Çağdaş Sanatta Temsiliyet Krizi: Çağdaş Kuramlar ve Güncel Tartışmalar

 

 

20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren giderek daha yoğun biçimde teknoloji ile içli dışlı hale gelen sanat alanında, yeni anlatım yolları ve deneyimler ön plana çıkarken bu süreçte sanatın adeta tekno-işlemsel bir hazcılığa dönüştürüldüğüne ve böylece sisteme dönük eleştirelliğinin giderek yok edildiğine dair bakış açıları da gündeme gelmiştir. Aslında 1960’lardan 70’lere uzanan süreçte bir yanıyla şaşırtıcı ölçek ve etkilerde ele alınan teknoloji tabanlı sanat uygulamaları, 1970’lerin başlarındaki ekonomik krize dek bütçeleriyle de göz kamaştıran organizasyon ve sergilerin yükselişe geçmesine sebebiyet verirken, bu dev maliyetli sofistike etkinlikleri destekleyen büyük sermayenin de sanatla ilişkisinin yoğun biçimde tartışıldığı yeni bir süreci de görünür kılmıştı.

1970’lerin başlarında patlak veren ekonomik krizle beraber sanat piyasalarında hüküm süren durgunluk dönemi, kavramsal sanatın ve nesnesiz sanat fikrinin yükselişe geçtiği bir aşamayı temsil etmekteydi. Bu yıllar sanat ve bilim ya da sanat ve teknoloji ilişkisinin canlandırıldığı; Information, Software gibi sistem analizlerine ve sibernetik deneylere ağırlık verildiği yıllardı ve bilgisayarın üretici ve yaratıcı bir aygıt olarak öne çıkarıldığı yaklaşımları gündeme getirmişti. Sanat ve teknolojinin bu kuşkulu birlikteliğine ve disiplinlerarası yönelimlere olanak sağlayan bu sergilerin ana meselesi sanatın bir ‘bilgi’ biçimi olarak nasıl anlaşılması gerektiğine dair bir dizi yorum ve yaklaşımı da beraberinde getirmiştir. Kosuth ve LeWitt gibi sanatçıların önermeleri, Eco ve Barthes gibi düşünürlerin kuramsal yaklaşımları, bu yönelimlere zemin hazırlarken aynı zamanda bu evre, başını Hans Haacke’nin çektiği ‘kurumsal eleştiri’nin de ön plana çıkmasına olanak tanımıştı. Galeri ve müzelere meydan okuyan Postminimalistler/arazi sanatçıları, ekolojik bilinç ve çevre kirliliğini gündeme getirirken, performans sanatçıları ise sıra dışı etkinliklerle sanat pazarıyla etkin bir mücadeleye girişmişlerdi bu yıllarda.

1980’ler ise, yaklaşık on yıla yayılan bu nekahet döneminin hemen ertesinde sanat piyasalarının yeniden canlandırılması adına spekülasyonların doruğa çıktığı bir evre olarak nitelenebilir. Uzunca bir süre sanat ortamından dışlanan tuval resminin yeniden kıymetli bir meta olarak gündeme getirilmesiyle sanat pazarı hareketlenir. 1980’lerin başında sanat ortamında birbiriyle neredeyse eşzamanlı olarak ortaya çıkan ve “neo” önekiyle başlayan akımların hemen hepsinin ortak noktası, geçmişteki ölü stillerin yeniden gündeme taşınmasıdır. Ancak bu hareketler, her ne kadar geçmişteki kimi stillere göndermeler yapsa da yeni bir bağlamdan hareket ettiklerini dile getirmekteydiler. Ne ki neo-figürasyon, neo-geo, neoekspresyonizm vb. hareketlerin içindeki isimler, sanat piyasalarıyla kurdukları kuşkulu birlikteliği pek de gizlemedikleri gibi, dönemin sinik tavrını çarpıcı bir şekilde yansıtan söylemlerle gündeme gelmişlerdir.

1980’lerden itibaren devletin, sanat ve kültür alanını giderek küresel şirketlere devrettiği bir evreye girilmiş olup, bilhassa Reagan ve Thatcher sonrası uygulamaya konulan politikalar gereği sanat ve kültür alanının nasıl yönetildiğinin irdelenmesi, günümüzde sanat ve estetik alanında ortaya çıkan krizin de değerlendirilmesi açısından son derece önemli görünüyor.

 

 

Jasper Johns, Map (Harita), 1961

 

Baudrillard gibi bu sürece daha ziyade şüpheyle bakan düşünürler, geç kapitalizmin hayatın her alanını estetize ederek, dünyayı dev bir gösteri alanına dönüştürdüğünü, sanatın ise yerini reklamcılığa terk ederek çoktan yitip gittiğini dile getirmekteydi.

Aslında kapitalizmin yarattığı ağır koşullar, 1950’lerin başlarından itibaren bir çıkış yolu arayan sanatçı ve entelektüellerce uzun erimde tartışılmış, bu koşulların aşılması yönünde oldukça kapsamlı ve kavrayıcı avangard stratejiler gündeme getirilmiştir de. Ne ki, Sitüasyonist Enternasyonal’in 68 Mayıs’ındaki başarısızlığının yarattığı derin hayal kırıklığı ve travma, avangardist özlemlerin de sonunu hazırlamıştır. Aslında Sitüasyonist Enternasyonal’in yaşadığı hüsran, sisteme meydan okuyan duruşların son kalesinin de düşmesi anlamına geliyordu. Sanatın sistemin işleyişini sekteye uğratabilecek muhalif karakteri, sanatçıların ise Baudelairevari bir flâneur olarak ön alması artık pek de kullanışlı bir pozisyonu ifade etmemekteydi. Sistemin baskılayıcı, ehlileştirici niteliği, bu son utkuyla sanatçıyı uzlaşımsal bir çizgiye çekme, hizaya sokma ve hizmetine alma isteğini yeniden güçlü bir biçimde duyurmaktaydı.

Peki, gösteri ve imaj bolluğuyla yaşamaya şartlandırılan bu yeni toplumsal yapı içinde sanatın hakikati ele geçirmeye dönük keskin tutumu nasıl görünürlük kazanabilirdi? Sanat ve gösterinin çarpıcı şekil ve ilişkilerle iç içe geçtiği kimi durumlarda ya da sanat yapıtının daha çok tasarlanabilir(!) olduğu bir evrede bazı tanım ve kategorilerin de artık eskisi gibi güvenilir olduğunu iddia etmek ne denli mümkündü? Teknolojiyle ilişkiye geçen sanat, bu gösterinin aracı konumuna mı indirgenmekteydi?

Sanatçı, daha ziyade bir tasarımcı ya da teknisyen gibi mi davranmaktaydı? Artık sistemin münafıklığına soyunan bir sanatçıdan söz etmek ne denli anlamlıydı? Kuşkusuz tüm bu sorular ve küreselleşmenin getirdiği yeni sorunlar da dahil olmak üzere sanatın sermayeyle olan çetin imtihanı, sanat ve kültür yönetimine ilişkin bazı tartışmalar, bu çalışmanın odaklandığı bazı detayları oluşturuyor.

Elinizdeki çalışma son altı yılda kaleme alınan ve söz konusu tartışmalar ekseninde ilerleyen bir dizi metnin bireşiminden oluşuyor. Bazıları 2008 yılından bu yana Türkiye’nin belli başlı sanat dergilerinde yayımlanan ve bilimsel organizasyonlarda tebliğ olarak sunulan bu yazılar, kapsamlı biçimde yeniden gözden geçirilerek, birçok eklemeyle bir bütün olarak okurun ilgisine sunuluyor. Bu çalışma, ilkin 2008 yılında yayımlanan ve 2013’te revize edilerek Ütopya Yayınları tarafından basılan Sanatta Postmodern Kırılmalar adlı kitabımın bir devamı olarak da değerlendirilebilir.

Tıpkı diğer kitapta olduğu gibi bu kitaptaki yazıların da doğrudan ya da dolaylı yollardan birbiriyle kurduğu bağıntılar, benzer sorunsallar etrafında 1960 sonrası sanatının karakteristiklerini görünür kılma çabası, postmodernizm, post-yapısalcılık, post-feminizm, kimlik ve temsiliyet, toplumsal cinsiyet tartışmaları, sanat eleştirisinin açmazları ve küreselleşme gibi günümüz sanat dünyasının hesaplaştığı meseleler ve güncel sorunlar bu çalışmanın oluşumda önemli bir çıkış noktası olarak görülebilir.

Çağdaş Sanatta Temsiliyet Krizi: Çağdaş Kuramlar ve Güncel Tartışmalar’da, günümüz sanatına ilişkin birçok olgu ve kavram irdelenirken, bu süreçte öne çıkan önemli birçok sanatçının yaklaşımları analiz edilirken herhangi bir kronolojik dizgeden hareket edilmiyor ve bu açıdan okurun da tüm bu okumalardan yola çıkarak farklı yeni okumalara varması beklenebilir.

 

 

Joseph Beuys, How to Explain Pictures to a Dead Hare (Ölü bir Tavşana Resimleri Nasıl Açıklamalı), 1965

 

Çalışmanın birinci bölümünde; Duchamp sonrasında sanatta benimsenen tutumların tartışıldığı, buna dair eleştirilerin değerlendirildiği bir metin bulacaksınız. Türkiye’de Sanatın Sonu kitabıyla gündeme gelen ve Allan Kaprow üzerinden postmodernist sanat anlayışlarına meydan okuyan Donald Kuspit’in tezlerinin tartışıldığı bu metin, postsanat deyimi üzerinden yürütülen eleştirel yaklaşımları detaylandırırken performans sanatı, happeningler, Fluxus vb. post-Duchampyen tavırların günümüz sanatının doğasına olan etkilerini de yeniden gündeme getiriyor. Bu bölümde, Derrida ve Baudrillard gibi yapısalcılık sonrası tezleriyle sanat ve düşün dünyasında yankılar uyandıran önemli iki düşünürün yaklaşımlarına da yer veriliyor. Birinci bölümde ayrıca Hal Foster’in avangardizm üzerine yaklaşımlarının tartışıldığı kuramsal bir metin de yer almakta.

İkinci bölümde ise, sanatın teknolojiyle kurduğu ilişki, gerek teknik gerekse estetik açıdan çok yönlü olarak irdelenirken aynı zamanda sürecin getirdiği yeni teorik tartışmalar, yeni medya olgusu ve bu olgunun tarihsel içeriğinin soruşturulduğu bazı metinlere yer veriliyor. Üçüncü bölümde, ağırlıklı olarak küreselleşmenin sanat alanında ortaya çıkardığı yeni tartışmalara, dördüncü bölümde ise, post-feminizme, beden ve temsiliyet ilişkisine ve toplumsal cinsiyet meselelerine odaklanılıyor.

Çağdaş Sanatta Temsiliyet Krizi: Çağdaş Kuramlar ve Güncel Tartışmalar’ın güncel sanat üzerine kafa yoran okurların günümüz sanat ortamında hüküm süren bir dizi tartışmaya ve meseleye yeniden göz atmasına vesile olmasını temenni ediyorum.

 

 

Rıfat Şahiner, Çağdaş Sanatta Temsiliyet Krizi: Çağdaş Kuramlar ve Güncel Tartışmalar (İstanbul: Ütopya, 2015)

 

 

çağdaş sanat