İnsanlar ile hayvanlar, insanlar ile şeyler, ve insanlar ile çocuklar arasındaki hudutların üzerine titrenerek korunmasındaki teyakkuz, bu hudutların muhafaza etmeye çalıştığı şeyin saldırıya ne kadar açık olduğunu gösterir: tümleşik, bağımsız ve değişmez bir özne biçimindeki o soyut insan kavramının.[1]
Federico Succaro (1540-1609), “Aesopos’un Samos’taki Köle Pazarında Ksanthos’a Satılışı”
Aisopos [Ezop] orta yaşlarına gelene kadar bir efendiden ötekine satılıp durmuş ve sonunda filozof Ksanthos’un kilercisi olmuştur. Bir akşam, âlim dostlarını yemeğe davet etmiş olan Ksanthos, kilercisine çarşıya gidip bulabildiği en iyi yiyecekleri almasını emreder. Heyecanlanan Aisopos, kendi kendine “İşte şimdi göstereceğim /aptal değil akıllı olduğumu” deyip, çarşının yolunu tutar. Akşamleyin sofrada sunulan ilk yemek, sirkeye yatırılmış “domuz ve öküz dilleri”nden oluşmaktadır; etkilenen misafirler, Ksanthos’a “yemeğin felsefeyle dolu” olduğunu söyleyerek iltifat ederler.[2] Sonra ikinci yemek servis edilir, yine domuz ve öküz dilleri vardır ama bu sefer soğan ve sarımsakla süslenmişlerdir. Filozoflar Ksanthos’a şöyle derler: “Bu diller iyi süslenmiş/zira bunlar ötekilerden farklı”. Ancak gelen üçüncü yemeğin de domuz ve öküz dili olduğu görülünce misafirlerin sabrı taşar ve neden durmadan kendilerine dil servis edildiğini sorarlar. Aisopos öfkeli efendisine durumu şöyle açıklar: “Her türlü sanat, öğreti ve felsefe dille anlaşılır; bütün insanlar dil aracılığıyla methedilir ve fani insan hayatının en önemli parçası dilde yatar.” Davetli filozoflar zekâsından ötürü köleyi överler. Ertesi gün Ksanthos Aisopos’a yine çarşıya gitmesini emreder, ama bu sefer bulabildiği en kötü yiyecekleri almasını söyler. Aisopos alışverişi yapar ve akşam yemeğinde âlimlere bir önceki gece sunulanlarla aynı üç yemeği servis eder. Ksanthos’un misafirleri bu durumdan hiç memnun olmaz. Aisopos şaşkınlık içindeki konuklara dilin neden aynı zamanda en kötü yemek olduğunu açıklar: “Şu uğursuz dilden daha kötü ve rezil şey var mı?/nice insan dil yüzünden mahvolmuş /niceleri sefalete düşmüş /nice devlet yıkılmış dil yüzünden /nice musibet yaşanmış”.[3]
Platonik symposion [şölen] veya Neo-Platonik convivio’da [şölen], bir grup filozof biraraya gelir, şölende sunulan yemeklerle ilgisi olmayan aşkın metafizik konularda tartışırlardı; oysa Aisopos’un yukarda aktardığımız şöleninde filozofların uzun uzadıya tartıştığı konu bizzat yemeklerdir. Katledilmiş bir hayvana ait pişirilmiş dil, zaten başlı başına karmaşık bir göstergedir, ancak burada dilin insanlar tarafından yeniliyor olması, durumu daha da karmaşıklaştırır: Zira Aisopos’un kastı, bu sessiz canlılara ait dillerin, tam da konuşan insanların dillerini temsil etmesidir.
Kimilerine göre hayvan masallarında her şey tam da orada, diller ile dişler arasındaki, yiyenler ile yenenler arasındaki o alanda olup biter. Hayvan masallarına ilişkin keskin analizinde Louis Marin bu alanı clinamen olarak adlandırır: “konuşma ile yeme, söz ile ağız, kendini koruma içgüdüsü ile dilsel dürtü arasındaki temas noktası”.[4] Marin, hayvan masallarına insanlık durumunun politik alegorileri olarak baktığını en baştan itiraf eder: hayvan masallarında, “hayvanlar, içgüdü düzeyine doğru sembolik bir gerileyişin temsilini sunarlar: burada, söylemin kökenini Eros’a ve yıkıma yerleştiren, ve yönetenleri söylem üzerindeki iktidarlarından mahrum bırakmaya yarayan bir kurgu söz konusudur”.[5]
Giorgio Agamben de, insan ile hayvan arasındaki dilsel ve ontolojik “açıklığı” (l’aperto), yırtık boşluğu sorgularken, dili insana has ayırt edici bir özellik olarak değil, içsel olarak ne insanlara ne de hayvanlara atfedilmesi mümkün olmayan bir şey olarak tanımlar. Açıklık: İnsan ve Hayvan kitabında, 19. yüzyıl dilbilimcisi Hermann Steinthal’in çalışmalarına değinir. Steinthal, dilin hayvanların değil insanların algı dünyasından türemiş olduğunu kanıtlamak için, insanın gelişiminde dilin henüz ortaya çıkmadığı bir evre olduğunu öne sürer. Ama sonunda kendisinin de teslim ettiği, ve Agamben’in açıkladığı gibi:
İnsanı hayvandan ayıran dildir, ama insanın psikolojik yapısında halihazırda bulunan doğuştan verili bir şey değildir bu; tam anlamıyla ne insana ne de hayvana atfedilmesi mümkün olmayan tarihî bir neticedir. Bu unsuru çıkardığınızda insan ile hayvan arasındaki fark yok olur; meğerki hayvandan insana geçişte köprü işlevi gören bir “konuşmayan insanın” –Homo alalus– var olduğunu düşünelim. Ne var ki bütün kanıtlar, bunun sadece dilin düşürdüğü bir gölge olduğuna, konuşan insanın bir önvarsayımı olduğuna işaret ediyor, ve bunun üzerinden hep ya insanın hayvanlaştırılmasına ya da hayvanın insanlaştırılmasına varılıyor. Hayvan-insan ve insan-hayvan, iki taraftan da onarılması mümkün olmayan bir kırıktır.[6]
Agamben’in dil ile dilsizlik, hayvan-insan ile insan-hayvan arasındaki açıklığı (Steinthal adına) kavramsallaştırma girişimi, Aisopos’a kadar izi sürülebilecek uzun bir tarihe sahip felsefi bir hamledir. Ancak asıl önemlisi, Agamben’in şu düzeltici eleştirisidir: insan ile hayvan arasında köprü kurma ihtimali olan bir “konuşmayan-insan” hayal etmek, Batı’nın logosantrik özneye ötekinin dildeki yerini ifade edecek asıl ses olarak öncelik verme inadını yeniden kaydetmekten öteye gitmez.
Bilindiği gibi Derrida hayatının son on beş yılında, “logosantrizm”e uyguladığı yapısökümü bir adım ileri götürüp, “karnofallogosantrizm”[7] diye adlandırdığı şeye odaklanmıştı: Batı kültürünün türcü ekonomisinde hayvanların suçluluk duygusundan azade biçimde öldürülüp yenmesinin teşvik edilmesi. Jonathan Emme’ye ait 1992 tarihli Kuzuların Sessizliği filmini inceleyen Cary Wolfe ile John Elmer’ın analizleri, Batı kültüründeki bu unsurun bazı içerimleri hakkında ipucu veriyor. Filmin bütün önemli karakterleri hayvanlarla özdeşleştirilmiştir: Başkahraman Clarise Starling, çocukluğunda kuzuların kesilmesine tanıklık ederek yaşadığı travma sonucunda kendini kuzuların sessizliğiyle özdeşleştirir; Buffalo Bill, genç kadınları öldürüp derilerini yüzerek kendisine giysi yapar; ve Hannibal Lecter, ince zevk sahibi o müthiş uygar canavar, halis İtalyan şarabı yanında bir parça çiğ insan etini en leziz yemek sayar. Wolfe ve Elmer, filmde tür tanımlamalarının düzenlendiği dört parçalı bir dizgeye işaret ederler: birinciler, katıksız doğa halinde yaşayan hayvanlaşmış hayvanlar; ikinciler, evcil hayvanlar gibi, genelde toplumun kurban etme rejiminden muaf tutulan insanlaşmış hayvanlar; üçüncü ve en rahatsız edici olanlar, kategori hataları ve ucube melezler olan hayvanlaşmış insanlar; ve dördüncüler, “egemen ve rahat” konumdaki insanlaşmış insanlar.[8]
İki melez kategori olan “hayvanlaşmış insan” ile “insanlaşmış hayvan”ın her ikisinin de birer ideolojik fantezi olduğu, Batı kültürünün bu kategorileri tanımlayan sınırları defaatle çizmek için harcadığı çabadan bellidir. Peki aynı şeyi, diğer iki kategori için de söyleyemez miyiz? İnsanlaşmış insan da aynı zamanda hayvan değil midir? Keza, en hayvanlaşmış hayvanda dahi, insan dediğimiz varlığın izlerine rastlanmaz mı? “Yamyam Hannibal”, insan-hayvan karşıtlığını yapısöküme uğratır: hem tam bir insan, hem de tam bir hayvan olarak iki uç kategoriyi de bünyesinde barındırır. Dünya görüşü korkutucu derecede basittir: “Hayvanları yiyorum, bu nedenle insanları yemiyorum” demek yerine, “hayvanları yiyorum, bu nedenle insanları da yiyorum” der.[9] Böylece Lecter, her daim gülen yüzü ve tatlı diliyle, uygarlık ile vahşiliğin birliğini simgeler: Hapisten kaçtıktan sonra Starling’i aradığında, akşam yemeğinde bir dostunu ağırladığını söyler. Hitabeti güçlü bir filozof olan Lecter, en derin hassasiyetinin konuşma organı olarak dile yönelik olduğunu bilmekten büyük zevk duyar. Ama dili, istediği zaman, kelimeden ete çevirmek suretiyle metafor olmaktan çıkarmaktan da zevk alır: Lecter için “dil, nihayetinde maddedir,” diye yazar Wolfe ile Elmer, ve bu nedenle “yemesi de zevklidir (nitekim, hemşirenin dilini dosdoğru koparıp yemekte bir an bile tereddüt etmez)”.[10]
Hannibal'in ve Aisopos’un dil şölenleri, olağanüstü felsefe yemekleridir; ikisi de, apayrı eleştirel noktalardan, Batı toplumunun karnofallogosantrik temellerini masaya yatırır. Hannibal’in şöleni, insan ile hayvanı, kelimeler ile şeyleri eşitleyerek her türlü metaforik ayrımı yerle bir etmek suretiyle bu temelleri şiddetle tehdit eder. Aisopos ise, hayvanların dili ile insanların dilini eşitler, ama kurduğu hayvan-metaforlarını evcilleştirici bir yöne çevirerek, etobur ile yamyam arasındaki sınırı –silinmesine ramak kalan bir noktada da olsa– korur ve böylece uygarlığın dile dayalı sınırlarını muhafaza eder. Aisopos’un, filozof efendilerine sunduğu dil şöleninden nasiplenmezken, Filozof Kral Lecter’ın kendi-içinde-şey’i yemesi anlamlıdır.
*
Kelly Oliver’ın İnsan Olmayı Hayvanlardan Öğrenmek başlıklı kitabında gösterdiği gibi, Batı düşüncesinde dil, metafor, insan ve hayvan, mitik bir varlığa-gelme ânında birbiri üstüne binmiştir. Bu temel ânın, bir dilsel tabiiyet ve ontolojik farklılık alanı olması şaşırtıcı değildir, zira insanı “değişmez ve benzersiz bir kategori” olarak kavramlaştırmak, ancak “hayvanın insan tarafından metaforik ikamesi ve özümsenmesi” yoluyla gerçekleştirilebilir.[11] Oliver’ın çalışması 21. yüzyıl hayvan çalışmaları alanındaki en dikkate değer eserlerden biridir; ama aynı zamanda, dilin, özellikle de metaforun, Ortaçağ hayvan masallarındaki yerine eleştirel bir ışık tutması bakımından da dikkate değerdir: “Bizzat metafor olanağı, dilin olanağı, hayvanın insanla ikame edilmesine dayanır,” diye yazar.[12] Bu ikame işlemi Oliver’a göre sadece bir dilsel özümsemeden ibaret değildir, aynı zamanda fiziksel bir yutma eylemidir: “Öteki’yle ve ötekilerle ilişkili her türlü özdeşleşme ve özümseme, kelimenin gerçek veya metaforik anlamında birer yeme biçimidir”.[13]
“Aesop’s Symposium of Animal Tongues” başlıklı yazının “Consuming Animetaphors” adlı bölümünden kısaltılarak çevrildi; Postmedieval: A Journal of Medieval Cultural Studies (2011) 2, s. 33-49.
[1] Diana Fuss (ed.), Human, All Too Human, “Introduction”.
[2] Caxton’s Aesop, ed. R.T. Lenaghan (Cambridge, MA: Harvard University Press, 1967) s. 43.
[4] Marin, Food for Thought, çev. M. Hjort (Baltimore, MD: Johns Hopkins University Press,1989) s. 131.
[6] Agamben, The Open: Man and Animal, çev. K. Attell (Stanford, CA: Stanford University Press, 2004) s. 36 [Türkçesi: Açıklık: İnsan ve Hayvan, çev. Meryem Mine Çilingiroğlu (İstanbul: YKY, 2009)].
[7] Derrida’nın carnivour, phallus ve logos kelimelerinin birleşimiyle türettiği bir terim – ç.n.
[8] Wolfe ve Elmer, “Subject to Sacrifice: Ideology, Psychoanalysis, and the Discourse of Species in Jonathan Demme’s The Silence of the Lambs”, C. Wolfe, Animal Rites: American Culture, the Discourse of Species, and Posthumanist Theory içinde (Chicago, IL: University of Chicago Press, 2003) s. 101.
[11]Oliver, Animal Lessons: How They Teach Us to Be Human (New York: Columbia University Press, 2009) s. 102.