Frida Kahlo, 1907-1954
Fil ile Kelebek derlerdi onlara – gerçi babası kızına Güvercin derdi. Kırk küsur yıl önce öldüğünde ardında yüz elli tane küçük yağlıboya tablo bıraktı, bunların üçte biri otoportre sınıfına girer. Adam Diego Rivera’ydı, kadın Frida Kahlo.
Frida Kahlo! Bütün efsane isimler gibi uydurulmuşa benziyor ama öyle değildi. Yaşarken efsane olmuştu, hem Meksika’da hem de –küçük bir sanatçı muhiti içinde– Paris’te. Günümüzde bir dünya efsanesi. Hikâyesi tekrar tekrar anlatıldı – kendisi, Diego, sonra da başka başka insanlar tarafından. Küçükken çocuk felci kurbanı olmuştu, sonra bir otobüs kazasında feci şekilde sakat kaldı, resimle ve komünizmle onu Diego tanıştırdı, tutkuları, evlilikleri, boşanmaları, yeniden evlenmeleri, Troçki’yle yaşadığı aşk, gringolara duyduğu nefret, bacağının kesilmesi, muhtemelen acıdan kaçmak için intihar edişi, güzelliği, duyumsallığı, mizahı, yalnızlığı.
Paul Leduc Roseinvveig’in yönettiği harika bir Meksika filmi var onu anlatan. Le Clezio’nun yazdığı güzel bir roman var, Diego ve Frida. Carlos Fuentes’in yazdığı, onun Mahrem Günlüğü’nü de içeren muhteşem bir deneme var. Meksika popüler sanatı, gerçeküstücülük, komünizm, feminizm içinde eserlerinin konumunu inceleyen çok sayıda sanat tarihi metni var. Ama ben bir şeyi daha yeni gördüm – reprodüksiyonlara değil de ancak resimlerin asıllarına bakınca görülebilen bir şey. Belki de çok basit, çok aşikâr olduğu için insanlar hiç üzerinde durmamış. En azından bundan bahsedene rastlamadım. Bu yüzden de kendim yazıyorum.
Tablolarının birkaçı tuvale yapılmış ama büyük çoğunluğu metal ya da onun kadar pürüzsüz olan Masonite üzerine yapılmış. Tuvalin dokusu ne kadar ince olursa olsun, ona direniyor ve görüşünü bozuyor, fırça darbelerini ve konturlarını çok ressamsı, çok plastik, çok sıradan, çok epik, (her ne kadar epey farklı olsa da) Fil’in çalışmalarına çok benzer kılıyordu. Görüşünün bozulmaması için ten kadar pürüzsüz bir yüzeye resim yapması gerekiyordu.
Ağrıları ya da hastalığı yüzünden yatakta kalması gerektiği günlerde bile her sabah giyinmek ve kendine çekidüzen vermek için saatler harcardı. Her sabah cennete gidecek gibi giyiniyorum, derdi! Doğal olarak birbirine kavuşan kaşlarıyla yüzünü aynada hayal etmek kolay; göz kalemiyle kaşlarını daha da fazla vurgular, tarif edilemez gözleri üzerinde siyah bir paranteze dönüştürürdü. (O gözleri insan ancak kendi gözlerini kapattığında hatırlayabilir!)
Benzer şekilde, yağlıboya resim yaparken, sanki kendi teni üzerine desen çiziyor, renk sürüyor ya da kelimeler yazıyordu. Bunu gerçekten yapabilse, elin yaptığı şeyi yüzey de hissedeceği için –her ikisinin de sinirleri aynı beyin korteksine bağlandığı için– duyarlılık iki katına çıkardı. Frida, kendi alnı üzerine Diego’nun küçük bir portresini, onun alnına da bir göz resmederek kendi otoportresini yaptığında, belli ki –başka şeylerin yanı sıra– bu hayalini itiraf ediyordu. Kirpik gibi ince fırçaları ve titiz fırça darbeleriyle, yaptığı her imge, tam manasıyla ressam Frida Kahlo olduğu andan itibaren, kendi teninin hassasiyetine öykünüyordu. Arzusunun keskinleştirdiği, acısının daha da bilediği bir hassasiyet.
Frida Kahlo, Otoportre, 1929
Frida Kahlo, Ben ve Diego, 1949
Duygularını ve ontolojik özlemini ifade etmek için, kalp, rahim, süt bezleri, omurga gibi beden parçalarının resmini yaparken kullandığı bedensel simgesellik fark edilmiş ve üzerine defalarca yorum yapılmıştır. Bunu daha önce kimsenin yapmadığı şekilde, ancak bir kadının yapabileceği gibi yapardı. (Gerçi Diego da kendi tarzında bazen benzer bir simgesellik kullanmıştır.) Yine de burada mutlaka eklemek gereken bir şey var: Onun kendine has yağlıboya yöntemi olmasa, bu simgeler gerçeküstü tuhaflıklardan ibaret kalırdı. Kendine has yağlıboya yöntemi de dokunma duyusuyla ilgili bir şeydi, elin ve ten olarak yüzeyin çifte dokunuşuyla.
İster evcil maymunlarının kollarındaki kıllar olsun, ister kendi alnındaki ve şakaklarındaki saçlar olsun, her telin resmini nasıl yaptığına dikkat edin. Her fırça darbesi, saçın derideki bir gözenekten büyümesi gibi büyür. Hareket ve malzeme tektir. Başka resimlerde meme ucundan sızan süt damlası, bir yaradan damlayan kan ya da gözlerden akan yaş hep aynı bedensel kimliğe sahiptir – yani boya damlası, beden sıvısını tarif etmez, onun ikizi gibidir. Kırık Sütun isimli tablosunda bedeni çivilerle delik deşik olmuştur ve izleyicinin zihninde, çivileri dişlerinin arasında tuttuğu ve tek tek alıp çekiçle bedenine çaktığı görüntüsü oluşur. Resmini eşsiz kılan dokunma duyusu o kadar kuvvetlidir.
Frida Kahlo, Kırık Sütun, 1944
Buradan onun paradoksuna geliriz. Kendi imgesine bu kadar yoğunlaşmış bir ressam nasıl olur da narsisist olmaz? Bunu, çok sayıda otoportre yapmış olan Van Gogh ve Rembrandt üzerinden açıklamaya çalışanlar olmuştur. Ama bu kıyaslama yüzeysel ve yanlıştır.
Yeniden acıya ve acı biraz soluklanmasına izin verdiği zamanlarda Frida’nın onu yerleştirdiği perspektife geri dönmek lazım. Hisseden bir varlık olmanın birinci koşulunun, acıyı hissedebilme kapasitesi olmasının yasını tutar sanatı. Kendi sakatlanmış bedeninin hassasiyeti, canlı olan her şeyin tenlerinin farkına varmasını sağlamıştır - ağaçların, meyvelerin, suyun, kuşların ve doğal olarak başka kadın ve erkeklerin. Bu yüzden de, kendi imgesini, adeta kendi teni üzerine resmederek bütün bir hisseden dünyadan bahseder...
John Berger, Sanatla Direniş içinde, çev. Aslı Biçen (İstanbul: Metis, 2017) s. 115-117. Metin Metis Kitap sayfasından alındı, resimler tarafımızdan eklendi.