1960’larda henüz bir çocuk olduğum zamanı hatırlıyorum da, zihinleri en çok meşgul eden şeylerden biri modern toplumun bize sunduğu onca boş zamanla ne yapacağımızdı. Hem medyada hem de akşam yemeklerinde bu konuşulur, neredeyse sınırsız denebilecek maddi imkânlar sonucunda artan boş zamanların en iyi nasıl değerlendirilebileceği tartışılırdı. Sendikaların her geçen yıl daha da bastırmasıyla mesai saatlerinin kısalması gibi çeşitli kazanımlar elde edilmesi de cabasıydı (o zamanlar hâlâ böyle şeyler oluyordu). John Kenneth Galbraith de klasik kitabı The Affluent Society (1958) ile tartışmanın yörüngesini belirlemişti: Çoğunluğun toplumsal refahına hizmet etmeyi amaçlayan modern seri imalat sisteminin tüm ülkeye bahşettiği bu büyük armağanın, belli bir yere kanalize edilmesi çağrısında bulunmuştu. Lyndon Johnson’ın Refah Toplumu da, refahın ve onunla birlikte boş zamanın artışının büyük bir başarı olduğu fikri üzerine inşa edilmişti.
O günden bugüne geçen süre içinde, elimizdeki onca boş zamanla ne yapacağımızın yanıtını aslında bulduk bulmasına ama, bu pek çoğumuzun tahmin ettiğinden epey farklı oldu. Boş zaman sorununu çözelim derken, ondan tamamen kurtulmayı tercih ettik ve bu sefer de hiç durmadan çalışır olduk. Dijital teknolojiler ve iletişim ağları sayesinde, nerede olursak olalım, sabah, öğle, akşam sürekli iş başındayız. Görsel kültür kuramcısı Jonathan Crary yeni ve çok önemli kitabı 24/7: Late Capitalism and the Ends of Sleep’te bize, yeni medya teknolojilerinin sanıldığı gibi özgürleştiren ve kendi kaderimizi tayin etmemizi sağlayan yeni bir çağ sunmadığını, aksine, çok daha sıkı bir denetim ağıyla bizi kapana kıstırdığını anlatıyor. Bu durumun en karakteristik yansıması da sürekli bir “hazırda olma” hali zorunluluğu. Bunun en geçerli yolu da Twitter, Facebook, Tumblr güncellemeleri, mesajlaşmalar, e-postalar, blog yazıları vb. formlara teslim olmak ve bunlar aracılığıyla sürekli kendi kendini denetleyen ve üzerinde kurulan hâkimiyeti yine kendi eliyle sürdüren bireylere dönüşmek.
Columbia Üniversitesi’nde Meyer Schapiro Modern Sanat ve Kuram profesörü olan Crary’nin bundan önce yayımlanmış iki önemli çalışması daha var. Birincisi Gözlemcinin Teknikleri: On Dokuzuncu Yüzyılda Görme ve Modernite[1] (1990). Bu kitapta Crary, 1800’lerin ilk yarısında seyreden modern görsel kültürün kökenlerini inceliyor. Fizyolojik bilimlerin yükselişe geçtiği bu dönemde insan kavrayışı biyolojik dürtülerin yalnızca bir işlevi konumuna indirgenmiş; benlik kavramı ruhani boyutundan arındırılarak, salt motor tepkiler ile temel içgüdülerden meydana gelen daha mekanik bir temele oturtulmuştu. Yaklaşık on yıl sonra yayımlanan ve ödül alan ikinci kitabı Suspensions of Perception: Attention, Spectacle, and Modern Culture’da da 1880 ile 1905 arasındaki oldukça kritik bir dönemi inceliyor. Yeni yeni endüstrileşmeye başlayan toplum, bu dönemde aşırı duyusal yüklemeye maruz kalmış, bununla baş etmeye çalışırken de artık dikkatini bir şeylere veremez hale gelmişti. Bu sorunu çözmek ve toplumun belirli olaylara odaklanabilmesini sağlamak için de yine bu dönemde yeni yollar aranmaya başlar. Crary her iki kitabında da temel olarak, bu toplumsal değişimlerin kapitalizme hizmet ettiklerini savunuyor –modern iş bölümüyle inşa edilen makinenin çarklarını döndürecek ve mükemmel birer dişli işlevi görebilecek, izole ve çıkarcı bireylerden oluşan bir kesim.
24/7 fazla derine inmeyen ve çok kısa bir kitap olmasına karşın (sadece 133 sayfa), Crary’nin gösteri üzerine arkeolojik çalışmalarını bütünleştiren yapısıyla belki de en önemli çalışması. Crary’nin kusursuz bir incelikle birbirine bağladığı bilgilerin başlıca kaynağı ise 20. yüzyılın en önemli düşünürlerinden Michel Foucault. Öte yandan zaman zaman onun çalışmalarını andıran 24/7 çok daha az baş ağrıtan bir okuma sunuyor diyebiliriz. Crary’nin çalışmasının en önemli özelliği ise, fiziksel ve duygusal bağlamda insan türünün geleceğine dair bizi bekleyen tehlikenin altını çizen sağlam bir ahlaki tutum içermesi. [...]
21. yüzyılın küresel kapitalist dünyasında bizi gece gündüz döngüsünden kurtaran tek bir şey varsa, o da uyku ve Crary, artık uykunun bile taarruz altında olduğunu söylüyor. 24/7, ABD ordusunun gerçekleştirdiği ve cephede görev yapan askerler ile diğer personelin hiç uyumadan ne kadar süre dayanabildiklerini ölçümleyen, uykusuz günleri uykusuz haftalara dönüştürme yollarını araştıran bir testin sonuçlarıyla başlıyor. Askeri alanda yapılan yeniliklerin genellikle gündelik yaşamın pek çok alanına sirayet ettiği düşünüldüğünde –hava ulaşımı, internet, GPS, reçetesiz ilaçlar, her tür elektronik ürün, hobi ve eğlence sektöründe kullanılan ateşli silahlar– Crary’nin de ileri sürdüğü gibi, uyumayan asker prototipinin uyumayan işçi/tüketici prototipine dönüşeceğini öngörmek hiç de zor değil. Crary şöyle yazıyor: “24/7’nin ebedi şimdide ve buradalığı yalnızca bedenlerimizin değil, psişemizin de ürettiği artık değeri tarladaki mahsullermişçesine biçmeye çalışıyor; tıpkı Matrix’te birer koza içinde yaşatılan insanlar gibi.
Crary 24/7’de özellikle üzerinde durmamış ancak, buna benzer bir durumun daha önce, yani seri imalat teknolojileri sayesinde mal ve hizmet üretimi için gereken zamanın ciddi ölçüde azaldığı 20. yüzyılın ilk yarısında yaşandığını söyleyebiliriz. Tarihçi Gary Cross Time and Money: The Making of Consumer Culture kitabında 1920 ve 1930’larda, insanların ruhsal ihtiyaçlarını gözetmek yerine, hükümet ile endüstri çevrelerinin kasıtlı olarak uyguladığı, meta tüketimi ve buna bağlı olarak kâr artışını teşvik eden politikaların ayrıntılı bir çözümlemesini yapar. Artık modası geçmiş bir tabir olsa da, meta fetişi öyle bir mekanizma haline gelir ki, ona eşlik eden kapitalizm, insan ilişkilerinin yerine geçer; yerel kültürel pratikler yerine de, tüketim mallarının şekillendirdiği soğuk piyasa mantığını koyar; el koyduğu zamanın bedelini hep daha fazla meta sunarak ödemeye çalışır ve gündelik yaşamı giderek daha fazla kuşatır olur.
Crary’nin dikkat çektiği bir diğer dönüm noktası da, II. Dünya Savaşı ardından başlayan televizyon yayınlarıdır. Crary, Raymond Williams’ın televizyonun daha yumuşak bir toplumsal denetim biçimi olarak gündelik yaşam içine yerleştirilişini anlattığı 1974 tarihli çalışması Television: Technology and Cultural Form’daki yorumuna katılır. Televizyon, sabah programlarıyla başlayıp, hava durumu raporları, öğlen haberleri, akşam için eğlence programları arasında, Williams’ın “planlı akış” olarak tanımladığı bir düzen içinde, kitlesel bir endüstriyel tüketici ütopyasının yararlarını yüceltir durur. Öte yandan televizyon, 1950’ler ile 1960’larda merkezden uzak banliyö nüfusunu, homojen bir ulusal imgelem içine yaklaştıran, nispeten daha istikrarlı bir sistemdi. Fakat 1970’lerde kablo TV ve VCR gibi programlanabilir teknolojilerin gelişiyle artık zamanı kaydırmak mümkün hale gelmişti. McKenzie Wark da son kitabında bu durumu “parçalanan gösteri” olarak tanımlar ve denetimin bu aşamada parçalarına ayrışıp çözündüğünü, fakat artık atlatılmasının daha da zorlaştığını söyler. Bu durumun bugünkü temsilcileri ise sosyal medya, kablosuz iletişim biçimleri ve internet gibi teknolojilerdir.
24/7 süren, durmak bilmeyen bir üretim ve tüketim dalgasına karşı Crary şunu önerir: Uykuyu dizginlenmemiş arzuların mekânı olarak yeniden yaratmak ve onu, piyasanın rasyonel hesaplarına karşı bir direniş biçimi, “milyarderlerin olmadığı bir dünya, barbarlığa veya post-insana mahkûm olmayan bir gelecek ve kâbus dolu felaketlerden ibaret olmayan bir tarih düşüncesinin hüküm sürdüğü” bir düş kurma hali olarak savunmak. Uykuya dalmak, kişinin ertesi gün yenilenmiş, tazelenmiş olarak ve karşısına yeni olasılıklar çıkması umuduyla kalkmasını gerektirir aslında. Ve 24/7 ağından kaçmanın giderek daha da zorlaştığını düşünürsek, direniş pekâlâ uykuda başlayabilir. O halde dünyanın tüm emekçileri, haydi uykuya!
Kısaltılarak çevrilen metnin özgün hali için bkz: Waking Life: Jonathan Crary's 24/7: Late Capitalism and the Ends of Sleep
[1] Jonathan Crary, Gözlemcinin Teknikleri: On Dokuzuncu Yüzyılda Görme ve Modernite, çev. Elif Daldeniz, (İstanbul: Metis, 2. Baskı 2010).