Modern üretim koşullarının hâkim olduğu toplumların tüm yaşamı devasa bir gösteri birikimi olarak görünür. Dolaysızca yaşanmış olan her şey yerini bir temsile bırakarak uzaklaşmıştır.[1]
Guy Debord’un, modern insanın durumunu konu alan, 1967 tarihli Gösteri Toplumu kitabı, Marx ve Engels’in en keskin sözlerini yankılayan bu cümlelerle açılıyor. Basımından kısa bir süre sonra 1968 Paris olaylarının başucu kitabı haline gelen kitap, o gün bugündür Sex Pistols’dan tutun da kendilerine Adbusters adını veren Kanadalı bozgunculara kadar sayısız insan üzerinden kültürümüze sızıyor.
Kitabın başlığı bile, sözde ileri kültürlerin tümünü tanımlayan, imajlarla örülü ve baştan sona dolayımlanmış yaşam biçimini tarif etmeye yetiyor.
Gösteri Toplumu, 21. yüzyılın bazı veçhelerini olduğu gibi kayda düşüyor: en başta da, özgürlükleri ve şaşaalarıyla çoğumuzun fiilen sürmekte olduğu yaşamlara tezat oluşturan hayat hikâyeleri tasvir eden şöhret kültürü: “Görünür yaşam uzmanları olan yıldızlar, insanların, gerçekte yaşadıkları üretken uzmanlaşmaların parçalanmışlığını telafi etmek için özdeşleşebilecekleri yüzeysel nesnelerdir.” Politikadan tüm anlamın sürüldüğü yolundaki görüşlerin de sorgulanır bir yanı kalmadı. “Salt spektaküler isyan” hakkındaki uyarılar ve yakın(ca) bir geçmişte “doyumsuzluğun başlı başına bir metaya” dönüştüğü yolundaki savlar için de aynı şey geçerli.
Fakat, Gösteri Toplumu’nda resmedilen manzaraya cuk oturan çok daha modern olgular da var: “koşulsuz tercih maskelerinin ardında, aynı yabancılaşmanın farklı biçimleri birbirleriyle çarpışır” cümleleri, aklıma, sosyal medyayı ve çevrimiçi yaşamın kuru gürültüsünü getiriyor. Kitap, oldukça basit ama nüfuz etmesi zor bir durumu tarif ediyor: o da, tükettiğimiz (ve dikkat etmediğimiz sürece yaptığımız) hemen hemen her şeyin, gösteri fikrini neredeyse gerçeküstü boyutlara taşımış olan toplumsal yaşam ve ekonomi tarzını yeniden üretmeye yarayan bir tür dikkat dağınıklığı ve pekiştirme karışımının tecessümü olduğu gerçeği. Debord adını hiç telaffuz etmemiş olsa da, kitapta ifade ettiği fikirler, şimdilerde neoliberalizm adını verdiğimiz şeyin temeline işaret ediyor.
Bu noktada, kısa bir tarih bilgisi yerinde olacaktır. Debord, durmadan üyelerini yenileyen ufacık bir entelektüel grup olan Sitüasyonist Enternasyonal’in fiilî lideriydi. SE, çok farklı esin kaynaklarından beslense de, dünya görüşünü esasen iki unsur üzerinde kurmuştu: genç Marx’a kadar izi sürülebilecek bir yabancılaşma anlayışı ve sol cenahın pek ısınamadığı bir şeye, hem dadacılar hem de sürrealistler tarafından yüceltilen arzu-güdümlü akıldışılığa yapılan vurgu. Hegel, Marx, Engels ve Georg Lukács gibi öncülerden bariz izler taşıyan Gösteri Toplumu, bir yandan da, gelecek olana, en başta da postmodernizme ve Jean Baudrillard’ın teşhis ettiği hiper-gerçekliğe işaret eder.
Kitabın ana fikrini birkaç cümleyle özetlemeye kalkmak pek akıllıca olmasa da, yine de, deneyeceğim: [Toplumsal yaşamın, iktisadın tahakkümü altına girdiği ilk aşamada] “olmak”, yozlaşarak “sahip olmaya” dönüşmüştür. “Toplumsal yaşamın, iktisadın birikmiş sonuçları tarafından bütünüyle işgal edildiği bugünkü aşama ise, sahip olmak’tan gibi görünmek’e doğru genel bir kaymaya neden olmuştur; öyle ki bütün fiilî ‘sahip olmak’lar dolaysız itibarlarını ve nihai işlevlerini bu ‘gibi görünmek’ten almak zorundadırlar.”[2]
Debord burada, yabancılaşmadan; neredeyse bütün veçheleriyle metalaşan yaşamdan ve herhangi bir şeyin sahiciliğini korumasını neredeyse imkânsız hale getiren muazzam dönüşümden bahsediyor. Gösteri kavramını daha iyi kavramak için, kitabı, Debord’un bir zamanlar dava arkadaşı olan Raoul Vaneigem’in Gençler için Hayat Bilgisi El Kitabı: Gündelik Hayatta Devrim başlıklı çalışmasıyla birlikte okumak da iyi bir fikir olabilir:
Sahici olmamak bir insan hakkıdır. 35 yaşında bir adamı düşünün. Adam her sabah arabasına biner; işe gider; dosyalarla uğraşır; öğle yemeğine çıkar; bilardo oynar; dosyalarına döner; işten çıkar; birkaç kadeh bir şeyler içer; eve gider; karısıyla merhabalaşır; çocuklarını öper; televizyon karşısında bifteğini yer; yatar; sevişir; uyur. Bu adamın hayatını bu acınası klişeler silsilesine indirgeyen kimdir? Bir gazeteci mi? Bir polis mi? Bir piyasa araştırmacısı mı? Yoksa sosyalist gerçekçi bir yazar mı? Hiçbiri. Bunu, kendi kendisine yapar. Gününü, pek de farkında olmadan hâkim klişeler yelpazesinden seçtiği bir dizi poza böler.
Bu sözler, çok önemli bir şeye dikkat çekiyor: Gösteri, edilgin bir şekilde baktığımız bir şeyden çok daha fazlasıdır. Yaşam algımızı ve başkalarıyla ilişkilenme biçimimizi belirler. Kitapta dendiği gibi: “Gösteri, bir imajlar toplamı değil; kişiler arasında, imajlar tarafından dolayımlanan bir toplumsal ilişkidir.”
John Harris’in 30 Mart 2012’de Guardian’da yayınlanan “Guy Debord predicted our distracted society” başlıklı yazısından kısaltılarak çevrilmiştir.
[1] Guy Debord, Gösteri Toplumu, çev. Ayşen Ekmekçi ve Okşan Taşkent (İstanbul: Ayrıntı, 1996), s. 13.