Bir Raporun Yazmadıkları

23/4/2021 / skopbülten / Eda Sezgin

Bodil Furu, Mangeurs de Cuivre (Bakır Yiyenler), 2016. (World of Matter, "Mobilizing Materialities" sergisi kapsamında.)

 

İKSV geçtiğimiz günlerde “Ekolojik Dönüşüm İçin Kültür-Sanat” raporunu yayınladı. Raporla beraber Vakfın, “David Bowie, Björk ve Colin Firth ve yüzlerce başka sanatçıyı altı sene önce aynı mektubun altında ne buluşturdu?” sorusuyla açılan bir çağrı videosu da sosyal medyada dolaşıyor. Rapor, sürdürülebilirlik kavramı, kavramın eleştirisi, kültür ve sanatın ekolojik dönüşümdeki potansiyel rolü, sanat üretimlerinde karbon izini küçültme yollarına ve önerilerine yer veriyor. Kültür-sanat dünyasının bileşenlerinin kendi pratiklerini sürdürülebilir olma yönünde dönüştürebileceği, karbon izini azaltabileceği, bu yönde politikalar için ortak ses çıkarabileceği ifade ediliyor. Ekolojik krizin çok yakınımızda olduğundan hareketle, eyleme geçmek için sanatçının önce kendi üretim biçiminden ve yerel çevreden başlaması, çevre hareketiyle sanatın birbirini etkilediği ve birbirinden besleneceği çok şey olduğu vurgulanıyor. Kültür-sanat alanının paydaşları için kapsamlı bir ekolojik çerçevenin eksik olduğunun tespit edildiği ve bu tespitten hareketle raporun da bu konuda “büyük resim içinde kültür-sanat alanını doğru şekilde konumlandırmayı” amaçladığı belirtiliyor. Bunların itiraz edilecek bir yanı yok. Peki bu rapor, sanat ve ekoloji bağlamında gayet aşina olduğumuz yaklaşımların, Birleşmiş Milletler vb. örgütlenmelerin yayınladığı bildiri ve protokollerin çerçevelediği güvenli bölgenin ötesinde bize bir şey söylüyor mu? Eksik olduğunu tespit ettiği ekolojik çerçeveyi, nasıl bir dönüşüm perspektifinden kuruyor?

Covid-19 salgını, sürdürülebilirlik konusunda yeni adımlar atılmasını ve son dönemde otomotiv sektöründen de izlediğimiz üzere elektrikli araçlara doğru büyük bütçeli yatırımları hızlandırdı. Hatta öyle ki, geçtiğimiz günlerde gerçekleşen bir ekonomi zirvesinde bu aciliyet Sanayi Devrimi’ne benzetildi. Zira Avrupa’nın bu salgın sonrasında sürdürülebilirlik için dev bütçeler seferber edeceği varsayılıyor ve bu konuda öncü olacak şirketlerin diğerlerine göre avantaj elde edecekleri ifade ediliyordu. Eğer Türkiye, Paris İklim Anlaşması’nı imzalayıp, ihracat yaptığı Avrupa’ya entegre olamazsa, “Karbon Sınır Vergisi” denilen bir maliyetle karşı karşıya kalacak. Bu da ihracatın devamlılığı konusunda bir sorun teşkil ediyor.[1] Türkiye, bu antlaşmayı henüz onaylamamış yedi ülkeden biri. “Ekolojik Dönüşüm İçin Kültür-Sanat” raporunun birkaç yerinde de söz Paris İklim Antlaşması’nın önemine geliyor:

 

Paris Anlaşması her ne kadar ülke taahhütleri açısından bağlayıcı olmasa da meşruiyeti çok yüksektir. Bu açıdan iklim için eyleme geçmek isteyen yerel yönetimler, kültür-sanat aktörleri, sivil toplum örgütleri, hareketler ve yurttaşlar için birleştirici ve güçlendirici bir belgedir. Bu rapora konu olan Hollanda ve İngiltere’den pek çok kültür-sanat kurumu, inisiyatif ve belediye, Paris Anlaşması’nı gündemde tutuyor ve hedefleri doğrultusunda karbon ayak izini azaltmak için çalışıyor. Türkiye’de Paris Anlaşması’nın onaylanması talebine kültür-sanat dünyasının da katılması, özellikle ekolojik dönüşümde oynadıkları (…) rol göz önünde bulundurulduğunda önem taşıyor.[2]

 

Dönüşümün Mahiyeti: Karbon İzinin Ötesi

Bu noktada bir parantez açıp sürdürülebilirlik ve kalkınma ilişkisine bakmak gerekir. Zaten İKSV raporu da hatırı sayılır bir kısmını sürdürülebilirlik kavramına, özellikle Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi kapsamında hazırlanan uluslararası protokollerin ekseninde sürdürülebilirlik eleştirilerine ayırıyor. Paris İklim Anlaşması, taraf ülkelerin sürdürülebilir kalkınma için yenilenebilir enerjilere yönelmesini ve yoksulluğun azaltılmasını hedefliyor.

Sürdürülebilir kalkınma, otuz yılı aşkın süredir tedavülde olan bir kavram, ancak kalkınma anlayışının kendisinin ekolojik bakımdan ne kadar sürdürülebilir olduğu da sorgulanan bir durum. Otuz yılı aşkın süre zarfında Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi kapsamında hazırlanan Kyoto Protokolü başta olmak üzere, bugüne dek süregelen uluslararası iklim anlaşmalarında öngörülen, öncelikle karbon vergileri olmak üzere pek çok uygulama ekolojik sürdürülebilirlik bakımından bir fark yaratmadı. Aksine, gaz salınımında (sadece karbon değil aynı zamanda sülfür dioksit, azot oksit ve diğer pek çok zararlı gaz) Kyoto Protokolü benzeri bölgesel, ulusal ya da uluslararası yasal düzenlemelerde belirtilen kotayı aşan üreticilerin, kotanın altında kalmayı başarmış üreticilerden karbon kotası satın alabildikleri bir modeli ortaya çıkardı. Bu vergi, pratikte “büyük kirleticiler” diye tabir edilen şirketlerin kirletici faaliyetlerine yönelik gerçek anlamda bir engel teşkil etmiyor ve nihayetinde karbonun bir ekolojik meta olarak alınıp satıldığı, kirleticilerin de bu yolla üretimlerini “akladığı” bir model ortaya çıkarıyor.[3] Öte yandan bu türden çözümler üzerinden bakıldığında sürdürülebilirlik, bilhassa Avrupa ve Kuzey Amerika örneklerinde, çevreye zararlı endüstrilerin ve dolayısıyla çevresel bedellerin, ekonomik kaynak bakımından yoksul ve küresel ısınmanın olumsuz etkileriyle en fazla karşı karşıya kalan “Küresel Güney”e kaydırılması pratiğini de kapsıyor.[4] Paris İklim Anlaşması’nın sonuçlarının ne olacağı bilinmez ama doğanın (aslında yaşamın), Cindi Katz’ın deyişiyle, global bir muhasebe defterine kayıt düşülen sıradan bir kaynak gibi ele alındığı[5] yaklaşımlarla ekolojik bir dönüşüm olabilir mi? 1990’lı yıllardan bu yana, sürdürülebilir kalkınmaya ilişkin Rio Bildirisi, iklim değişikliğine ilişkin Kyoto Protokolü gibi uluslararası zirveler ve anlaşmalarla süregelen işleyiş, ekolojik dönüşümün, zihinsel veya varoluşsal bir dönüşüm olmaksızın, sadece “teknokratik” çözümlerle mümkün olmadığını gösteriyor.

Çok da uzağa gitmeden, bizzat deneyimlediğimiz en güncel örneklerden biriyle kapayalım parantezi. Kuzey Ormanları’nı düşünelim. Kaz Dağları’nda, Tokat Niksar’da faaliyet gösteren maden şirketlerini düşünelim. Bir maden şirketi, hektarlarca ormanlık alanı, dolayısıyla bir ilişki zinciri içinde yaşayan tüm canlı varlıklarla bir ekosistemi yok ederken eyleminin yaşamsal sonuçlarını umursuyor mudur? Bu şirketler, her yıl bir övünç kaynağı olarak hazırladıkları sürdürülebilirlik raporlarında, yok edilen ormanlık alanlar karşılığında dikilen birkaç on bin ağaçla övünürken, ekolojik sürdürülebilirliği mi yoksa kurumsal sürdürülebilirliği mi öncelemektedir?

 

Turiya Magadlela, Performans, Fotoğraf: Gizem Özkol (16. İstanbul Bienali kapsamında)

 

Büyük Resimde Kültür-Sanatın Konumu

Paris Anlaşması’nın kabul edilmesi talebine katılmalarının yanı sıra, raporda, ekolojik dönüşüm bağlamında sanatçıların bir diğer potansiyel rolü de, Hollanda ve İngiltere eksenli saha araştırmasından elde edilen görüşlerden bir alıntıyla şöyle vurgulanıyor:

 

Sanatçılar çok iyi iletişimciler olduğu için bilimsel veriyi izleyiciyi/dinleyiciyi hemen yakalayacak şekilde sunabilirler. Hikâye aktarma rolünde hem kendi dönüşümüyle örnek teşkil edip ilham verebilir, hem de ekolojik krizi insanlara dokunan bir biçimde sunabilirler.[6]

Bu tamamen o dünyanın nasıl olmasını istediğimizi hayal etmekle ilgili. Çok soyut, bir paradigmanın sınırları ötesinde uzunca düşünmeyi gerektiriyor… Sanatçılar bu sınırların ötesine açılan geçitler olabilir.[7]

 

Başta iyi bir iletişimci olduğu kabulünden hareketle, sanatçının ekolojik dönüşümdeki rolünün belli bir çerçevede sınırlandırılmaya çalışılıyor olması ironik bir durum. Sanat, ekolojik dönüşümde bir role sahipse ya da olacaksa bunu illa “kurumsal” düşünce kalıplarının içinden mi yapmalıdır? Sanatçılar, ekolojik dönüşümün mahiyetini sorgulayamaz mı?

Raporun son bölümü Türkiye’deki kültür-sanat bileşenleri için sanatta ekolojik dönüşümün mümkün olduğunu göstermek ve bir nevi model oluşturmak düşüncesiyle, “yeşil” sergi ve prodüksiyon örneklerine ayrılıyor. Model ya da ilham alınacak ve belli ki gelecek vaat ettiği düşünülen örnekler Hollanda ve İngiltere’yle sınırlı. Hatırı sayılır bir kısmı sürdürülebilirlik eleştirisine ayrılmış olsa da, bu raporda sürdürülebilirlik kültünün karanlık yüzünü deneyimleyen coğrafyalardaki sanat kolektiflerinin çalışmalarına, Sahra-altı Afrika ve Güneydoğu Asya gibi bölgelerde gelişen yaratıcı girişimlere rastlanmıyor. (Son on yılda Sahra-altı Afrika ve Güneydoğu Asya gibi bölgelerde gelişen yaratıcı girişimlerden birkaç örnek vermek gerekirse: Nijeryalı fotoğraf kolektifi Depth of Field’ın, Lagos’un mega-varoşunda bozulmuş ekolojilerin izini sürdüğü çalışmalar; Hint araştırma grubu Sarai’nin Yeni Delhi’de gerçekleştirdiği “yükselen şehircilik” çalışması; uluslararası World of Matter grubunun Küresel Güney’e ilişkin politik ekoloji çalışmaları; iklim değişikliğinin Hint metropolü üzerindeki etkilerini araştıran Delhi’deki “48oC Public.Art.Ecology”.)[8]

Gerçekliğin hangi kısmına bakıp hangi kısmına kör kaldığınız, yaşanacak dönüşümün sınırlarını da belirliyor. Sürdürülebilirlik söz konusu olduğunda sadece “Küresel Kuzey”e, ekolojik dönüşüm söz konusu olduğunda da, sanat dahil üretimin sadece karbon izi boyutuna odaklanmak, sığ bir ekolojik perspektifin ürünü ya da kurumsal amaçların dayatması olabilir. Karbon ayak izini azaltma odaklı bir yeşil söylemin ötesine geçemeyen bu rapor da, sosyal ve zihinsel dönüşüm perspektifinden yoksun bir ekolojik dönüşüm söylemine sıkışmış görünüyor.

Son olarak, raporun “büyük resim içinde kültür-sanat alanını doğru şekilde konumlandırmayı ve onun ekolojik dönüşüm içinde tali olduğu algısını somut örneklere dayanarak kırmayı amaçladığı” belirtiliyor. Burada hangi büyük resme bakıldığı ve sanatın etkinliğinin bu büyük resmin neresine bakılarak somutlandığı önemli. Rapordan hareketle 16. İstanbul Bienali’ni hatırlayalım.

 

Başlığını Pasifik Okyanusu’nun ortasındaki devasa atık yığınının popüler bilimdeki adı Yedinci Kıta’dan alan 16. İstanbul Bienali’nin gösterdiği gibi Türkiye’de kültür-sanat dünyası, bir süredir konu üzerine düşünüyor.[9]

 

“Yedinci Kıta” temalı bienalin odağında insan-merkezci bakışın eleştirisi, iklim krizi ve ekolojik yıkım vardı. Bienal kapsamında sergilerin yanı sıra çeşitli inisiyatiflerin düzenlediği, iklim bozulması temelli gelecek senaryolarını, kentsel adaleti, su hakkını konu edinen atölyeler, oturumlar gerçekleşti. Bu bienal ekseninde iklim adaleti konuşuldu; betonlaşma, nesli tükenen canlılar, yerinden edilme, plastik atıkların yarattığı adalar, kirlenen ve tükenen sular konuşuldu. Sonra kadrajı biraz daha büyütelim. Bienalin gerçekleştiği yer, 2000’lerin başı itibarıyla çevresel ve sosyal yapısı yeniden inşa edilen, yaratıcı endüstrilerle kabuk değiştirmekte olan bir kentsel kıyı bölgesiydi. İki büyük holdingin ortaklığında ilerleyen, bir sahil hattını “kamuya açma” şiarıyla ortaya çıkan, ama tam aksine bir mülksüzleştirme örneği olan bir kentsel dönüşüm projesinin tam da orta yeri, bir şantiye alanıydı.[10] Bu sanatsal etkinliğin somut olarak gerçekleşmesini sağlayan kuruluşlar arasında da altın madenciliği, enerji ve fosil yakıt sektörünün önde gelen şirketleri yer alıyordu. Tam da bu sebeple (tıpkı  David Bowie, Björk, Colin Firth ve yüzlerce başka sanatçının yaptığı gibi) iki yıl önce Türkiye’de çevre ve ekoloji alanında çalışan komisyonlar ve sivil toplum örgütleri, 16. İstanbul Bienali’ne ilişkin aynı protesto metni altında buluşmuştu.[11] Raporun belirttiği gibi “yerelden başlamak” gerekiyorsa, öncelikle olmakta olanı sorgulamak isabetli olur: Bu büyük ve büyüdükçe karmaşıklaşan resimde kültür-sanatın konumu nedir? Ve kültür-sanat hangi ekolojik dönüşüm için tali, hangi ekolojik dönüşüm için faildir?

 



[1] “Avrupa’yla entegre olmazsak, örneğin Paris İklim Anlaşması’nı imzalamazsak, karşımıza ‘Karbon Sınır Vergileri’ çıkacak. Türkiye’nin önümüzdeki dönemde ihracatın devamlılığı için tek şansı çevre konusunda Avrupa’yla tam entegrasyon.” Bkz. https://www.aa.com.tr/tr/ekonomi/arcelik-ust-yoneticisi-bulgurlu-cevre-konusunda-avrupayla-tam-entegrasyon-olmali/2187961

[2] Yasmine Ostendorf’tan alıntı. Doç Dr. Hande Paker, Ekolojik Dönüşüm İçin Kültür-Sanat Raporu, s. 48

[4] Konuyla ilgili bkz. Fikret Başkaya, Başka Bir Uygarlık İçin Manifesto: Nasıl Üretmeli, Nasıl Tüketmeli, Nasıl Yaşamalı?, Yordam Kitap, 2016 ve Fikret Başkaya, Gençlerle Baş Başa: İklim Krizi ve Ekolojik Yıkım, Yordam Kitap, 2020.

[5] Cindi Katz, “Whose Nature, Whose Culture? Private Productions of Space and the Preservation of Nature”, (ed.) B. Braun ve N. Castree, Remaking Reality: Nature at the Millenium, (New York: Routledge, 1998).

[6] Age., s. 56

[7] Age, s. 54

[8] T.J. Demos, The Arts and Politics of Sustainability, Decolonizing Nature, Sternberg Press, 2016.

[9] Paker, age, s.10