/ Episod / Tablo Mübayaası

29/4/2012 / skopbülten *

 

*Mübayaa ve müzayedeye dair, 1956 tarihli ve kaynağı belirsiz metin, özgün haliyle yayınlanmaktadır.


 

Gazete okuyucuları genellikle yanılırlar. Zannederler ki bir İdarenin çalışıp çalışmadığı, vatandaş hizmetlerinin görülüp görülmediği yazarların özene bezene yazdıkları tenkit veya övgüleri arasındadır.

Oysa İdare aslında hergün konuşur. Çalışıp çalışmadığını, hizmet görüp görmediğini gene gazetelerde ortaya kor… Ama, okuyucunun pek dikkat etmediği ilân sayfalarında, ihale sütunlarında!

Bizde hizmet yolu budur. Kanun öyle söylemiştir. Kamu yararına kurulmuş herhangi bir teşekkül, daha doğrusu daire, hizmet aracı olarak akla gelebilecek ne varsa hepsini alır. Ama ilgili Müdür, gözüne kestirdiği adama “Ben senden çok hoşlandım. Gel de bir türlü satamadığın şu malını alıvereyim” diyemez tabii. Bunun bir yolu yordamı, kanunî usulleri vardır. Önce ihtiyacını “Komisyon”a bildirir, bu müzakere edilir, sonra da 2490 sayılı artırma ve eksiltme kanununa göre ihaleye çıkarılmasına karar verilir. Böylece “Mezkûr ihtiyaç maddesi” için gazetelerde “çift sütun”luk ilân yapılır.

İşte okuyucunun pek dikkat etmediği İdare konuşması böyledir. Sonrası ise malûmdur. Talipler ihale gününden önce teminatları ile daha önce bu işi yaptıklarına dair belge ve “kapalı teklif mektuplarını” teslim ettikten sonra “Belli gün ve saatte” komisyonda hazır olurlar. Tabii “haddilâyık”, yani fiyatın normal olması şarttır. En sonunda idare menfaatına en uygun gelen teklifin sahibi “Müteahhit” olur.

Biliyorum, biliyorum: bu kadar sözü okumak zordur. Fakat siz de biliyor musunuz ki, işe tablo almak girince mesele ne kadar zordur? Kanun, bir anda kadavra oluyor masanın üzerinde! Nihayet bir binanın metrekaresi, bir vasıtanın markası, bir möblenin eni, boyu tayin edilebilir. Projesi, fotoğrafı, plânı, nümunesi teklif yazısına iliştirilebilir.

Ama tablonun? Alt tarafı kornezinden, hadi bilemediniz, eninden boyundan başka nesini tarif edersiniz? Sanatçı fabrika değil, imalâthane değil. İçine ne doğarsa, nasıl düşünüp görüyorsa öyle hareket ediyor. Yani senin değil, kendi istediğini ortaya koyuyor.

Doğrusu bir tablo almak isteyen ilgili daire müdürünün konuşması Komisyon üyelerini hayli duygulandırmıştı. “Sanatı ve sanatçıyı korumak lâzımdır” düşüncesi etrafında birleşmişlerdi. Bizzat Atatürk “Sanatı olmayan bir milletin hayat damarlarından biri kopuktur!” dememiş miydi? Bir üye “Müsaadenizle biz buraya beygir almak için gelmedik” diye masaya vuruyordu.

Bütün bunlar Ressam Cudi Yalın için yapılmıştı. Gerçi gazeteler sergisi için bir şeyler yazmış, fakat nedense tabloları satılmamıştı. Müdürün ifadesine göre açılışta bir kokteyl vermiş, gelenler, içki ve kanepelerin başında dedikodudan başka bir halt etmemişlerdi. Bu sebeple de borçlanmıştı. Oysa adam tablolarında Picasso gibi ancak duygularla çözülebilir marifetler yapmıştı. O gözünü ve gönlünü neye çevirmişse siz de onu görüp duyuyordunuz.

Şimdi, nihayet kendisiyle gurur duyulacak bir sanatçıya yardım bir yana, toplantı salonunu “Su Yolu” isimli tablo ile değerlendirmek az buz bir hizmet mi olurdu?

Gel gelelim o eser de 1500 liranın üstünde olduğu için “pazarlık kağıdı” ile alınamıyordu.

Çaresiz ihaleye çıkarılmasına ve bu yolla alınmasına karar verildi. Yalnız kanuna, mevzuata uydurmak gerekiyordu. Hemen tabloya göre bir “şartname” hazırlanarak günlük iki gazeteye aşağıdaki ilân gönderildi:

“İdaremize 45x84 cm boyunda bir tablo satın alınacaktır. Tablonun kornezi dört santim genişliğinde ve beyaz ahşap olacaktır. Tablonun adının “SU YOLU” olması şarttır. Sağ tarafında çınar yahut söğüt olduğu ilk bakışta anlaşılmayacak şekilde iki ağaç bulunacaktır. Büyük ağacın beri tarafı sarı, öte tarafı filizi renkte olmalıdır. Küçük ağaç ise acı yeşil olarak büyüğün altında hafifçe yan duracaktır. Tablonun çok mavi gök kısmının ortasına doğru duracak bulut, dört denk kadar hafifçe dağılmış pamuğa benziyecektir. Onun altında kız mı erkek mi, şalvarlı mı, pantolonlu mu olduğu asla bilinmeyecek iki insan yürüyecek, biri kolunu havaya, diğeri de sağ ayağını ileriye kaldıracaktır. Yol; hafif otlu ve taşlı sekiz kıvrımlı patika yoludur. Ve genişliği tahminen iki buçuk santimdir. Yolun uzunluğu mevzubahis değildir. Ancak sol tarafında beyaz köpüklü bir derenin bulunması zaruridir. Tablonun öteki ucuna doğru yürüyen saf kan iki Arap atından hiçbirinin boynunda yular olmadığı gibi, öndeki de tablodan dışarıya bakıyor gibi duracaktır. Bastıkları yerler tamamen yeşilliktir. Ve üzerinde yedi adedi üst kısımda, dokuz adedi alt kısımda büyük, sağ tarafta üç, sol tarafta iki, cem’an yirmi bir adet Hover ve Bakara cinsi gülle, muhtelif renk ve eb’atta çiçekler vardır.

Tablonun muhammen bedeli 5000 TL.dir. Taliplerin evvelce bunun gibi tablolar yaptıklarına dair Bayındırlık Müdürlüğünden alacakları belge ile aşağıdaki gösterilen gün ve saatte Komisyonumuzda bulunmaları ilân olunur.”

İlân çıktığı gün, Komisyon üyelerinden çok ressam Cudi Yalın memnun olmuş, gözleri yaşarmıştı. Demek ki, en müşkül anında bir sanatçının elinden tutabiliyordu. Sergideki “Su Yolu” tablosuna “satılmıştır” yazısını koydu. Borcu muhammen bedelin yarısı kadardı. O halde açılmakta beis yoktu. Nitekim öyle de yaptı.

Nedir ki, ihale gün ve saatinde Tellâl “Su Yolu tablosunun satışı için gelenler..” diye bağırdığı zaman Cudi bey, ancak on altıncı kişi olarak Komisyonun huzuruna çıkabildi!

Hepsinin de ellerinde evvelce bu işi yaptıklarına dair belge ve koltuklarında ilândaki tarife tıpatıp uygun 45x84 boyundaki “SU YOLU” isimli tablo vardı.

Önce komisyonda Etfaiye, Temizlik ve yazıişleri müdürlerinden kurulu üç kişilik bir “Bilirkişi” teşkili üzerinde duruldu ise de daha evvel bu husus şartnameye konmamış olduğundan ve de ileride taliplerden birinin bu sebeple Danıştaya gidebileceğinden hemen “Açık eksiltme”ye geçildi.

Nihayet bir saat sonra Komisyon, “İdare menfaatına en uygun” fiyat olan 2150 lira ile “Su Yolu” tablosunu satan yağlıboyacı bay Recep Gül’ün teklifini “Hayırlı olması dileği” ile imza ederken Ressam Cudi Yalın, getirdiği tablosu ile merdivenden eniyordu.