Haziran 2013’te, Türkiye’de AKP hükümetine isyan eden göstericiler arasında Süpermen figürü epeyce yaygınlık kazandı. Gezi Parkı’na kurulan çadırların üzerine “Gündüz Clark Kent, Gece Süpermen” yazılı dövizler asıldı; gömleklerin altından sarı-kırmızı baklava biçimli Süpermen işaretinin basılmış olduğu tişörtler göründü; beyaz yakalıların kurduğu dayanışma grubu Plaza Eylem Platformu, “Her Yer Direniş, Herkes Süpermen” sloganını dolaşıma soktu.
Bir Amerikan çizgi roman kahramanına yönelik bu göndermelerin anlamı neydi? Neden Türk göstericiler, özellikle de orta sınıf mensupları, kendilerini Süpermen gibi görüyorlardı? Göstericilerin kendilerine yakıştırdıkları bu figür, Türkiye’deki isyanın doğasına dair ne gibi ipuçları barındırıyor? Bu kısa metinde, Süpermen figürü ile Türkiye direnişinin gücü ve zaafları arasında doğrudan bir bağ olduğunu (ve olmaya devam ettiğini) göstermeye çalışacağım.
Süpermen Hepinizin İçinde
Pek çok gösterici için, Clark Kent’in takım elbisesinin altına saklanmış süper kahraman imgesi, Haziran isyanı sırasında kendi yaşadıkları dönüşümün mükemmel bir ifadesiydi. Yüz binlerce genç, güvencesiz çalışan, AKP hükümetine muhalefetlerini dile getirmek için iş kıyafetlerini çıkarıp, tomalara, gaz fişeklerine, polis coplarına karşı savaşmıştı. Tarihine (sivil veya asker olsun, sevilsin veya sevilmesin) güçlü liderlerin damgasını vurduğu bir ülkede, Süpermen kitleleri, Haziran isyanının kendiliğinden ve lidersiz doğasını mükemmel biçimde sembolize ediyordu.
Türkiye halkı, gökten zembille inip ülkenin sorunlarını çözecek bir kurtarıcı beklemek yerine, içinde bulundukları durumdan kurtulmak üzere kendilerini kolektif kurtarıcılara dönüştürmüştü. Süpermen imgesi, kravatlarının ve ütülü takım elbiselerinin altında sıradan Türklerin isyanın gerçek kahramanları olduğu fikrini pekiştiriyordu. Yani, aslında hepimiz süpermendik.
Eskiyi Durdur, Yeniyi Yarat
Fakat Türkiye’deki isyanın da, tıpkı Süpermen’in yegâne zayıf noktası olan kriptonit gibi, bir zaafı vardı – ironik biçimde, bizzat Süpermen figürüne işlemiş bir zaaf. Tabii hemen akla gelen ilk eleştiri, bu imgenin cinsiyet bakımından bariz biçimde tekyanlı olması: Süperkız veya Harika Kadın neredeydi? Bu da, kadınların direnişe her düzeyde etkin biçimde katılmasına rağmen ataerkil söylemlerin devam ettiğini gösteriyordu.
Fakat belki de bundan daha rahatsız edici olanı, Süpermen’in alter-egosu Clark Kent’in, yani bu sarsak ve itaatkâr beyaz yakalı işçinin, direnişçilerle arasındaki koşutluktu. Türkiye isyanının, bu bölünmüş kişiliğin her iki yanını da, hem Süpermen’i hem de Clark Kent’i sahiplenmesi, isyanın temel zaafını oluşturuyor. Bunun sebebini anlamak için, bu Süpermenlerin neden ortaya çıktığına ve direniş sırasında ne yaptıklarına daha yakından bakmak lazım. Daha önceki bir yazımda, Türkiye’deki isyanı anlamanın en iyi yolunun, bu isyana bir toplumsal hareket olarak değil, bir toplumsal dur(dur)ma [arrest] olarak bakmak olduğunu yazmıştım. Direnişçilerin taleplerinin içeriğini de, direnişin biçimini de tanımlayan, hareket değil dur(dur)maydı.
Direnişçilerin, çeşitlilik gösteren rahatsızlıkları arasında şunlar vardı: kentteki yeşil alanların sürekli tahrip edilmesi; İstanbul’un merkezini elit bir tüketim mekânına dönüştürmeye niyetli neoliberal kentsel gelişme; sinsi ve ürkütücü bir otoriter, İslamcı gündem. Bütün bu rahatsızlıklar, AKP hükümeti zamanında başlatılan veya devam ettirilen olumsuz gelişmelerin duraklatılması veya durdurulmasıyla ilgiliydi. İsyanın temel biçimine de dur(dur)ma damgasını vurmuştu. Barikatlar, parklardaki çadırlar, forumlar: hepsi, kalabalıkların geçici olarak toplanması, yürümesi ve dağılmasına değil, kamusal alanın işgal edilmesine, bu mekânlarda daha önceleri olup biten şeylerin durdurulmasına dayanıyordu. Bu anlamda Türkiye isyanı 2011’den beri tüm dünyada kitlesel politik mücadeleyi tanımlayan bir biçimin devamı ve uyarlanmasıydı.
Gündüz Clark Kent
Fakat eski dolaşım ağlarının (insanlar, mal ve hizmetler veya enformasyon anlamında olsun) durdurulması, “fabrika kapıları”na varmadı. İşin doğrusu, Türkiye isyanına, işyerinde durdurmanın eksikliği damgasını vurmuştu. Gerçi belli başlı sol sendikalar, DİSK, KESK, Türkiye Tabipler Birliği ve TMMOB 5 Haziran’da iş bıraktı ama bu eylem zaten isyanlardan önce planlanmıştı ve eylemin biçimi –yürüyüş, nizami hareket ve sonunda dağılma– isyanın kendisiyle uyuşmuyordu.
Geniş çaplı iş bırakma eylemleri olmayınca, isyan bölünmüş bir kişiliğe büründü. Meydanlarda kalıcı bir varlık gösterenler, öğrenciler, sanatçılar, takım taraftarları ve işsizlerden oluşan bir azınlıktı; göstericilerin büyük çoğunluğu vazifeşinas bir şekilde her gün işe gitti, akşamları ve haftasonları sokağa çıktı. İlk haftanın sonunda, hepimizin aşina olduğu bir ritim oturdu: Akşamları biber gazı ortasında gösteri yapan, sabahları işe giden göstericiler. Gece Süpermen, gündüz Clark Kent. İsyanın bu bölünmüş kişiliği, haliyle bir kilitlenmeye sebep oldu. Bugünden baktığımızda, hükümetin işine yarayan bir kilitlenmeydi bu.
Paris'in Hayaletleri
Geçtiğimiz haftalarda, Gezi gösterilerini 1968 Paris olaylarına benzeten bir yayın dolaşıma girdi; Haziran direnişinden karelerle 45 sene önce Fransa’da yaşanan gösterilerin fotoğrafları yan yana konmuştu. Barikatların, göz yaşartıcı gazın, kitle gösterilerinin, kitlesel medyanın ve polis vahşetinin tarihsel çağrışımları, kuşkusuz o dönemle bugün arasında benzerlikleri akla getiriyor. Fakat 68 olayları ile Haziran direnişi arasında kurulacak en önemli benzerlik, ne yazık ki Türkiye isyanında bulunmayan bir unsur yüzünden kurulamıyor: Genel Grev. Fransa’da 1968 baharı geride kalıp yaz aylarının ilk günlerine gelindiğinde, toplam işgücünün yaklaşık üçte ikisi düpedüz iş bırakmıştı. Bu işçilerden dört milyonu, yani yarıya yakını, üç haftadan uzun süre grev yapmış, ülke çapında hem üretimi hem de hükümetin etkinliğini durdurmuştu.
Türkiye’de fiilî grevlerin yapılmaması, devam eden kilitlenmede ve nihai dağılmada en çok payı olan eksiklikti. Sanki Türkiye’deki işyerlerinin sınırlarında görünmez bir kriptonit vardı. Üretimin devam etmesi isyanın sadece etkinliğini sınırlandırmakla kalmadı, politik imgelemine de ciddi sınırlar koydu. İsyanın başardıkları ile başaramadıkları arasına kalın bir çizgi çekti: Ekonomi politikasının politize edilmesi, yani neoliberal kalkınmanın çevre ve sosyal adalet temelinden eleştirilmesi başarılmıştı; ama güvencesizlik ekonomisine son vermekten işçilerin özyönetim taleplerine kadar, üretim mekânının ve üretim ilişkilerinin politikleştirilmesi başarılamadı.
Fiilî Grevlerden, İşyerinin İşgaline
Üretimin özelleştirilmiş alanı içindeki fiilî grevler, kamusal alanın işgalinin doğal bir tamamlayıcısıdır. İkisi de üretimin ve dolaşımın mekânlarını dönüştürür ve öznenin –halk, işçi ya da çapulcu– görünür olmasını sağlar. Bu yeni kolektif özne sınıf ya da yurttaşlık bilincinin zaman içinde yerleşmesiyle değil, bir anda doğar – tam da toplumsal dur(dur)ma eyleminde ve onun sayesinde.
Fabrikaların, meydanların, ofislerin ve parkların durdurulması ve işgal edilmesi, insanların ve nesnelerin daha önceki nizamını da durdurur, bu mekânlarda neler yapılabileceğine, ve nasıl yapılabileceğine dair yeni imkânların önünü açar. Gezi Parkı’nın işgali insanların, malların ve enformasyonun, direnişin yeni öznelerine hizmet edecek şekilde baştan aşağı yeniden düzenlenmesini sağladı; ama ekonomik alanın durdurulması –devrimci (beyaz ve mavi yakalı)– yeni öznenin, ne ürettiğini, neden ürettiğini ve kimin için ürettiğini sorgulamasını sağlayabilirdi.
Kamusal alanın işgalinin tamamlayıcısı olarak işyerinin işgali, Haziran isyanına musallat olan hayaletti; daha geniş açıdan baktığımızda, 2011’den beri yaşanan tüm isyanlarda eksikliği hissedilen bir unsurdu. Maddi ve gayri maddi üretim alanlarındaki işleyiş durdurulmadığında, dünyanın neoliberal rejiminin de uzun vadede durmayacağını hatırlatan bir eksiklik…
Kazova tekstil işçileri, bu kuralı kanıtlayan bir istisna oldu. 28 Haziran 2013’te, isyanın kamusal alanı işgal etmesini tamamlayacak bir hamleyle, tekstil fabrikasının işçileri –patronlarının 4 aylık ödenmemiş maaşları da alıp kaçması üzerine– işyerlerini işgal ettiler, makinelere el koydular ve kitlesel üretime başladılar. Yeni kooperatifin işçileri mahalledeki park forumlarında stant açarak kendi çalışma mekânlarının yeniden örgütlenişi ile direnişin yeniden örgütlediği kamusal mekânları birbirine bağladılar.
Çok küçük bir ölçekte de olsa, işgal edilmiş ve özyönetime dayalı bir fabrikanın ürünlerini Haziran isyanının yarattığı yeni dolaşım ağlarına eklemlediler. Orta sınıf göstericilerin ne kadar devrimci olduklarını göstermek için giydikleri, kâr amacıyla üretilmiş Che Guevara, Deniz Gezmiş (ve Süpermen) tişörtlerinin tersine, bu iddiasız giysiler direnişin ürünüydü ve bizzat İstanbul’un gece-gündüz Süpermen olan işçileri tarafından üretilmişti.
Kazova işçilerinin ürettiği her parçada, üzerinde kısa bir mesajın yazılı olduğu bir etiket vardı.“Gezi ruhuyla birbirimizi görmeye başladık. Birbirimizin gözlerine baktık. Şimdi bazen bize bakan ama görmeyen kardeşlerimizi görüyoruz. Bağırıyoruz ama sanki bir camın arkasında gibiyiz.” Etiketin üzerindeki mesaj, Türk Clark Kentleri açısından temel bir soruyla bitiyordu: “Size bakıyoruz. Bizi görüyor musunuz?" Belki, umarız, bir dahaki sefere…
Mehmet Döşemeci’nin 13 Ocak 2014’te RoarMag’de yayınlanan Superman, Clark Kent, and the Limits of the Gezi Uprising başlıklı yazısından kısaltılarak çevrildi.