Aşağıdaki metin, Naomi Klein’ın 5 Mayıs 2016’da Londra’da yaptığı Edward Said konuşmasına dayanarak London Review of Books’a yazdığı makaleden kısaltılarak çevrildi. Metnin tamamını okumak ve konuşmayı dinlemek için bkz. Let Them Drown: The Violence of Othering in a Warming World.
Edward Said kesinlikle bir doğa düşkünü değildi. Tüccarların, zanaatkârların ve meslek sahiplerinin soyundan geliyor ve kendini, “toprakla ilişkisi salt metaforik düzeyde kalan kentli Filistinli’nin uç bir örneği” olarak tarif ediyordu. Jean Mohr’un fotoğrafları üzerine düşüncelere daldığı After the Last Sky kitabında, misafirlerin ağırlanma biçiminden spora ve ev dekorasyonuna kadar, Filistinlilerin hayatlarının en mahrem yönlerini keşfe çıkmıştı. Bir resim çerçevesinin yeri, bir çocuğun asi duruşu gibi ince ayrıntılar, Said’in zihninde ardı arkası kesilmeyen çağrışımlar seline yol açıyordu. Gelgelelim, sürülerini otlatan, tarlaları süren Filistinli çiftçilerin görüntülerine baktığında ayrıntılar birdenbire kayboluyordu. Tarlalara hangi mahsuller ekiliyordu? Toprağın durumu nasıldı? Su var mıydı? Said’de bunlara dair hiçbir iz yoktu. “[Onlara baktığımda] hâlâ yoksul, acı çeken, zaman zaman da canlı bir görünüm sunan bir köylü nüfusu görüyorum – değişmeyen, kolektif bir yaşam,” diye itiraf ediyor Said. Ve bu algının “mitsel” olmasına rağmen devam ettiğini teslim ediyor.
Çiftçilik Said için başka bir dünyaydı, ömürlerini hava ve su kirliliği gibi sorunlara vakfeden insanlar da onun nezdinde başka bir gezegende yaşıyor olmalıydı. Meslektaşı Rob Nixon’la bir sohbetlerinde, çevreciliği “doğru düzgün bir derdi olmayan şımarık doğa düşkünlerinin boş vakit eğlencesi” diye tanımlamıştı. Oysa Ortadoğu’nun karşı karşıya olduğu çevre sorunları, bölgenin jeopolitiğiyle derinden ilgilenenlerin –ki Said de onlardan biriydi– göz ardı edemeyeceği boyutta. Burası, ısı ve su stresinin, deniz seviyesinin yükselmesi ve çölleşme gibi sorunların damgasını vurduğu bir yer. Nature Climate Change dergisinde yayınlanan son yazılardan birinde, emisyon oranlarını derhal ve ciddi bir şekilde düşürmediğimiz takdirde Ortadoğu’nun büyük kısmında bu yüzyılın sonunda “insanların tahammül sınırlarını aşan sıcaklıklarla” karşı karşıya kalınacağı tahmin ediliyor. İklim bilimcilerin durumla ilgili en net ifadeleri bunlar. Ama buna rağmen çevre sorunları bölgede hâlâ ikincil sayılıyor, ya da çevrecilik bu bölge için lüks bir dava addediliyor. Bunun sebebi bilgisizlik ya da kayıtsızlık değil, sadece zaman diliminin genişliği: İklim değişikliği vahim bir tehdit ama en korkutucu etkileri orta vadede kendini gösterecek. Kısa vadede ise ilgilenilmesi gereken çok daha acil meseleler var: askerî işgal, hava saldırıları, sistemsel ayrımcılık, ambargo gibi. Hiçbir şey bu sorunlarla boy ölçüşemez – ölçüşmeye de kalkmamalı.
Çevreciliğin Said’e bir burjuva oyun alanı gibi görünmesinin altında başka sebepler de var. İsrail devleti ulus-inşası projesinin üzerini oldum olası yeşil bir cilayla örtmüştür – Siyonizm’in “toprağa dönüş” biçimindeki öncü ethos’unun ayrılmaz unsurlarından biridir bu. Bu bağlamda da, özellikle ağaçlar, toprak gaspının ve işgalin en etkili silahlarından biri olagelmiştir. Yerleşimlere ve sadece İsrail yurttaşlarının kullandığı yollara alan açmak için sökülen sayısız zeytin ve fıstık ağacından bahsetmiyoruz sadece. Bostanların ve Filistin köylerinin üzerine kurulan çam ve okaliptüs ormanları da buna dahil; en vahim örneklerden biri, “Çölü Yeşillendirme” şiarıyla 1901’den beri İsrail’de, çoğu, bölgenin doğal örtüsüne yabancı türlere ait 250 milyon ağaç dikmekle övünen Yahudi Ulusal Fonu. Yahudi Ulusal Fonu, orman ve su yönetimiyle, park ve bahçelerle ilgilenen hükümet dışı bir çevre kuruluşu olarak lanse ediyor kendini. Gelin görün ki, İsrail devletindeki en büyük özel toprak sahibi de bu kurum, üstelik bir dizi hukuki davayla karşı karşıya olmasına rağmen Yahudi olmayanlara toprak satmayı veya kiralamayı hâlâ reddediyor.
Kudüs yakınında, Yahudi Ulusal Fonu’nun yönetimindeki Aminadav Ormanı. www.haaretz.com
Yahudi Ulusal Fonu, kimilerinin “yeşil kolonyalizm” diye adlandırdığı bir sürecin en uç ve en son örneklerinden. Fakat bunun yeni bir olay olduğu, veya İsrail’le sınırlı olduğu kesinlikle söylenemez. Amerika kıtasında olağanüstü yaban yaşam alanlarının koruma alanına dönüştürüldüğü, sonra da bu sınıflandırma bahane edilerek, yerli halkların atalarından kalma topraklara girip avlanmalarının ve balık tutmalarının –yani hayatlarını sürdürmelerinin– engellendiği uzun ve acı dolu bir tarih söz konusu. Bu defalarca yaşanmış bir süreç. Çağdaş versiyonu ise, karbon dengelemesi adı verilen sınıflandırma. Brezilya’dan Uganda’ya pek çok bölgede yerli halklar, en saldırgan toprak gasplarının doğa koruma örgütleri eliyle yapıldığını görüyorlar. Bir orman, birdenbire karbon dengeleme alanı olarak tanımlanıyor ve geleneksel sakinlerinin erişimine kapatılıyor. Bunun sonucunda, karbon dengeleme piyasası yeni bir insan hakları ihlali türünün ortaya çıkmasına sebep olmuş durumda: “yeşil ihlal”. Çiftçiler ve yerli halklar bu topraklara girmeye çalıştıklarında park korucuları veya özel güvenlik görevlileri tarafından fiziksel şiddete maruz kalıyor. Said’in çevrecilerle ilgili sözlerini bu bağlamı akılda tutarak okumak gerek.
[...]
İnsanlar, kendi hayatlarına çiçek veya sürüngenlerinkinden daha az önem verildiğinde gerçekten de bu konularda kinik bir tutum benimsemeye meylederler. Yine de Said’in entelektüel mirasında, küresel ekolojik krizin altındaki sebepleri aydınlatan ve netleştiren sayısız unsur var; bu krize günümüzdeki kampanya modellerinden çok daha kapsayıcı biçimlerde cevap verebileceğimizi gösteren sayısız unsur: Acı içindeki insanlardan, savaşla, yoksullukla ve sistemsel ırkçılıkla ilgili dertlerini öteleyip önce “dünyayı kurtarmalarını” istemek yerine, bütün bu krizlerin –dolayısıyla çözümlerinin de– birbiriyle bağlantılı olduğunu gösterebiliriz. Kısacası, Said’in doğa düşkünlerine ayıracak vakti olmamış olabilir, ama doğa düşkünlerinin acilen Said’e –ve diğer büyük anti-emperyalist, postkolonyal düşünürlere– zaman ayırmaları gerekiyor çünkü onların sunduğu bilgi olmadan ne bu tehlikeli noktaya nasıl geldiğimizi anlayabilir ne de bizi bu durumdan çıkaracak dönüşümleri kavrayabiliriz.
[...]
Geçtiğimiz Mart ayında hakemli dergilerde yayınlanan iki önemli çalışmada, deniz seviyesindeki yükselmenin beklenenden çok daha hızlı gerçekleşebileceği öne sürüldü. Bu çalışmalardan ilkinin yazarı James Hansen – dünyanın belki de en saygın iklim bilimcisi. Mevcut karbon emisyonlarının gidişatı göz önüne alındığında, “bütün sahil şehirlerinin, dünyanın büyük şehirlerinin, barındırdıkları tarihle birlikte yok olması” tehlikesiyle karşı karşıya olduğumuzu söylüyor Hansen – üstelik bundan bin sene sonra değil, bu yüzyıl içinde.
[...]
Dünyamızın tehlikeli biçimde ısınmasına çoktan yol açtık, ama hükümetlerimiz hâlâ bu gidişatı durdurmak için gereken önlemleri almayı reddediyor. Eskiden olsa bilgisizlik geçerli bir mazeret olabilirdi, ama geçtiğimiz otuz yıldır, Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli kurulup iklim müzakereleri başladığından beri, emisyonları düşürmeyi reddetme tavrı tehlikelerin tamamen farkında olarak sürdürülüyor. Böylesi bir pervasızlık, örtük de olsa kurumlaşmış ırkçılık olmadan mümkün olamazdı. Oryantalizm olmadan, güç sahiplerinin daha güçsüzlerin yaşamlarını hiçe saymalarını sağlayan etkili araçlar olmadan mümkün olamazdı. İnsanların hayatını değer hiyerarşisine sokan bu araçlar, kimi ülkelerin ve kadim kültürlerin tamamen gözden çıkarılmasına hizmet ediyor.
Fosil yakıtlar iklim değişikliğine yol açan tek etken değil –endüstriyel tarım ve ormanların yok edilmesi de bunda etkili– ama en büyük etken. Fosil yakıtların bir özelliği de, doğaları gereği kirli ve zehirli oldukları için bazı insanları ve bazı yerleri gözden çıkarmayı gerektirmeleri: kömür madenlerinde çalışmak için ciğerlerini ve bedenlerini feda edecek insanlar, açık işletme madenciliği ve petrol sızıntısı nedeniyle toprakları ve suları feda edilecek yerler. Daha 1970’lerde, ABD hükümetine danışmanlık yapan bilim insanları, ülkenin bazı bölgelerine “ulusal gözden çıkarma alanları” olarak işaret etmişti. Kömür madenciliği uğruna zirvesi kesilen Appalaş Dağları’nı düşünün – sırf madencilikte “dağ zirvesini kesme” yöntemi yeraltına tünel açmaktan daha ucuz olduğu için. [...] Bütün o kömürü elektriğe çevirmek de ayrı bir ötekileştirme sürecini gerektiriyordu: kentlerde elektrik santrallerinin ve rafinerilerin yanı başında bulunan mahalle sakinlerini. Kuzey Amerika’da fosil yakıt bağımlılığımızın zehir yükünü, ezici çoğunluğu beyaz olmayanlardan, siyah ve Latin kökenlilerden oluşan bu mahalleler çekiyor ve bu insanlarda solunum hastalığı ve kanser oranları çok yüksek. İklim adaleti hareketi, bu “çevresel ırkçılık” türüne karşı yürütülen mücadelelerden doğdu.
Fosil yakıt için gözden çıkarılan bölgeler bütün dünyaya yayılıyor. Her yıl büyük Exxon Valdez sızıntısına eşit miktarda petrolle zehirlenen Nijer Deltası’nı düşünün. Nijerya devleti tarafından katledilen yazar Ken Saro-Wiwa, bu süreci “ekolojik soykırım” olarak nitelendirmiş, topluluk liderlerinin idam edilmelerinin “Shell adına” yapıldığını öne sürmüştü. [...]
Nijerya’da petrol sızıntısına maruz kalan bir bölge. Kaynak: www.theguardian.com
Bu tür dramatik olaylar yaşanmadığında bile, kaynakların bu şekilde çıkarılması, toprağa ve suya ciddi zarar vererek belli yaşam tarzlarının sonunu getirdiği, toprağa bağlı kültürleri yok ettiği için ağır bir şiddet biçimi anlamına geliyor. Yerli halkları kültürlerinden koparmak Kanada’nın devlet politikasıydı – çocukların zorla ailelerinden alınıp, anadillerinin ve kültürel pratiklerinin yasaklandığı, fiziksel ve cinsel tacizin yaygın olduğu yatılı okullara gönderilmesiyle hayata geçirilen bir uygulamaydı bu. Son dönemde yayınlanan bir hakikat ve uzlaşma komisyonu raporunda bu süreç “kültürel soykırım” olarak niteleniyor. Topraktan, kültürden, aileden zorla koparılmanın yarattığı travma, bugün Kanada’nın ilk yerli halklarına mensup toplulukları paramparça eden umutsuzlukla doğrudan bağlantılı. Geçtiğimiz Nisan ayında, 2000 nüfuslu Attawapiskat topluluğunda sadece bir gün içinde 11 kişi intihar girişiminde bulundu. Bu arada DeBeers şirketi topluluğun geleneksel bölgesinde bir elmas madeni işletmeye devam ediyor; bütün madencilik projeleri gibi o da bölge halkına umut ve fırsat vaat etmişti. Pek çok insan evini terk ediyor, ve bu da, Kanada’da çoğu büyük kentlerde olmak üzere binlerce yerli kadının öldürülmesiyle veya kaybolmasıyla bağlantılı. Basında kadına yönelik şiddet ile toprağa yönelik –çoğunlukla fosil yakıt çıkarmayı hedefleyen– şiddet arasında bağ kurulmuyor, ama böyle bir bağ mevcut. [...]
Fosil yakıt çıkarabilmek için bazı bölgeleri gözden çıkarmış olmanız gerekir. Bu her zaman böyle olmuştur. Ve hareketlerinize meşruiyet kazandıracak entelektüel teoriler olmadan, gözden çıkarılması mubah yerler ve halklar üzerinde yükselen bir sistem kuramazsınız: Açık Kader’den[1] Terra Nullius’a,[2] oryantalizmden geri kalmış dağ köylüleri ve Kızılderililer hakkındaki teorilere... bunların hepsi bazı insanların ve yaşadıkları bölgelerin gözden çıkarılabileceğini buyurmuştur. İklim değişikliğinden “insan doğasının” mesul olduğunu, tüm suçun insan türünün açgözlülüğü ve öngörüsüzlüğünde olduğunu duyuyoruz sıklıkla. Veyahut, tek bir karışını sakınmaksızın yeryüzünün tamamını geri dönüşü olmayacak bir şekilde değiştirdiğimiz ve bunun sonucunda şimdi Antroposin’de –yani, İnsan Çağı’nda– yaşadığımız söyleniyor. Açıktan dillendirilmese de bu tür açıklamaların tek bir anlamı var: o da, dünyada tek bir insan tipi olduğu ve insan doğasının özünde bu krize sebep olan özelliklere indirgenebileceği. Böylelikle bazı insanların yaratıp, diğerlerinin azimle karşı çıktığı sistemler tümden aklanmış oluyor: kapitalizm, kolonyalizm ve ataerki gibi sistemler. Bu türden teşhisler, yaşamı farklı şekillerde örgütlemiş beşeri sistemlerin varlığını bir çırpıda siliveriyor: insanların, yedi nesil sonrasını düşünerek hareket etmeleri; iyi birer vatandaş olmakla yetinmeyip aynı zamanda iyi atalar olmaları; doğanın döngüsüne zarar vermemek için topraktan ihtiyaçlarından fazlasını almayıp, karşılığında ona bir şeyler vermeleri gerektiğini savunan sistemler yadsınıyor. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de bu tür sistemler var; fakat, iklim krizinin “insan doğası”ndan kaynaklanan bir kriz olduğunu ya da “insan çağı”nda yaşadığımızı öne sürdüğümüzde bu sistemleri yok saymış oluyoruz. [...]
Bazı insanlar, durumun bu kadar vahim olması gerekmediğini; doğayı kirletmeden de enerji kaynaklarına ulaşabileceğimizi; Honduras, Nijer Deltası ya da Alberta katran kumullarında yaşananların başka yerlerde yaşanmak zorunda olmadığını söylüyorlar. Sorun şu ki, fosil yakıtlara ulaşmanın hızlı ve ucuz bir yolu kalmadı; hidrolik kırma ve katran kumullarından petrol elde etmek gibi yöntemlere başvurulmasının sebebi de zaten bu. Bu da, endüstriyel çağın şeytanla yaptığı pazarlığı zora sokuyor: En ağır risklerin ülke içindeki ve dışındaki çevre bölgelerin üstüne yıkılmasını öngören bu anlaşma sürdürülemez bir hal alıyor. Gözden çıkarılabilir alanların sınırları genişleyip, güvende olduğu düşünülen yerleri de bir bir içine aldıkça Britanya’nın en pitoresk bölgeleri bile hidrolik kırma gibi yöntemlerin tehdidi altına giriyor. Katran kumullarının çirkinliği karşısında afallayıp kalmak değil mesele. Esas olan, fosil yakıtlarla dönen bir ekonomiyi sürdürmenin temiz, güvenli ve zehirli olmayan bir yolu olmadığını kabul etmek. Böyle bir yol hiçbir zaman var olmadı.
Ayrıca, bunun barışçıl bir yolu da olmadığını gösteren sürüsüne bereket delil var. Sorun yapısal. Rüzgâr ve güneş gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının aksine, fosil yakıtlar coğrafyanın geneline yayılmış değiller. Daha ziyade, belirli yerlerde yoğunlaşmış durumdalar ve bu yerlerin hep başka insanların ülkelerinde bulunmak gibi kötü bir âdetleri var. Bilhassa da bütün fosil yakıtların en etkili ve kıymetlisi olan petrolün... İşte bu yüzden, Arapları ve Müslümanları ötekileştirmeye yönelik bir proje olan oryantalizm, daha en başından beri petrol bağımlısı sistemimizin gizli ortaklarından biri olagelmiştir; ve bu sistemin geri tepmesiyle oluşan iklim değişikliğinden ayrı düşünülemez. [...] 1953 senesinde İngilizler ve Amerikalılar el ele verip, İngiliz-İran Petrol Şirketi’ni millîleştiren Muhammed Musaddık hükümetini devirmişlerdi. Bu olaydan tam 50 yıl sonra, 2003’te, bir başka İngiliz-Amerikan ortak yapımına şahit olduk: Irak’ın yasadışı yollarla istila ve işgal edilmesine. [...]
İsrailli mimar Eyal Weizman, son kitabı Conflict Shoreline’da, bu kuvvetlerin kesişimi hakkında çok çarpıcı bir okuma sunuyor.[3] Weizman, şimdiye kadar Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da çölün sınırını “kuraklık hattı” üzerinden düşündüğümüzü söylüyor. Yılda ortalama 200 milimetre yağış alan bölgelere “kuraklık hattı” deniyor; bu, sulama yapmadan büyük ölçekte tahıl üretimi yapabilmek için gereken asgari yağış miktarı. Bu meteorolojik sınırlar sabit değil, çeşitli sebeplerden dolayı dalgalanıp duruyorlar. İsrail’in “çölü yeşillendirme” teşebbüsleri, kuraklık hattını bir yöne doğru iterken, döngüsel kuraklıklar çölü öte yönde genişletiyor. Ve şimdi de, iklim değişikliğiyle beraber şiddetlenen kuraklığın bu hattı şekilden şekle soktuğuna tanık oluyoruz.
Weizman, Suriye’nin sınır şehirlerinden Deraa’nın, kuraklık hattının tam üzerinde bulunduğuna dikkat çekiyor. İç Savaş öncesinde ülkenin gördüğü en şiddetli kuraklık Deraa’yı vurmuş ve muazzam sayıda çiftçinin şehri terk etmesine sebep olmuştu. Burası, aynı zamanda Suriye ayaklanmasının başladığı yerdi. Gerilimin kriz aşamasına gelmesindeki tek etmen kuraklık değildi elbette. Fakat, kuraklık yüzünden 1,5 milyon insanın evini terk etmek zorunda kalmasının krizdeki payı yadsınamaz. Su ve ısı stresi ile askerî çatışma arasındaki bağlantı, kuraklık hattında tekrar tekrar karşımıza çıkan bir örüntü: Libya’dan Filistin’e, Filistin’den Afganistan ve Pakistan’ın en kanlı savaş alanlarına kadar, tüm bu hat boyunca, kuraklık, su kıtlığı, kavurucu sıcaklık ve askerî çatışmanın izlerini taşıyan yerlere rastlıyoruz.
Fakat, Weizman aynı zamanda “çok çarpıcı bir tesadüf”le karşılaştı. Batı ülkelerinin söz konusu bölgede insansız hava araçlarıyla gerçekleştirdiği saldırıların haritasını çıkardığımız zaman hedeflerin çoğunun “kuraklık hattı”nın tam üzerinde ya da yakınında olduğunu görüyoruz. Yukarıdaki haritada yer alan kırmızı noktalar, saldırıların yoğunlaştığı bölgelerden bazılarını gösteriyor. Bence bu, iklim değişikliğinin acımasız manzarasını görselleştirmeye yönelik gelmiş geçmiş en çarpıcı girişim. 10 yıl önce ABD ordusu tarafından yayınlanan bir rapor tüm bu olanları öngörüyordu: Raporda, “Ortadoğu ezelden beri iki doğal kaynakla özdeşleşmiştir: (bol bulunan) petrol ve (az bulunan) su” deniyordu. Doğru söze ne denir. Ve şimdilerde bazı örüntüler bariz bir şekilde gün yüzüne çıkıyor: Batı ülkelerinin savaş uçakları petrol bolluğunun izini sürüyordu; şimdiyse, aynı ülkelerin insansız hava araçları, su kıtlığını yakın takibe almış durumda.
[...]
İklim değişikliği eninde sonunda tüm insanlığı tehdit edecek olsa da, kısa vadede ayrım gözettiğini, her zaman ilk önce ve en şiddetli şekilde yoksulları vurduğunu biliyoruz: ister Katrina Kasırgası sırasında New Orleans çatılarında terk edilenler olsun, ister Birleşmiş Milletler’in verdiği rakamlara göre Güney ve Doğu Afrika’da kıtlıktan dolayı açlık tehdidiyle karşı karşıya olan 36 milyon insan.
[...]
Bunun olabilmesinin sebebi de dünyanın en zengin ülkelerindeki en zengin insanların kendilerine bir şey olmayacağını; en büyük zararın başkalarına geleceğini; iklim değişikliğinin etkileri kapıya dayandığında bile birilerinin onlara mukayyet olacağını düşünmeleri.
İşler beklendiği gibi gitmediğindeyse, durum iyice çirkinleşiyor. Geçtiğimiz Aralık ve Ocak’ta İngiltere’de sel yüzünden taşan nehirler 16.000 evi sular altında bıraktığında, bu çirkin geleceği ucundan kıyısından görme fırsatımız oldu. Kayıtlara geçmiş en nemli Aralık ayıyla baş etmeye çalışan bölge sakinleri, bu yetmiyormuş gibi bir de hükümetin, selle mücadelenin ön saflarında yer alan kamu kurumlarına ve belediye meclislerine karşı amansız bir saldırı yürüttüğü gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kaldılar. Tevekkeli değil, hükümetin acizliğini gölgede bırakmak için konuyu sulandırmaya çalışan bir sürü insan çıktı meydana. Bu insanlar, “Kendine yardım etmesi gerekirken Britanya mültecilere ve dış yardıma neden bu kadar çok para harcıyor?” diye soruyorlardı. “Dış yardımı unutun gitsin, esas iç yardım ne olacak?” diye bastırıyordu Daily Mail. Telegraph’da yayınlanan bir başyazı “Ülkenin paraya ihtiyacı varken, Britanyalı vergi mükellefleri neden hâlâ yabancı ülkelerdeki sel felaketlerinin masrafını karşılıyor?” diye soruyordu? Bilmem ki – bunun sebebi belki de Britanya’nın kömür yakıtlı buhar makinesini icat etmiş olması ve yeryüzündeki herhangi bir ulustan daha uzun süredir endüstriyel ölçekte fosil yakıt kullanıyor olmasıdır.
[...]
Said, Irak’ın işgal edildiği yıl öldü. Ülkenin kütüphaneleri ve müzeleri yağmalanırken, petrol bakanlığının sıkı sıkıya korunduğuna şahit oldu. Tüm bu mezalimin ortasında, küresel savaş-karşıtı hareket ve teknolojik ilerlemenin mümkün kıldığı yeni taban iletişim biçimleri ona umut verdi. “Dünyanın her yerinde, alternatif haber kaynaklarından beslenen; bu ufacık gezegende bizi birbirimize bağlayan çevresel, insan haklarına dayalı, özgürlükçü itkilerin fazlasıyla farkında olan alternatif toplulukların var olduğuna” dikkat çekmişti. Vizyonunda çevrecilere bile yer vardı. Said’in bu sözleri, İngiltere’deki sel baskınları hakkında araştırma yaparken aklıma geldi. Herkes suçu başkasına atıyor, birilerini günah keçisi ilan ediyordu; tüm bunların arasından bir tek Liam Cox adlı bir adamın gönderdiği bir internet mesajı sıyrılıyordu. Cox, medyada söz sahibi olan bazı insanların sel felaketini toplumdaki yabancı karşıtı hissiyatı körüklemek için kullanmasından rahatsız olmuştu ve bunu da açık açık ifade ediyordu:
Yorkshire, Hebden Bridge’de yaşıyorum. Burası sel baskınlarından en kötü etkilenen bölgelerden biri. Ortalık berbat; her şey sırılsıklam. Her şeye rağmen hayattayım; güvendeyim. Ailem güvende. Korku içinde yaşamıyoruz. Etrafımızda kurşunlar uçuşmuyor. Sağımızda, solumuzda bombalar patlamıyor. Evimi terk etmeye zorlanmıyorum. Dünyadaki en zengin ülkeler tarafından kapı dışı edilmiyorum; bu ülkelerin sakinleri tarafından topa tutulmuyorum.
Yabancı düşmanlığınızı kusup duran; sadece “kendi ihtiyaçlarımızı” karşılamak için para harcamamız gerektiğini savunan siz beyinsizler, aynada kendinize iyice bir bakın. Kendinize çok önemli bir soru sormanızı rica ediyorum: Ben onurlu ve ahlaklı bir insan mıyım? Çünkü, ev dediğimiz yer Britanya’dan ibaret değil; yeryüzünün her bir köşesi bizim evimiz.
Bunun üstüne söz söylemeye gerek yok.
[1] 19. yüzyılda, yerleşimcilerin Amerika kıtasının kuzeyine ve batısına doğru yayılmaya yazgılı olduğunu savunan ideoloji – ç.n.
[2] Kelime anlamı “boş alan ya da arazi” olan bu hukuki terim Avrupalı yerleşimcilerin işgal ettikleri topraklar üzerinde egemenlik ilan etmelerine meşruiyet kazandırmıştır. Her ne kadar söz konusu topraklarda yaşayan insanlar olsa da bu alanlar uluslararası hukuka tabi olmadıklarından “boş arazi” kabul edilmiştir. [kaynak: Robert J. Miller, Native America, Discovered and Conquered (Londra: Praeger, 2006), s. 21] – ç.n.
[3] Eyal Weizman ve Fazal Sheikh, The Conflict Shoreline (Steidl Verlag, 2015).