Madrid’deki Biblioteca de San Lorenzo de El Escorial’da faaliyet halindeki bir manastır yazıhanesini (scriptorium) betimleyen resim, 14. yüzyıl
Kimi yazarlar Roma hukukunun bazı hükümlerinde veya ortaçağa ait bazı kararlarda fikrî mülkiyetin ilk örneklerini bulmaya çalışırlar. Bunlarda fikrî mülkiyetle benzerlik taşıyan bazı noktalar olabilse de, böyle bir yaklaşım tamamen yanlış kategorileri devreye sokmak anlamına geliyor. Matbaanın gelişmesinden önceki dönemlerde bildiğimiz anlamda yazarlık haklarından veya telif haklarından söz etmek çok zor. El yazmaları rutin şekilde, parça başı çalışan uzmanlar tarafından, veya daha karmaşık düzenlemelerle ücret alan ya da ücretsiz çalışan keşişler tarafından kopyalanırdı. Kopyalama pahalı bir işlemdi ve yazılı eserlerin yayılımı tamamen bu vasıflı işçiler sınıfına dayanıyordu.
Roma hukuku, bir eserin maddi dayanağı (tablet veya papirüs vs.) ile, kendine has özelliklerin –yani, farklı özellikteki yeni bir şeyin– ortaya konması yoluyla yaratılan eserin kendisinin farklı bir şey olduğunu kabul ediyordu. Her ikisinin de mülkiyetinin aynı kişide toplanmadığı durumlar için özel maddeleri vardı, ki bu da Roma içtihatındaki farklı ekoller arasında tartışma konusuydu: Iustinanus kanunları bu sorunu çözmek için, bu tür eserlerin mülkiyetini, yeni özellikteki şeyi ortaya koyana, yani entelektüel yaratıcıya veriyordu. Ücret de malzemenin sahibine göre belirleniyordu. Bu gerçekten de bir eserin yazarı tarafından iddia edilebilecek bir haktı, ama bir kopyacı da aynı hakkı pekâlâ iddia edebilirdi. Roma kitap ticareti büyük ölçüde kuralsızdı, yazarlar da kolay kolay paraya indirgenemeyecek saiklerle yazıyorlardı – her ne kadar ün ve itibar kendi başına faydalı olsa da; dolayısıyla yazın faaliyetini münhasıran diğerkâmlık güdüsüyle açıklayamayız.
Ortaçağda, İrlanda’da, kopyalanmış el yazmaları üzerindeki hakla ilgili bir vaka yaşanmış, yazarlar değil kopyacılar lehine hüküm verilmişti. Hükümde, her buzağının ineğe ait olması gibi her kopyanın da kitaba ait olduğu belirtiliyordu. Basılı müzik parçalarının mülkiyetinin Kilise’ye ait olmasıyla ilgili benzer davalar da görülmüştü, ama var olan koruyucu hükümlerin modern yazar haklarıyla karşılaştırılabilir olmadığı muhakkak.
Avrupa’da basılı ez yazmalarının gelişmesi kitap üretimindeki yaygın koşulları kökünden değiştirdi. Bunlar hâlâ, her bir kopya için olmasa da, hatırı sayılır derecede vasıflı emek ve çok daha büyük miktarda sermaye yatırımı gerektiriyordu. Böyle bir değişim, belki de dönemin dinî ve politik tartışmalarıyla birlikte, sansür mekanizması olarak tasarlanmış yayıncılık tekellerinin gelişmesine yol açtı. Imprimatur [eser basma ruhsatı] mefhumu da bu sırada ortaya çıktı. Bu ruhsatlar matbaacılara Katolik Kilisesi veya hükümdarlar tarafından veriliyordu.
Zaman geçtikçe matbaacılar loncalar kurmaya ve hatırı sayılır bir nüfuz elde etmeye başladılar, her ne kadar Kilise ve devletle çoğunlukla sıkıntılı bir ilişki içinde olsalar da. Sansürün gevşetilmesi, ve dinî/siyasi içerimleri öne çıkmayan çok sayıda yeni eserin belirmesiyle birlikte, matbaacılar, yazarlara herhangi bir tazminat sağlamadan eserlerin basımı üzerinde daimi tekel oluşturmak üzere hem loncalar için hem de bireysel olarak çeşitli ayrıcalıklar talep etmeye ve almaya başladılar. Bu haris düzenleme tabii ilelebet sürmedi ve sonunda yasa koyucular yazarların yaratıcı rolünü teslim ederek eserlerini basma hakkını münhasıran yazara verdiler; onlar da bu hakkı, genelde çok küçük bir ücret karşılığında, hemen yayıncılara sattılar. Gelgelelim, başta kamunun tehlikeli düşüncelere erişimini kısıtlamak üzere devreye sokulmuş bir hukuki yapı, önce bir loncanın imtiyazlı tekeline, sonra da yeni bir eserin yaratılmasından türetilmiş yeni bir mülkiyet biçimine dönüştü.
Fransız Devrimi’nin, Ortaçağa ait bütün tekel ve imtiyazları feshettikten sonra ilk iş olarak eser sahibi haklarını yeniden tesis etmesi kayda değerdir. O zamandan sonra fikrî mülkiyet haklarının gelişimi en az üç farklı felsefi zeminde gerekçelendirildi diyebiliriz: İngilizce konuşulan ülkelerde, kişinin emeğinin üretim araçlarıyla iç içe geçmesinin mülkiyet hakkı doğurduğu yönünde Locke’çu bir anlayış; Kıta Avrupası’nda, müelliflerin, düşünsel emekleriyle kişiliklerinin bir parçası olarak dolaysız bağları olduğu anlayışı; ve daha sonra –özellikle ABD’de– müellifler için tesis edilecek münhasır hakların bilimleri ve sanatları geliştirecek faydalı düşün eserlerine götüreceği anlayışı.
Buna az çok benzeyen, ama çok daha hızla yaşanan bir gelişme de müzik, resim ve hareketli görüntülerin kaydını sağlayan tekniklerin keşfedilmesiyle ortaya çıktı. Bugün bu hakların altında yatan mantık, doğada halihazırda var olan şeyleri, yarı-iletken tasarımları, markaları, ürün formlarını (endüstriyel tasarımları), yayın haklarını, sonsuzca genişleyen dallı budaklı sayısız tekeli de içerecek şekilde, patentler aracılığıyla, her türlü teknik işlem ve ürünü kapsıyor.
Bu konumlar telif hakkını pek çokları için ahlaki bir meseleye dönüştürdü, ve nedense kimilerini, böyle bir sistem olmadan da düşünsel yaratımın mümkün olabileceğini tahayyül bile edemez hale getirdi.
Fakat belki de asıl şaşırtıcı olan, geniş anlamda solun da, fikrî mülkiyeti savunanlar kervanına katılmış olması. Sosyal demokrat partilerin çoğu, fikrî mülkiyetin yoksul insanlar tarafından da sıfırdan yaratılabileceği, bu nedenle de bir anlamda en büyük eşitleyici olduğu gerekçesiyle bu zehirli yaklaşımı benimsemiş görünüyor. Bu hiç kuşku yok ki çok zarif bir kurgu; tabii milyonlarca insan, önlenmesi pekâlâ mümkün olduğu halde ilaç şirketlerinin patentleri yüzünden engel olunamayan ölümlere maruz kalırken, sözü edilen yoksulların böyle bir mülkiyeti yaratmak için gereken araçlara (zaman ve donanım, ama yanı sıra eğitim ve becerilere) ve daha sonra da yarattıklarını işletecek araçlara (ağlara, bağlantılara, ticaret zekâsına vs.) nasıl sahip olacakları, okurun takdiri.
Sovyetler Birliği’nde de bir fikrî mülkiyet sistemi vardı. Yazarların telif hakkı tanınıyordu, ama burjuva demokrasilerinde olduğunun tersine, bu hak çok geniş kapsamlı istisna ve zorunlu ruhsatlar aracılığıyla sınırlanmanın yanı sıra, bizim alışkın olduğumuzdan çok daha kısa süreliydi. Örneğin, özel kullanım kopyaları ücretsiz olarak sağlanıyordu çünkü telif hakkı tanım olarak endüstriyel bir düzenleme olarak kabul ediliyordu. Böyle bir sistem, kişilerin emeğinin uygun bedeller ödenmeksizin işletilmesi gibi bir tehlikeyi engelliyordu – oysa dizginsiz bir telif hakkı rejimi, paradoksal olarak, tam da bu tehlikeyi hayata geçiriyor.
Öte taraftan, Sovyetler Birliği, yaratıcısına münhasır haklar bahşeden patentler yerine, sahibine ekonomik bedelin yanı sıra uygun şekilde tanınma da sağlayan buluş tasdiknamesi veriyordu; böylece toplumun geniş kesimlerinin yeni gelişmelerden faydalanması engellenmemiş oluyordu. Burjuva ekonomistlerinin, devletin patent alımı ihalelerine girmesi gerektiğini savunmaları, patent sisteminin büsbütün yetersizleşmeye başladığını gösteren en çarpıcı vakadır.
Bu tartışmaların müsebbibi büyük ölçüde internet. Ne kadar yasa çıkarılırsa çıkarılsın, kopyalamanın denetim altına alındığı izlenimini yaratmak bile giderek zorlaşıyor. Kötü sonuçlanmaya mahkûm girişimler, sistemin tamamının meşruiyetini kaybetmesine sebep oluyor, bu da olsa olsa onun sonunu hızlandırmaya yarayacaktır. Dahası, müzik kadim bir şeydir: insanların hep yaptığı bir şey. Bir süreliğine, pahalı teçhizatlara sahip uzmanların korunaklı alanı haline geldi, ama bu durumun daha fazla sürdürülebilir olduğunu gösteren pek bir emare yok. Aynı şey hikâyeler ve onların somut tecessümleri için de geçerli: kitaplar, filmler, tiyatro oyunları...
3 Ocak 2014’te North Star’da yayınlanan Culture in an Age of Superabundance başlıklı yazıdan kısaltılarak çevrilmiştir.