Rus modernizminde mimarlığın değişken bir rolü olmuş: Önce küçük kardeş, sonradan mütehakkim ağabey. Rusya’da sanatta ve edebiyatta avangard deneycilik ve putkırıcılık, Birinci Dünya Savaşı’ndan önceki yıllarda başlıyor: Maleviç’in Siyah Kare’si, Bely’nin Petersburg’u, Gonçorova’nın Bisikletçi’si hep bu yıllara ait. Devrim, sanata gittikçe artan bir radikallik getiriyor; ne var ki, İç Savaş’ın yokluk zamanlarında bu yaratıcı çoşku, ancak kâğıt, tuval ve kontrplak üzerinde ifade bulabiliyor. Rus mimarlığının büyük modernist eserlerinin ortaya çıkması için 1921’den sonraki yılları beklemek gerekir. Sonraki on, on beş yılda, aynı anda hem ütopyacı bir enerjinin, hem de şiddetli bir ihtiyacın doğurduğu şaşırtıcı bir formel yenilik dalgasıyla karşılaşırız. SSCB’nin her yerinde, bir zarafet ve sadelik karışımı olan bir dolu yapı yükselir: apartman blokları, garajlar, yönetim yapıları, işçi dernekleri. Ne var ki, 1930’ların ortasında Parti, bütün sanatları dize getirir. Avangard tepkiler, sosyalist realizmin kanonu tarafından bastırılır. İşte bundan sonra Stalinist görsel üslubun ayrıcalıklı dünyası mimarlık olur. Ve hâlâ birçok Rus kentinin manzarasını kaplayan, ağır, tumturaklı bir klasizm, giderek 1920’lerden geriye kalanları siler.
Vladimir Tatlin’in tasarladığı, ama hiç inşa edilmeyen “Üçüncü Enternasyonal Anıtı”nın maketi, 1919.
Tatlin’in anıtının Royal Academy’de sergilenen replikası.
22 Ocak tarihine kadar Royal Academy’de açık kalacak olan “Devrimin İnşası” (Building the Revolution) sergisi, 1915-1935 yılları arasındaki olağanüstü dönemi kapsayan çok sayıda fotoğraf, çizim ve pentürü bir araya getiriyor. Serginin odağı mimarlık. Ama ayrıca, farklı sanat dallarına ait yaklaşımların nasıl birbirleriyle iç içe geçtiğini göstermek amacıyla, Rodçenko, Popova, Lissitzki gibi sanatçıların eserlerinden örnekler de sergileniyor. Gerçekten de, daha önce birbirlerinden ayrı olan pentür, heykel, mimarlık ve tasarım, Devrim’den sonra VKhUTEMAS (Teknik ve Yüksek Sanat Atölyeleri) gibi kurumların bünyesinde birleşmişti. [AA]
* Tony Wood’un, London Review of Books dergisinin 17 Kasım 2011 sayısında yer alan yazısından özetlenerek çevrildi.