Geçtiğimiz yıl Ekim ayında, Dubai’de yeni bir “mutluluk endeksi” sistemi devreye sokuldu; amaç, kamu hizmetlerinin, bunlardan faydalananların mutluluğunu nasıl etkilediğine ilişkin detaylı veriler toplamak. Bu doğrultuda kentin çeşitli yerlerine, insanların nasıl hissettikleri hakkında gerçek-zamanlı geribildirim vermelerini sağlayan akıllı cihazlar yerleştirildi.[1]
Dubai Belediyesi yöneticisi, bu tasarıyı şöyle açıklıyordu: “Birleşik Arap Emirlikleri, dünyanın en mutlu ülkeleri listesinde 14. sırada yer alıyor. Dubai yönetimi olarak, 2021 yılına kadar kentimizi dünyanın en mutlu 10 kenti arasına sokmak için hiçbir çabadan kaçınmayacağımızı belirtmek isteriz.”
Yönetim politikalarını psikolojik ölçümlere göre belirleme hedefinin tarihi 18. yüzyıla, Jeremy Bentham’a kadar uzanıyor. O günden bu yana yöntemlerde epey mesafe katedildi, günümüzde bu konuda muazzam yenilikler söz konusu. Dubai projesi, hâlâ, insanların bir düğmeye basarak nasıl hissettikleri hakkında bilgi vermelerine dayanıyor. Ama ABD merkezli Affectiva gibi “duygu hesaplama” şirketleri, ürettikleri yazılımların, Dubai’nin kapsamlı kapalı devre kamera ağıyla birlikte kullanılabileceğini ve insanların yüz ifadelerine yansıyan duygularının ölçülebileceğini öne sürüyorlar.[2] Paranoyakça bir kuruntu mu dersiniz? Geçen yaza kadar, Facebook’un duygularımız üzerinde deneyler yaptığı fikrine de öyle bakılıyordu.[3]
Mutluluk ölçümlerinin pek çok farklı türü var, kimi ürkütücü, kimiyse gerçekten halk sağlığıyla ilgili samimi kaygılara dayanıyor. Bu ölçümler, örneğin işsizliğe bağlı mutsuzluk gibi, fark edilmeyen sıkıntıları tespit etmek üzere kullanıldığında kamusal tartışmalara önemli bir katkı sağlayabilir. Problem, bu ölçümlerin kolaylıkla birer toplumsal denetleme aracına dönüşebilmesinde. Politika değişimleri aracılığıyla –sözgelimi reklamları veya anlamsız çalışmayı azaltarak– insanların daha iyi hissetmesini sağlamaya çalışmakla, davranışsal veya tıbbi müdahaleler yoluyla mutluluğu artırmaya çalışmak arasında ciddi bir fark var, ama ikincisinin her durumda ilk başvurulan çare olduğu görülüyor.
Örneğin Richard Layard'ın mutluluk üzerine çalışması ruhsal hastalıklara dikkat çekiyor. Layard, bilişsel davranış terapisine kamu kaynağı ayrılmasını savunmak için ekonomik bir tez öne sürüyor: İnsanlar, bu terapiler yoluyla iyileşip çalışma hayatına döneceklerinden, harcanan paranın da geri alınacağını savunuyor. Bu durumda, iş bulma programları kapsamında insanların terapi görmeye zorlanması fikri hiç de uzak değil.
Nöro-ekonomi ve nöro-pazarlama alanlarında halihazırda uygulanan mutluluk ölçümlerinin hedefi, insanların nasıl hissettikleri hakkında verdikleri bilgiye güvenmektense gerçekten nasıl hissettiklerini öğrenmek. Giyilebilen teknolojiler ruh sağlığı konusunda daha ileri düzeyde geribildirim sunarken, insanlara kendi hayatları hakkında doğru bilgi vermekten aciz varlıklar gözüyle bakılmaya başlanıyor.
Bütün bunlar, demokratik politikalar açısından felaket anlamına geliyor. İnsanların kendilerini mutlu veya mutsuz hissetmek için sebepleri olduğunu, bu sebeplerin de en az o duyguların kendisi kadar önemli olduğunu kabul etmemiz gerek. Bunu kabul ettiğimizde, hislerin ve duyguların gelgitleri yerine, insanların gerek bireyler gerek gruplar olarak seslerini duyurmalarını sağlayacak kurumlar yaratmaya odaklanabiliriz.
William Davies’in Guardian gazetesinde yayınlanan Is Happiness Worth Measuring başlıklı yazısından kısaltılarak çevrildi.