“Ciudad Juárez’de, teritoryal bir güç, barbarlığı normalleştirmiş durumda. Bu sıradışı ekoloji, bir kadın cinayeti makinesine dönüştü: yalnızca onlarca kadının ve kızın katledilme koşullarını yaratmakla kalmayan, bu suçların faillerinin dokunulmaz olmasını garantileyen, hatta onları yasallaştıran bir aygıt. Kriz içindeki bir devletin hamiliğindeki kanunsuz bir şehir. Olguların yoruma ihtiyacı yok.” Sergio González Rodríguez’in, Semiotext(e) Yayınları’ndan çıkan The Femicide Machine başlıklı kitabının ilk satırları böyle. Kitap, Meksika, ABD, küresel ekonomi ve organize suç arasındaki girift ilişkilerin tarihsel seyrini ortaya koyuyor ve kadın cinayeti makinesinin doğuşunu anlatıyor.
Ciudad Juárez’de, 2009’da 164, 2010’da 306 kadın cinayeti işlendi; büyük kısmı boğularak, bıçaklanarak veya ateşli silahlarla öldürüldü ve çoğu vakada cinsel şiddet de söz konusuydu. 2006’da uyuşturucu kaçakçılığı üzerinden başlayan savaştan beri, dörtte bire yakını Juárez’de olmak üzere 30 binden fazla insan öldü. The Femicide Machine, aşırılıkçı kapitalizmin toprağı yeniden şekillendirmesinin ve devletin tam anlamıyla insanlıkdışı makineleri doğurmasının hikâyesini anlatıyor.
Ciudad Juárez, pek çok şehrin ortak adı, aynı zamanda geleceğimizin şehri: bir savaş tiyatrosu, küresel ekonomi içindeki bir düğüm, “askerî mekanizmalar ve medya kontrolü üzerine kurulu plütokratik, tekelci, küresel, spekülatif, servet-yoğunluklu, yağmacı” bir şehir.[1] González Rodríguez, Juárez’in bir kadın cinayeti makinesine dönüşmesine temel teşkil eden sınai gelişme sürecini ortaya koyuyor. İçki yasağı sırasında ve İkinci Dünya Savaşı’nın sürdüğü dönemde ABD’nin gölgesi altındaki turistik bir mekân olan kent, 1961’de kabul edilen Ulusal Sınır ve 1965’te devreye sokulan Sınır Sanayileşmesi programları aracılığıyla hızla gelişti. Bu iki program, yabancı sermayeyle kurulan ve ucuz emeğe dayanan, maquila denen imalathanelerin yayılmasına yol açtı. Kentin temel altyapı ve sağlık hizmetleri, yaşanan göç patlamasına cevap veremedi. Pıtrak gibi biten kenar mahalleler kent merkezini yuttu.
Maquila
1994’te kabul edilen Kuzey Amerika Serbest Ticaret Antlaşması (NAFTA) şüphesiz Meksika ile ABD arasındaki asimetrik koşulları daha da pekiştirdi. Eşitsiz servet dağılımı ve ucuz emek yetmezmiş gibi, büsbütün serbestleştirilen ticaret yasaları, hammaddenin vergiden muaf bir şekilde Meksika’ya girmesini ve işlendikten sonra yeniden ABD pazarlarına satılmasını sağladı. İki ülke arasındaki serbest alışveriş, mutlak şirket kontrolünün mekânsal tecessümü olan maquiladora’ları ortaya çıkardı: hazır bir işgücü havuzu işlevi gören, dikey olarak örgütlenmiş sanayi parkları. González Rodríguez bunlara “biyopolitik bölgenin mükemmel örneği” diyor.[2]
Sanayi kamusal alanı yeniden yapılandırdıkça, otomasyon ve ânında üretim gibi neo-Fordist teknikler göçebe ve asosyal bir nüfus doğurdu. Fabrika, Agamben’in “kamp” tarifinden bir pasajdan alıntıyla kadın cinayeti makinesinin “giriş odası” olarak konumlanıyor: “Kamp, içindeki sakinlerin her türlü siyasi statüden mahrum bırakılması ve saf çıplak hayata indirgenmesi bakımından, bugüne dek hayata geçirilmiş en mutlak biyopolitik mekândır – iktidarın, hiçbir dolayım olmaksızın, saf biyolojik hayatla karşı karşıya geldiği bir mekân”.[3]
NAFTA sonrası dönemde ülkede şiddet yoğunlaştı ve değer kaybı yaşandı. 2001 ve 2003 yılları arasında 500 maquiladora kapandı, kitlesel işsizlik baş gösterdi. Yeni oluşan pazarlara paralel olarak organize suç arttı, Meksika topraklarının %71’i suç örgütlerinin eline geçti. Dahası, suç makinesi faaliyetlerini ve taktiklerini o kadar çeşitlendirdi ki, bankalarla çeteleri ayırt etmek olanaksız hale geldi.
Birbirinin yerine geçen figürler arasındaki suç ortaklığı –suçlular, polisler, hükümet görevlileri ve “yasal bir ‘ahbap-çavuş’ ağı”– kadın cinayeti makinesinin Ciudad Juárez’de semirmesine yol açtı, makinenin izleri sokaklarda görülüyor: sakat bırakılmış bedenler, kurşun delikleri açılmış duvarlar, araba enkazları, elektrikli tel örgüler, kayıp insan ilanları. Şiddet hikâyelerinin içeriği, aktaran kaynağa göre değişiyor: devlet, akademi, uluslararası örgütler, medya ve sanat, hepsi ayrı telden çalıyor. Bazı anlatımlarda cinayetlerdeki cinsiyet boyutu küçümseniyor veya cinayetler ülkenin tamamında yaygın olan maçist ve kadın düşmanı tutuma bağlanıyor. Ölümleri “tutku cinayeti” olarak tanımlayanlar, veya bir seri katilin işi olarak görenler de var. Sonuçta, faillerin büyük kısmı ortaya çıkarılmıyor veya cezasız bırakılıyor. Kadınlar istenmeyen birer nesne olarak yeniden işaretleniyor ve buna bağlı olarak imha ediliyor. Octavio Paz 1961’de Meksika’da bireyselliğin inkârıyla ilgili şöyle diyordu: “kadın hiçbir zaman kendisi değildir […] O, ayrımsız bir yaşam tezahürüdür, evrensel arzunun aktığı bir kanal. Bu anlamda kadının kendine ait arzuları yoktur.”[4]
Meksika-ABD sınır kentleriyle ilgilenen (veya buraları fetişleştiren) pek çok sanat ve mimarlık pratiği de oldu. İki ülkeden insanların biraraya geldiği Border Arts Workshop/Taller de Arte Fronterizo (1984-1997) ve Teddy Cruz’un “siyasi ekvator” araştırması gibi girişimler, iki ülke arasında faaliyet yürüttü. Tijuana ile San Diego arasında köprü kuran bienal kapsamında, Javier Téllez’in sınırın bir tarafından diğerine insan topunun fırlatıldığı One Flew Over the Void/Biri Boşluktan Uçup Gitti (2005) adlı performansı sergilendi; Francis Alÿs de, Meksika-ABD sınırını es geçip Pasifik Okyanusu etrafındaki bir yolu kullanarak Tijuana’dan San Diego’ya gitti (The Loop/Döngü, 1997). Alÿs’in yolculuğunun anlamsızlığı, sanatçının temel savına işaret ediyordu: bazen poetik bir şey yapmak siyasi olabilir, bazen de siyasi bir şey yapmak poetik olabilir.
Javier Tellez, "One Flew over the Void" (Biri Boşluktan Uçup Gitti), 2005. Meksika-ABD sınırında gerçekleştirilen herkese açık eylemdeki insan topu.
The Femicide Machine kitabında yer verilen tek görsel sanat eseri, Santiago Sierra’nın Sumisión (antes Palabra de Fuego/İtaat (Eski Ateşten Söz) (2006-2007) adlı arazi yerleştirmesi. Sierra bu eseri için, Ciudad Juárez’in yakınlarındaki bir yerde toprağı kazarak İspanyolca SUBMISSION kelimesini yazmaları için bölge halkından işçiler tutmuştu. Kelimenin yazıldığı arazi, aynı zamanda pek çok kadının cesedinin bulunduğu bir yerdi. Sierra çok tartışma yaratan bir sanatçı; bunun bir sebebi de, eserlerinde sık sık para veya başka şeyler karşılığında insanlara istismar içeren işler yaptırması: Brezilya’da kadınlara sırtlarına dövme yapılması karşılığında eroin temin etmek, Kübalı erkeklere kamera önünde mastürbasyon yapmaları için para vermek, galerideki tuğla bir yapının içinde yaşaması için bir işçi tutmak, gibi… Bu alçaltıcı alışverişler, sanatçıyı, eserdeki kişileri ve izleyicileri işin içine katıyor ve bu tür sanat eserlerine piyasa değeri yükleyen çerçeveye işaret ediyor. Ne yazık ki tek yapabildiğimiz daha fazla tasvir ve daha fazla eleştiri.
Santiago Sierra, Submission (formerly Word of Fire), 2006-2007
Mart-Mayıs 2012’deyse, New York merkezli Artists Space, Meksika-ABD sınırında yer alan bir halk merkezi olan Mexicali Rose’la bağlantılı eserlerin yer aldığı Radical Localism/Radikal Yerellik başlıklı sergiye ev sahipliği etti. Semiotext(e) yayınlarının editörlerinden, yazar Chris Kraus’un düzenlediği sergi kapsamında bir de sempozyum gerçekleştirildi. Sergide, 2006 yılında Marco Vera tarafından kurulan ve bir galeri, atölye, sinema kulübü, radyo istasyonu işlevi gören Mexicali Rose’un, her şeyden önce varoşlardaki çocukların ve yetişkinlerin yaratıcı bir şekilde biraraya geldikleri bir mekân olduğu görülüyordu. Mahalledeki çocuklarla, bir sınır kentinden diğerine sürüklenen gençlerle çalışan merkez, iktidarın makinelerine alternatif bir düzenek oluşturacak komünal öğrenme biçimlerini teşvik ediyor. İhtiyaçtan doğan ve pedagojik bir dürtünün ürünü olan Mexicali Rose, kendimizi örgütlemenin yeni yollarını gösteren ilham verici bir örnek olabilir.
Unutmayalım ki makinenin sağlamlığına, “onu tasarlayan, işleten ve bir noktada parçalayacak olan insan unsuru eşlik eder”.[5]
Greg Barton’ın Femicide Machine/Backyard başlıklı yazısından kısaltılarak çevrildi.
[1] Sergio González Rodríguez, The Femicide Machine (Los Angeles: Semiotexte, 2012), s. 12.
[3] Giorgio Agamben, Means Without End: Notes on Politics (Minneapolis: University of Minnesota Press, 2000), s. 40.
[4] Octavio Paz, “Mexican Masks,” The Labyrinth of Solitude trans. Lysander Kemp (New York: Grove Press, 1985), s. 37.
[5] González Ramírez, s. 32.