Geçtiğimiz Cumartesi günü on binlerce insan, yeni Matteo Renzi hükümetinin kemer sıkma tedbirlerini ve ekonomik reformlarını protesto etmek ve kendi çağrılarını –herkes için gelir, barınma ve onurlu bir yaşam hakkı– dillendirmek için Roma’da yürüyüş yaptı. Yürüyüşün sonlarına doğru polisin kalabalığa ayrım gözetmeden şiddetli bir biçimde saldırması sonucu çıkan çatışmalarda onlarca kişi yaralandı. Fakat polis güçleri, geçen Ekim ayında yüz binlerce insanı Roma sokaklarına döken “genel ayaklanmanın” ardından direnişi ileri taşıyan kitlelerin kararlılığını ezemedi.
Cumartesi günü yaşanan olaylar iki açıdan çok önemli. Öncelikle, İtalya’daki hareketlerin 2010-2011 döneminde Avrupa’da patlak veren ilk borç krizlerine tepkisi sönük kalmıştı. 15 Ekim 2011’de Roma’da düzenlenen ve amaçsız bir şiddete dönüşen kitle gösterisi haricinde, Öfkeliler/Occupy dalgası İtalya’yı teğet geçmiş gibiydi – üstelik, eski Goldman Sachs danışmanı Mario Monti’nin liderliğinde kurulan bir teknokrat hükümetinin seçilmeden iktidarı ele geçirmesine rağmen.
İtalya’daki olaylara ilgi gösterme önerimizin ikinci gerekçesi, çoğumuz için geçerli olan bir duruma dayanıyor. Cumartesi günkü gösteri, Avrupa’nın diğer ülkelerinde ve ABD’de direniş hareketlerinin büyük ölçüde sönümlendiği bir bağlamda gerçekleşti. Kemer sıkma politikalarına karşı çıkan hareketlerin başka yerlerde geri çekilme emareleri gösterdiği bir zamanda, İtalya’daki hareketler direnişi artırmış görünüyor. Bu, ilginç bir soruyu gündeme getiriyor: İtalya’da halihazırda etkisini gösteren taban hareketlerinden çıkaracağımız dersler olabilir mi? Bence bu sorunun cevabı evet – ve bence bu taban hareketlerinin altında yatan geniş toplumsal kompozisyon ve “müşterek proje” üzerinde bilhassa durmak gerekiyor.
Direnişi Tazelemek
Önce bir adım geri gidelim. Geçen haftaki yazımda, uluslararası hareketlerin içine girdikleri göreli sönümlenme aşamasında karşılaştıkları bazı sorunlara değinmiştim. Bugünlerdeki “protesto eksikliği”nin temel nedenlerinin (1) kriz halinde ve genel olarak finansallaşmış kapitalizm koşulları altında büsbütün güvencesizleşen emeğin yarattığı toplumsal parçalanma, (2) polis baskısına ve güvencesizliğe ek olarak, neoliberalizmin sürekli bağlantı halinde ve üretken olma yönündeki talebinin yarattığı kaygının yol açtığı yalnızlaşma, (3) geniş kesimlerde yaşanan beyhudelik duygusu olduğunu yazmıştım. Okurlardan biri, bu saydıklarıma, sürdürülebilir olmayan eylem biçimlerinin yarattığı fiziksel ve ruhsal tükenişi de eklemek gerektiğini yazmıştı haklı olarak.
Bana kalırsa, başka yerlerdeki hareketlerin direnişi tazelemek gibi bir derdi varsa, birbiriyle ilişkili bu etkenleri doğrudan hedef alacak yöntemler geliştirmek zorundalar – İtalya’daki hareketler, en azından nereden başlanabileceği konusunda bir örnek sunuyor: biraraya gelip, farklı politik grupları, otonom hareketleri ve tek tek bireyleri birleştirebilecek “müşterek bir proje” ortaya koymak. İhtiyacımız olan, ortak bir dizi hedef ve ilke etrafında geniş bir ittifaka dayanak olacak tek bir bayrak. İtalya’da bu müşterek projenin adı una sola grande opera: casa e reddito per tutti – “tek bir büyük hedef: herkes için ev ve gelir”. Bu proje, aşağı yukarı on yıldır “müşterekler hakkı” etrafında devam eden örgütlenme deneyiminin bir sonucu.
Müşterekler İçin Seferberlik
Müşterek kavramı son yıllarda dünya çapındaki eylemci gruplar arasında yaygınlık kazandı, ama şu anda İtalya’da yürütülen mücadelelerde çok açık biçimde telaffuz ediliyor. Alfredo Mazzamauro’nun ROAR’da yayınlanan yazısında belirttiği gibi, 19 Ekim 2013’teki sollevazione generale’nin en önemli özelliği, İtalyan solunu ve toplumsal hareketleri uzun zamandır bölünmeye ve kendi içinde savaşmaya itmiş tüm ayrım çizgilerini birleştirmesiydi. Bu farklı grupların güçlerini birleştirmesini ve tabandan gelen özerk bir politik strateji oluşturmasını sağlayan, ortak bir düşmanın (neoliberal kapitalizm) tespit edilmesi ve ortak bir hedefin (gelir ve barınma hakkı) oluşturulmasıydı.
Meselenin esasen gelir ve barınma üzerine kurulması tesadüf değil: Şu anda İtalya’da genç nüfusun %40’ı işsiz ve sadece 2013 verilerine göre, çoğunluğu gelir yetersizliği yüzünden kiralarını ya da kredi taksitlerini ödeyemediği için 68 bin aile evlerinden çıkarılma tehdidiyle karşı karşıya. Fakat göstericilerin gelir ve barınma hakkı çağrısı, yıkıcı bir kriz karşısında ılımlı bir reformist talepten ibaret değil. Roma’daki göstericiler reddito (gelir) derken, kayıtsız şartsız temel gelirden bahsediyorlar; konut hakkı derken de sadece bir insan hakkından değil, bir müşterekten bahsediyorlar. Dolayısıyla hareketler, hükümetten bir talepte bulunmuyor. Barınma ve kendini idame etme yönündeki temel insani ihtiyaçları, ücretli emeğe ve mübadele yasalarına bağımlılıktan ayırmaya yönelik devrimci bir amacı yeniden ifade ediyorlar.
Temel Gelir, Sosyal Konut
Konutu bir müşterek olarak, geliri de evrensel bir hak olarak tanımlamak, politik ufkumuzu ciddi anlamda genişletir. Her şeyden önce, temel gelir kavramı, insanların sırf hayatta kalmak için kendilerinden daha şanslı birine (işverenlerine) emeklerini satmaları gerektiği fikrini altüst eder. Toplumlarımızın (en azından Avrupa ve ABD’de) asırlar boyunca biriktirdiği sermayenin, herkesin temel ihtiyaçlarını karşılamaya haydi haydi yeteceği gerçeğini temel alır bu kavram. Ayrıca, güvencesiz çalışmanın yol açtığı derin kaygı duygusuna karşı somut bir alternatif önerir. Şunu unutmayalım: temel ihtiyaçlar için ücretli emeğe bağımlılıktan kurtulmak, toplumsal ilişkileri ve gündelik hayatın niteliğini temelden dönüştürür.
İkincisi, David Harvey’nin son yıllarda tekrar tekrar ifade ettiği gibi, konutun bir müşterek olarak tanımlanması da, kapitalist ekonominin en temel düzeyinde köklü dönüşümlere yol açma potansiyeli taşır. Bir müşterek olarak konut fikri, kullanım değeri ile mübadele değeri arasındaki çelişkiyi ortadan kaldırarak, temel barınma ve güvenlik ihtiyacının, spekülatif emlak yatırımının tamamen kurgusal ve üretken olmayan değerinden çok daha üstün olduğunu ortaya koyar. Bu yönüyle, bir evin her şeyden önce bir değişim değeri olduğu yönündeki fundamentalist piyasa fikrini bertaraf eder – bugün milyonlarca insan evsizken, milyonlarca insansız ev yaratmış, tamamen akıldışı bir fikirdir bu.
Geniş İttifaklar Kurmak
İtalya’da, mücadeleyi net bir biçimde böyle bir çerçeveye oturtmak, yan yana gelmeleri pek de muhtemel olmayan grupları biraraya getiren geniş bir ittifakın kurulmasını sağladı: büyük kentlerdeki işgalevi ve sosyal merkez hareketlerinden, radikal otonom no-TAV hareketine (Piemonte’de, Susa Vadisi’ndeki hızlı tren inşaatına karşı yerli toplulukları ve çevre müştereklerini savunan hareket), güvencesiz işçilerden evlerinden çıkarılma tehdidiyle karşı karşıya olan işsiz İtalyanlara ve göçmenlere kadar…
Benzer ittifaklar, 2011 yılındaki isyanlar sırasında başka yerlerde de kurulmuştu, ama çoğu durumda negatif enerjileri çabuk tükendiği için, göstericilerin pozitif biçimde bağlanabilecekleri ve etrafında örgütlenebilecekleri ortak bir vizyon ve somut bir politik proje geliştiremedikleri için bu ittifaklar kısa sürede dağıldı. Ortak bir proje olmadığında, isyanlar büyük ölçüde geçici bir biçim aldı: ortak bir düşman belirlendi (Mübarek, Wall Street, Erdoğan), ama halk meclislerinin yeniden keşfedilmesi gibi son derece önemli bazı gelişmeler dışında, alternatif bir politik hayal gücü inşa etmek ve uzun vadeli bir devrimci strateji belirlemek için gereken adımlar atılmadı.
Taktik Çeşitliliği
Ortak bir politik proje geliştirmek, mevcut toplumsal güçleri ve politik tahayyülleri tek bir birleşik yapı içine sıkıştırmak demek değil elbette. Daha da önemlisi, geleneksel solcuların sürekli vaaz ettikleri gibi, çeşit çeşit toplumsal hareketi yamalı bohça misali bir politik partinin çatısı altında birleştirmek de değil. İtalya’daki hareketler, farklı sol eğilimlerin kendi politik düşüncelerinden taviz vermeksizin nasıl ittifak kurabildiklerini göstermesi açısından öğretici.
Bu anlamda, ortak bir projenin, politik programla aynı anlama gelmediğinin altını bir kez daha çizmek gerekiyor. Herkes için temel gelir ve konut hakkı çağrısında bulunmak, herkes için konut ve temel gelir talep etmekle aynı değil. Roma’daki göstericilerin hiçbiri, Renzi hükümetinin böylesi radikal adımları atacağını düşünecek kadar saf değildir herhalde. Taktik çeşitliliği bu nedenle çok önemli: hem kısa hem de uzun vadeli hedefleri gerçekleştirmek için hareketlerin stratejik açıdan kararlı ve taktik açıdan esnek olmaları gerekiyor. Örneğin, işgal hareketlerinin doğrudan eylemleri, halihazırda evlerinden çıkarılmış olan ve gelecekteki bir reformu veya devrimi bekleyecek durumu olmayan insanlara ücretsiz yaşam alanı sağlıyor. Bu arada, başka grupların daha uzun vadeli örgütlenmeleri, daha yerleşik kanallardan büyük kazanımlar elde edilmesini sağlayabilir: İtalya’da halkın, yine bir müşterek olan suyun özelleştirilmesine büyük bir oy farkıyla karşı çıktığı 2011 referandumunda hareketlerin kazandığı zafer gibi.
Taktik çeşitliliği, aynı zamanda, daha militan eylemcilerin pasifist göstericilerin güvenliğini ve sağlığını tehlikeye atmamaları, buna karşılık pasifistlerin de militan eylemlere ve çatışmacı taktiklere alan açmaları gerektiği anlamına geliyor. İtalya’daki geniş ittifak içerisinde enformel biçimde yerleşen taktik çeşitliliği ilginç bir değişimi de beraberinde getirdi. Ekim 2011’de militan eylemciler pervasız davranarak pasifist göstericileri polisle çatışmaya sürüklemişler, buna karşılık pasifistler de hiç utanmadan militan eylemcileri yakalayıp bizzat polise teslim etmişlerdi. Halbuki Ekim 2013’te, militan eylemciler Maliye Bakanlığı önündeki polis saldırısında geri çekilmeyerek pasifist çoğunluğu polisten korudular. Ertesi gün ise, pasifist çoğunluk, çatışmalar sırasında tutuklanan altı eylemcinin serbest bırakılması talebiyle militan grupların safında yer aldı. İşte bir hareketin saflarını sıklaştırması, ve ideolojik ve baskıcı devlet aygıtının böl-yönet taktiklerini etkisiz hale getirmesi böyle olur.
Tabii İtalya’da yaşanan deneyime aşırı anlam yüklememek de gerekiyor. Taban hareketi umut vaat etse de, İtalyan solu hâlâ –pek çok başka yerde olduğu gibi– neoliberal saldırıya karşı savunma pozisyonunda. Yine de bu deneyimin önemli bir mesajı olduğuna inanıyorum: belki de halihazırda pek çok hareketin içine düştüğü felç halini aşmanın yolu, gerçekten nereye varmak istediğimize dair daha net bir vizyon oluşturmaktır. Kimileri buna anarşizm diyebilir, kimileri sosyalizm, kimileriyse komünizm, ve belki de çoğunluk hiçbir isim vermemeyi tercih eder. Fakat bu tartışmalı kavramları, bizi bölüp duran dogmatik soyutlamalar olmaktan çıkarıp bizi birleştirecek somut hedeflere tercüme edene kadar, farklılıklarımızın üstesinden gelmenin, politik ufkumuzu genişletmenin ve bizi bekleyen zor zamanlarda yönümüzü bulmanın ilk adımı bu olabilir.
Jerome Roos’un 14 Nisan 2014’te RoarMag’de yayınlanan “Mobilising for the common: some lessons from Italy” başlıklı yazısından kısaltılarak çevrildi.