören Thompson, dilsel anlamda gürültüyü isim olarak değil de fiil olarak görmemiz gerektiğini savunur. Gürültünün, insanmerkezli bir referans sistemine ait değil, insandan bağımsız bir duygulanımsal kuvvet olarak var olduğunu hatırlamamız gerektiğini söyler. Buna bağlı olarak Thompson, Spinoza’nın apropos kavramını hatırlatır. Spinoza’ya göre (gürültü dahil) hiçbir şey doğası gereği kötü ya da rahatsız edici değildir. Elbette sessizlik de bu yüzden doğası gereği iyi ya da huzurlu değildir. Bu etik kategoriler ilişkisel ve ötekine bağlıdır. Bu yüzden Thompson’a göre gürültüyü bir tür duygulanım olarak düşünmek onun sadece yıkıcı ya da yapıcı kapasitelerini düşünmekten bizi kurtarır. İşte bu yüzden Spinoza’nın duygulanım anlayışı bireyin özgür iradesini merkeze almıyor. Ona göre bireylerin kanıları/fikirleri içsel seçimlerden doğru değil ve geçmişindeki ya da şimdiki zamanındaki karşılaşmalarından doğan duygulanımlardan hareketle oluşuyor. Örneğin ‘kötü’ müzik ‘kötü’ olarak tanımlanıyor çünkü birtakım tarihsel, sosyal, politik veya deneyimsel kuvvetler karşılaşılan müziği çoktan ‘boyamış’ oluyor.  Hayvan bedeni, insan bedeni, sesli beden, dilsel beden… Bunların hepsi Thompson’a göre değişime açık, dinamik bedenler. Sabit ve değişmez değiller. Bu yüzden bir bedenin neler yapabileceği, gücü, hangi duygulanımlardan ne kadar etkilendiği ve etki edeceği konusunda bir fikrimiz yok. Gürültü ve sessizliğin eğer ahlaki içerikleri varsa gürültünün kaynağı, yayılımı ve biçimi hakkında düşünmemiz belki de sandığımızdan daha önemli. Örneğin kimin kimi sessizleştirdiği ya da sessizliğin kimin için bir ‘insan hakkına’ dönüştüğü, aynı sessizliğin kimin için hak ihlali olduğu önemli. ‘Rahatlatıcı’ sesler kimine göre şehir sesleri, kimine göre ise doğa sesleri (gök gürültüsü bile) olabiliyor. Yani sessizlik oldukça lüks/erişilemez bir deneyim haline gelirken, kalabalık mahallelerdeki gürültü, sosyal ve politik olarak ‘zayıf’ olanın sesliliği olarak da değerlendirilebiliyor.

 

İstenmeyen Sesler ve Serres’in Parazitleri

Gürültüyü genellikle zamansız, yabancı ya da uygunsuz buluyoruz. Bize acı getirdiği düşünülen, geçici ya da kalıcı olarak vücuda zarar veren bir kuvvet olduğunu düşünüyoruz. Peki gürültü istenmeyen olmadan önce neydi? Thompson, gürültünün ne olduğu sorusuna cevap bulmak yerine, gürültünün neye yol açtığı/ne yaptığı sorusuna cevap vermeye uğraşır: Gürültü ne yapıyor da istenmeyen oluyor, diye sorar. Aslında gürültü günlük hayatımızda çoğu zaman iletişimi bölüyor, sekteye uğratıyor. Fakat her tür kesinti/kesilmenin yüksek sesli olması gerekmez. Görsel bir formda, titreşen bir biçimde ya da düşük desibelde de iletişim dünyamıza nüfuz eden kesintiler olabilir: cırcır böcekleri, televizyon sinyalleri ya da çok fazla sessizlik. Bu kesintilerin ani kesintiler de olması gerekmez. Süren trafik sesi veya bir kafede süregelen diyaloglar… Fakat bence bu kesintilerin hepsi kesintiye uğratacak bir şeye (örneğin bedene) ve yerleşecekleri bir hazneye ihtiyaç duyarlar.

Gürültü bilemediğimiz kaynaklardan, yerlerden, yönlerden gelebilir. Michel Serres’in parazit kavramı da benzer bir mefhuma dokunur. Süregelen şeyleri kesintiye uğratan, “parazitik” karşılaşmalardan bahseden Serres, La Fontaine’in “Şehir Faresi ile Tarla Faresi” hikâyesini ele alır. Bu hikâyede şehir faresi tarla faresini evinde ağırlar. Şehir faresinin evi şehirli bir insan dostunun (!) bodrum katıdır. Muhteşem bir sofra eşliğinde yemeklerini yerlerken ev sahibi, (şehir faresinin yaşadığı bodrum katının asıl sahibi) koca ayaklarıyla, gürültü yapa yapa eve gelir, onların yemeğini kesintiye uğratır. Korkan fareler köşelerine saklanır. Dehşet içinde yemeğini yemek istemediğini söyleyen tarla faresi, sade yemekleri de olsa, güvenli bir biçimde kendi evinde yemek yemeyi tercih ettiğini söyler ve şehir faresinin evinden ayrılır. Bu hikâyede kimin ev sahibi, kimin misafir olduğu hayli karışır. Okuyucular/dinleyiciler olarak kimin kimi ‘parazitlediğini’ bilemez halde buluruz kendimizi. İlişkileri kesintiye uğratan ve ilişkilerin arasında bulunan bu üçüncülerin, yani parazitlerin nasıl fonksiyonları vardır? 

Herhangi bir sistemde her zaman gürültünün potansiyeli olduğundan bahsetmiştim. Bu yüzden ona direnmek üzere geliştirilen hassasiyet (sensitivity) de bedenlerimizde var. Yani aslında her zaman değişme, bükülme potansiyeli de var.[1] Thompson, gürültüden önce de gürültü bulunduğunu savunur. Henüz gerçekleşmemiş ya da sesi duyulmamış olabilir, ama her zaman gürültü vardır. Neil Armstrong aya ayak bastığında radyolarda yankılanan sesi “İnsan için küçük, insanlık için büyük bir adım” diyordu. Armstrong bunu derken, onu dinleyen “insanlık”, Armstrong’un sesine karışan cızırtıyı da dinliyordu. İçeriği üretenle birlikte gelen, içeriğin parçası haline gelmiş olan gürültü, Armstrong’un dünyaya olan mesafesiyle ilgili de bir şey söylüyordu aslında. Gürültü içeriği bozmaktansa onu yüklü bir hale getiriyordu. Onu –iyi veya kötü yönde– biçimlendiriyordu. Bu yüzden gürültü üzerine düşünürken sadece nasıl sorusunu değil ‘ne kadar’ sorusunu da sormalıyız: Ne kadar gürültü? Ne kadar kesintiye uğratma? Ne kadar biçimlendirme? Ya da gürültünün içeriğiyle bağlamın gürültüsü ne kadar iç içe geçiyor? Yani duyulabilir olan başka neleri duyulmaz ya da duyulur kılıyor?

Peki gürültünün bedenlerimizdeki etkisi hakkında neler söyleyebiliriz? Gürültüyle başa çıkmak için ses yükseltmek ya da mekânı terk etmek çok sık başvurduğumuz yöntemlerden. Duygu dünyamızdaki etkisi ise aslında gürültünün kelime anlamında yatıyor. İngilizce karşılığı noise olan gürültü nausea kelimesinden gelir – yani mide bulantısı (gerçi her bulantı kusturmaz). Öfke, korku, heyecan gibi duygular ise kan basıncımızın ve stres seviyemizin yükselmesine yol açar. Brian Massumi de Duygu Politikası kitabında duygulanımları; hareketleri, süreçleri ve değişimleri kapsayan kuvvetler olarak tanımlar. Doğdukları tek bir kaynak olmadığını ve sürekli hareket halinde olduklarını belirtir. Duygulanımlar Thompson’a göre bu açıdan gürültüyle çok benzerler. Duygulanımların bir şeylerin arasında bulunma halleri aynı gürültünün oluş halinde ve her yerde içkin olmasıyla benzerdir. Bence gürültü kavramların en gürültülüsü, en zamansızı ve ahlaksızıdır. Rutini bozar ve kaosla karşılaşmamızı sağlar. Gürültü, duyduğumuzda (ya da gördüğümüzde) hemen fark ettiğimiz ama ne olduğunu anlatmakta zorlandığımız kavramdır. Uyumlu/ahenkli bir gürültü tanımı yaratmak değil ama tutarlı bir tanım yaratmak için gürültüyü anlama çabası kıymetlidir. Çünkü gürültüyü bu kadar ve salt gürültülü kılarsak hiçliğe düşme tehlikesi taşır.

 

Pandemideki Ses Eşikleri ve Dinleme

İşte tam olarak bu noktada, gürültüyü gürültülü kılıp hiçliğe düşürmemek için, kent akustiğinin farklı anlamlar kazandığı pandemi günlerine gelmek istiyorum. Gürültü kavramı sosyo-politik dinamiklerle değerlendirilmeli çünkü gündelik hayatın seslerini aslında kentliler her gün şehrin içinden geçerek yeniden çiziyorlar, belirliyorlar. Peki şehrin seslerini kamusal mekânlardan geçişimizin daraldığı bugünlerde nasıl çiziyoruz? Ya da çizebiliyor muyuz? Lefebvre’e göre insanlarla şehrin ilişkisi zaman ile mekânı var eder; şehrin tüm hareketleri tekrarlarla birbirinin içine örülür, yani ritmiktirler. Ritim kavramı Lefebvre için gündelik hayat pratiklerine yansımasıyla analiz edilmelidir. Zamandan ve en önemlisi tekrarlardan ayrı değerlendirilemez. Fakat bu tekrarlar birbirinin aynısı olan tekrarlar değildir, her zaman bir öncekinden biraz daha farklılaşarak duyulan bir kuvvetten doğarlar. Pandemi günlerinin ritmine dair en kayda değer farklılaşma belki de ara alanlarda, eşiklerde gerçekleşti. Mahrem ve kamusal olanın kesiştiği alanlar işte tam olarak böyle eşiklere denk geliyor. Bu gibi sınırların birbirleriyle kesişir olduğu eşik alanlarından pandemi boyunca nasıl sesler duyuldu? Daha önce duyul(a)mayan ve artık duyulur hale gelen sesler neler oldu? Ya da eşiklerin akustiğini düşünmek nasıl başka ritimleri duyulur kıldı? Lefebvre, mahrem ve kamusal ritimleri birbirinin zıttı olarak görmez. Ona göre mekânlar ve insan ilişkilerine bağlı olarak doğan bu ritimler biraraya geldikçe çeşitlenir/zenginleşir. O halde aslında mahrem ve kamusal alanlarının birbirinin içine geçtiği, örüldüğü ve belki de yeniden yaratıldığı pandemi günlerinde etik dinleme yolları üzerine düşünmek ayrı bir kıymet kazanıyor.

Etik dinleme yolları üzerine düşünmek için etik olmayan susturma/yok sayma mekanizmalarını ve bu mekanizmaların tarihselliğini hatırlamakta fayda var. Modernite tanımını yaparken sömürülen/susturulan toplumların tarihselliğini dikkate almadan, Batı’nın kendi tarihselliği üzerinden düşünme eğilimi var. Oysa Batı medeniyetinin tarihi susturulan toplumların tarihlerinden bağımsız değil. Sömürgeleştirme/ayrımcılık politikaları aslında birer susturma politikası ve bu tür politikalar her daim ötekinin tarihini silmeye uğraşıyor. Bu yüzden tarihsel gerçekliklere modernitenin merceğinden baktığımızda ötekileştirilenleri işitmek konusunda sağırlaşıyoruz. Pandemi günleri, sağırlaştığımız alanlardaki sesleri daha işitilir kılmış olabilir mi? Halihazırda birçok alana sızan sessizleştirme politikaları karşısında bir konum alarak, alternatif ve daha umutlu bir geleceği nasıl inşa ederiz? Pandemi günlerinin açığa çıkardığı akustik kuvvet bize bu inşa sürecinde nasıl bir katkı sağlayabilir? Susturulan coğrafyalara ve onların tüm canlılarına kendilerinden alınan gürültüleri geri vermek aslında bir tür alternatif dinleme edimi doğurabilir. Susturulan hafızaların iyileşebilmesi için tarihin tekrar tanımını yapmak, gündem olduğu düşünülen konuları yeniden belirlemek (Hrant Dink cinayetinin hâlâ gündemde kalması gerekliliği gibi), ileri aktığı düşünülen zamanı bozmak gerekiyor olabilir. Bunu yapabilmek için de ötekini (tüm gürültüsüyle) dinlemeye açık olmak lazım. Bu yüzden bence etik bir dinleme ediminden bahsedeceksek bu adaletle ve iyileşmeyle ilişkili olmalı. Yani gelecek kurma uğraşı yeniliklerle/buluşlarla ilişkili değil, susturulmuş/silinmiş yörüngeleri harekete geçirmekle ilişkili olmalıdır. Fakat dinlerken ötekinin zamanını da dinlemek kıymetli. Örneğin geçmişin bir acısına kulak veriyorsak, bunu her zaman arşivlerde bulamayız. Geçmişteki yaralara adalet sağlamak için şimdiki zamanın ötesine geçmek durumundayız. Yani susturulan sesler arşivlerde anlatılanın, bize sunulan tarihsel gerçekliğin ötesinde saklanıyor olabilir. Peki dinleme edimini etik olarak gerçekleştirmek adına kimin/neyin dinleneceğini nasıl seçeriz? Hele de pandemi günlerinde sessizlikler daha bir sessiz, ses atmosferini zamansız kaplayan sesler daha bir sesli olmuşken…

Düşünme ediminin kendi içinde başka bir zamansallığı var. Özellikle dinleyerek düşünme edimi farklı anlamlara algının açılmasını mümkün kılıyor. Pandemi günlerinde belki de susturulan, elimizden türlü yöntemlerle alınan en kıymetli şey ötekiyle diyaloğumuz. Ötekileşen sesin sessizleşmediği yerine diyaloğun gelişebildiği akustik topluluklarda dayanışma da gözle görülür bir biçimde artıyor. Pandeminin dayanışma adına neler yaptığını düşünmek etik dinleme yollarından belki de bir tanesi. Diyalogların yarattıkları kuvvetten farklı olarak görüntü ise görünenin ötesini dışlar/saklar/örter. Deneyimlerin zenginliğinin tamamını tüm duyularla hissetmekten bizi alıkoyar. Seslerin kakofonisini anlamak görselleri anlamaktan daha karmaşıktır çünkü sesler daha kapsamlı ve katmanlıdır. Dinleme edimi ise pasif ya da uzak bir deneyimdense aktif, analitik ve şefkatli karşılaşmalara yol açar. Bu yüzden dinliyor olduğunu söylemektense, dinleme edimini gerçekleştirmek daha anlamlı karşılaşmalara, dayanışmaya ve ardından –umarım– dönüşümlere gebe olacaktır.

 

 

Kaynaklar

Hainge, Greg. Noise matters: Towards an ontology of noise (Bloomsbury Publishing, 2013).

Malabou, Catherine. What should we do with our brain? (Fordham Univ Press, 2009).

Serres, Michel. The parasite. Vol. 1. (Uuniversity of Minnesota Press, 2013).

Thompson, Marie. "Productive parasites: thinking of noise as affect", Cultural Studies Review 18.3 (2012): 13-35.



[1] Burada bahsettiğim değişim veya bükülme potansiyeli kaçınılmaz olarak plasticity kavramına da dokunuyor. Plasticity Catherine Malabou’nun tanımıyla beynimizin kişisel deneyimlerimizle ve tarihimizle sürekli olarak şekillenebilme kapasitesidir. Ona göre, doğduğumuz andan itibaren beynimizin hem şekil alabilme hem de şekil verebilme kapasitesi, kültürel olanla, toplumsal ve bireysel hafızayla ve tarihle sıkı bir etkileşim içindedir.