Bin Yıllık Reich’tan Geriye Ne Kaldı?

         

  

I.

Biz bisikletlerin park edildiği yerde oyalanırken, yaşlıca bir Alman elindeki çantayı sürükleyerek 70 katlı apartmanın arkasına doğru ağır ağır yürüyordu. Durdu, bize doğru döndü ve bir şey unutup unutmadığımızı sordu [...] Biraz önce üzerinden atladığımız devrilmiş tel örgüye ve gerisinde uzanan bitkilerin örttüğü terk edilmiş araziye bakmıyor, cevap vermemizi bekliyordu.

Tabii ki aslında niye burada olduğumuzun, nereden geldiğimizin bal gibi farkındaydı. Burada oturuyordu, yeterince yaşlıydı, belki bir şeyler biliyordu. Almanca, arkamızdaki hantal beton yığını hakkında bir fikri olup olmadığını sordum [...] Evet, o betonu 1942’de, tam savaşın ortasındayken Hitler ve adamları dökmüşlerdi; daha doğrusu Fransız savaş esirlerine döktürmüşlerdi.

O tarafa bir göz atıp anlatmaya devam etti. Devasa beton blok, zeminin mukavemetini yoklamak için yapılmış bir deneydi [...] Toprak ağırlığına dayanacak mıydı yoksa çökecek miydi? Çökerse, ne derinliğe kadar ve hangi hızla? Beton blok aslında mantar biçimindeydi; dibi yandaki apartmanın yüksekliğince toprağın derinliğine iniyordu. Üstte kalan masif silindirin çapı ise on metreydi, ağırlığı herhalde 500 tonu buluyordu. Hele bir gözünüzün önüne getirin [...]

Biliyor musunuz diye lafı sürdürdü, Hitler’le mimarları bundan önce tam şehrin orta yerine, Tiergarten’a beton dökmeye yeltenmişlerdi. Olimpik Stadyum’dan daha büyük, tabak biçiminde masif temel tabakası, Brandenburg Kapısı’nın yakınlarında inşa etmek istedikleri dev kubbeyi taşıyacaktı. Reichstag’ı[1] cüceleştirecek Halk Sarayı’nın kubbesini! Champs-Elysées gibi muhteşem bir bulvar oradan Kreuzberg’i katederek buraya, Schöneberg’e kadar uzanacak ve sonra Tempelhof Havalanı’na varacaktı [...]

Bulunduğumuz noktaya Paris’teki Arc de Triomphe’un iki misli büyüklüğünde, devasa zafer takını inşa etmeyi tasarlıyorlardı: dört masif beton ayağa oturacak dört kemeri ile muazzam bir strüktür. Yalnız başlamadan önce altımızdaki kum zeminin bu kadar yükü taşıyacağından emin olmaları lazımdı. Düşünün, temellerin dört bir köşesinde her biri bu silindirin hacminde birer kütle olacaktı. Öteki üçü hiçbir zaman inşa edilmedi, bu ise 60 yıldır burada durup duruyor [...] Masif beton, yıkmaya gelmeyecek kadar büyük. Anlıyor musunuz, kimse yıkmanın bedelini karşılamaya yanaşmıyor. Bir ara halk arasında korunması gereken tarihî eser kategorisine alınması tartışıldı ama bundan bir sonuç çıkmadı. Şehir plancıları hâlâ bu hilkat garibesiyle nasıl baş edeceklerini bilemiyorlar. Zaten artık kimsenin onu kaale aldığı da yok.

 

         

 

II.

Albert Speer, anılarında Zafer Takı için inşa edilen deneme strüktürüne şöyle bir değinip geçiyor.[2] Yerini bulmak için gereken adres, yakınlarda yayınlanan Speer’in Berlin’ine dair bir monografide var.[3] Schöneberg’in olmadık bir köşesinde, ağaçların arasında kendi halindeki beton blok, Kolonnen Köprüsü’nden bakılınca fark ediliyor. Üzerinde asılı, rengi solmuş ‘Girmek Yasaktır’ levhalarını göz ardı ederseniz, tel örgüden içeri atlamak hiç de zor değil. Yanına kadar gidip çevresinde dolanmak, altına bakmak mümkün. Doğrusunu isterseniz, etkileyici bir izlenim bıraktığı söylenemez: bitkilerin sardığı, savaş sonrasında inşa edilen apartmanların gölgede bıraktığı, büyük, yuvarlak bir beton blok.

Bu şeye, terk edilmiş bir beton kütlesinin ötesinde anlam yüklemek isteyenler beklenmedik bir dirençle karşılaşıyor. Çevresini etkileyecek denli büyük olmaktan uzak, sessiz soluksuz bir gri kütle değil de, üzerinde Nazilere özgü bir işaretin izi kalmış, ya da bir köşesinde bir vahşet yaşanmış bir yapı olsa, başkaydı. Eğer harabeye dönmüş olsa, hiç değilse harabe değeri taşırdı: Hitler ve Speer’i görkemli bina tasavvurlarında onca meşgul eden, harabesi Bin Yıllık Reich’tan geriye kalacak devasa taş kütleler planlamalarına vesile olan bednam harabe değeri, Ruinenwert. Oysa anıtsal zafer takı inşa edilemedi – geriye sadece bu bitmemiş kalıntı kaldı. Ziyaret etmeye değecek, insanın düşüncelere dalmasına vesile olacak bir anıt değil. Berlin’de bu şeyden sonra inşa edilen hiçbir yapıya benzemiyor. Belki gri rengiyle kendini belli edişi yakın zamanlarda şehrin merkezine Soykırım Anıtı olarak kondurulan beton blokları akla getirebilir. Ya da Berlin’de hâlâ varlığını sürdüren birkaç beton sığınağı – bunlar hiç olmazsa manzara seyretmek, tırmanmak ya da film çevirmek için kullanılıyor. Bu çimento yığını ise hiç bir işe yaramıyor, zaten yok sayılıyor. Varlığını açıklamaya yarayacak bir tabelası bile yok.

Tarihin reddettiği, turizmin umursamadığı, doğanın hazmedemediği bu güdük kalmış beton yığınından öğrenilecek ne var ki? Kesilmiş ağaç kütüğü hiç olmazsa yaşını, kendi tarihini açığa çıkarır; kesitindeki halkaları saymak yeter [...] Ya bu beton blok? Hiç tamamlanmamış, hiç yaşamamış, zamanda iz bırakmamış, tarihte yeri olmamış. Gerçek boyutuna erme imkânını sınamak için inşa edilmiş, oysa cüssesi bu tasavvurun imkânsızlığını ortaya sermekle kalmış, burada böylece durmasına neden olan imkânsızlığı. İnşa etmek için de, yıkmak için de fazlasıyla büyük.

[...]

 

         

 

III.

Speer’in Berlin için azametli tasavvurlarının çoğu minyatür ölçekteki mimari maketler olarak kaldı. Zaten geriye doğru bakınca gayet açık görülüyor ki bu planlarla maketlerin hiçbir zaman gerçek boyutlarıyla hayata geçirileceği yoktu. Speer kendisi de bu yapıların o zamana kadar inşa edilmiş her şeyden büyük olacaklarını teslim etmekle kalmıyor, aslında her türlü ölçeğin ötesinde, überdimensional, olduklarını kabul ediyor. Halk Sarayı’nı, 150.000 kişilik kitlesel gösteriler için tasarlamak durumunda kaldığını acı bir dille ifade ediyor. Bu öyle devasa bir ölçekti ki, Hitler halka hitap etmek için tantanayla törensel balkona çıktığı zaman “bir optik hiçliğe” dönüşecekti.[4] [...]

 

         

 

IV.

[...] İki kenarı boyunca devasa neoklasik binaların dizildiği, hafif meyilli, haşmetli bulvarın orta yerinde aşırı büyüklükteki ölçeğiyle neoklasik kemerli geçit. Bulvarın bir ucunda, muazzam kubbeli bina. Kubbenin tepe noktasında, pençelerinde dünyayı taşıyan Nazi kartalı... Speer’in Hitler için yaptırdığı maketin fotoğraflarında, geleceğin emperyal başkenti Germania kusursuz, beyaz temsilinde böyle görünüyordu.[5] Genellikle fotoğraflara şu bilgi ekleniyordu: maket Speer’in sanat akademisi, Akademie der Künste’nin sergi salonunda duruyordu. Aradaki bahçe geçilerek Hitler’in karargâhından kolayca ulaşılacak bir mesafedeydi. Savaş sırasında bile Hitler’in öğle saatlerinde burayı düzenli olarak ziyaret ettiği bilinir. Henüz 1925’te Münih’teyken Hitler, Zafer Takı ve kubbeli Halk Sarayı’na ait birtakım krokiler çizmişti. Çizimlerini 1935’te Speer’e hediye etti. 1939’da Hitler’in ellinci yaş günü münasebetiyle bu kez Speer Hitler’e sürpriz yaparak bir armağan sundu: Zafer Takı’nın dört metrelik maketi. Karşısında Hitler’in dili tutulmuştu.

Hayalini kurduğu şehrin ömrü tükenmeden gerçekleşmesini takıntı haline getiren Hitler, savaşa rağmen, Berlin’in merkezini yeniden inşa etme projesinin ilk aşamasının (kubbe ve kemer dahil) planlandığı gibi 1950’ye kadar bitirilmesinde ısrarlıydı.[6] Speer’in anlattığına göre Hitler Yeni Berlin’in 1950’deki açılış töreninin detaylarıyla o derece ilgileniyordu ki, bu uğurda Rusya’nın işgali için yapılan strateji geliştirme toplantılarına katılmadığı bile olmuştu. 1941’de Hitler 30.000 vasıflı çelik işçisini Zafer Takı inşaatından Rus cephesine nakletme emrini altı hafta boyunca bekletti; halbuki Rusların çekilirken tahrip ettikleri demiryollarının onarımında görevlendirilmelerini bizzat Speer istemişti. Demiryolları, Sibirya soğuğuna dayanmaya çalışan Alman askerlerine malzeme ve erzak tedarik edilmesi için elzemdi.[7] Speer’in hatırladığına göre, Rus cephesinden kötü haberler geldikçe, Hitler yalnızca maket şehrini ziyaret ettiği ve kendini emperyal başkentin güneyindeki yeni tren istasyonundan çıkıp, Zafer Takı’nın altından azametli bulvarın ucundaki kubbeye bakan bir seyyah olarak tahayyül ettiği zamanlarda “canlı, doğal ve rahat” oluyordu. Bazen bu minyatür gösteri karşısında o denli duygulanıyordu ki, heyecan ve minnetle dolu olarak ağladığı oluyordu.[8]

Geriye dönüp baktığında Speer kendi tasarımları karşısında rahatsızlık duyduğunu gizlemiyor; özellikle de erken dönemlerindeki Dorik yalınlığın modernist yorumuna dayalı “stilinden”, gereksiz büyüklükte ölçeğiyle anıtsallıkta ısrarlı “Geç Ampir” stiline geçişinden. Walter Benjamin, Napolyon sonrası döneme özgü tumturaklı Geç Ampir stil için bir zamanlar “devrimci terörizm stili” diye söz etmişti. [...]

 

         

 

V.

Benjamin’in Pasajlar’ında aktardığı, antropolog Ferdinand Noack’ın yorumuna göre Zafer Takı’nın asıl anlamı yeniden doğuşun deneyimlenmesiyle ilintiliydi. Savaştan zaferle dönen askerler takın altından geçerek bu deneyimi mimari olarak yaşayacaklardı.[9] Ama eğer sembolik amaç buysa, Noack iki sütunla bir kirişin bu iş için yeterli olduğunu, anıtsal mimarlığa gerek olmadığını öne sürüyordu. Öte yandan, Romalıların zafer takları, savaşta kazanılan başarıları resmeden, savaştan dönen askerlerin yarattığı cümbüşü, atların çektiği arabasındaki muzaffer komutan Triumphator’u, önlerine kattıkları esirleri ve elde ettikleri ganimetleri betimleyen kabartmalarla süslüydü. Sembolik geçiş ritüeli işlevinin yanı sıra, sanki taklar zaferin resimli kaydını tutuyor, zaferi canlandırıyorlardı – bir tür ilkel televizyon gibi. Hitler’inki ise ölçek olarak Romalılarınkilerin çok ötesindeydi, üstelik sembolik ve temsili amacı da farklıydı. Seksen metre yüksekliğindeki çifte kemerlerin dış yüzünde bezeme olmayacaktı, iç tarafına ise Birinci Dünya Savaşı’nda hayatını kaybeden 1,8 milyon Alman askerinin isimleri granite kazınacaktı. Dolayısıyla, Zafer Takı’nın geçmişte kazanılan bir zaferi kutlaması değil, bir kaybı telafi etmesi tasavvur edilmişti. Hayatını kaybetmiş askerler için sembolik bir geçit yeri olacaktı.

Nazilerin iktidara gelmesi ile tarihin ters yüz edilmesi ve zaferin daim olacağı bir dönemin başlaması, 1934 tarihli İradenin Zaferi adlı filmin “zafer”i olacaktı. “Almanya’nın yeniden doğuşu” teması yönetmen Leni Riefenstahl’e teslim edilmişti. Onun art arda getirerek kurguladığı imajların görsel mimarisi sinemada adeta sanal bir zafer takı yaratıyordu – sanki atlı arabalardaymış gibi birbirlerinin sırtına binip yarışan, kahkaha atan çocuklar; parıl parıl açık otomobillerinde Nazi subayları, Nuremberg’in eski, dar ama süslü sokaklarından kaz adımlarıyla geçen askerler, geometrik düzende ilerleyen süvariler. Bugün bile Riefenstahl’in propaganda amaçlı güç ve yetenek gösterisi sürükleyici ama izlemesi zorlu bir film. Zamanında, ideolojik olarak uyarılmış ve zoraki olarak görkemli sinema salonlarına tıkılmış kitlelerin üzerindeki etkisini hayal bile etmek güç. Hem dehşete düşmüş hem de gülmüş olmalılar; muhtemelen konuşmacılara tezahürat yaparak Nazi dünya görüşüne geçiş ritüeline katılmış olmalılar.

Söylendiğine göre filmin başlığı konusunda ısrarcı olan, Nietzsche’nin “güç iradesi” kavramına gayet açık bir referansla, Hitler’di. Ancak zafer sözcüğünün kökenlerine dair bilgisi olduğu kuşku götürür. Latince triumphus eski Yunanca’daki thriambos sözcüğünden türer ve Dionysos ayinlerine kadar geri gider. Romalıların askerî törenleriyle iliştirilegelse de aslında zafer değil Dionysos’un geri gelişidir anlamlandırdığı. “Öldükten sonra hep dirilen” tanrının geri dönüşü “thriambe” sözcüğünün tekrarından oluşan ilahilerle kutlanırdı.[10] Giderek bu eski Yunan ayini önderlerin tanrısal güçle donatıldığı ritüellere dönüştü; Etrüsklere, onlardan da Romalılara geçti. Savaştan dönen muzaffer komutan ile askerlerinin sivil hayata dönmeden önce, geçici de olsa, böyle bir güce kavuştuğuna inanılıyordu. Savaştan gündelik hayata geçiş çılgın kutlamalarla gerçekleşiyordu [...] Söylencelere göre Dionysos ayinlerinde çılgınlık o raddeye varıyordu ki, kutlamacıların şehir kapılarından kente girişine izin verilmiyor, sur duvarında açılan bir gedikten geçiyorlardı: ilk zafer takı, medeniyeti kaostan, anlamlı tarihi manasız tekrardan ayıran duvarda açılan bu yarıktı.

Hitler’in Zafer Takı da böyle, ölümle hayat, yenilgi ile utku, travmatik geçmiş ve zafer vaat eden gelecek arasında bir geçit mi olacaktı? Hiçbir zaman tam açılamamış, hâlâ açılmayı bekleyen bir geçit? [...]

 

         

 

VI.

Belki de yaşlı Berlinli bizim sandığımızdan daha fazlasını biliyordu. Belki aradığımız şeyin geçmişte gömülü olmadığının ya da yavaş yavaş çöken bir çimento yığının içinde saklı durmadığının, arka bahçemize yakın bir yerlerde olduğunun farkındaydı. Yine Benjamin: “Her çağın gözünde bir sonraki çağın imgeler halinde belirdiği düşte, ilerde gerçekleşecek olan çağ tarihöncesine ait unsurlarla bağlanmış gibi görünür, yani sınıfsız toplumla.”[11] Belki de efendisinin gönlünü çelmek için Speer’in minyatür alemde yarattığı mükemmel düzene sahip cansız toplum kadar, Benjamin’in bir ütopyacının düşüne havale ettiği sınıfsız toplum da başka bir yerlerde gerçekleşmeye yazgılıydı [...]

 

Walead Beshty ve Eric Schwab, “Stumped: What Remains of the Thousand-Year Reich?”, Cabinet, sayı 20 (Kış 2005-2006). http://www.cabinetmagazine.org/issues/20/beshty.php (Erişim tarihi: 26 Temmuz 2018).

Metin, Eric Schwab’a, fotoğraflar Walead Beshty’ye ait. Yazar bu makaleyi Eli Sagan’a ithaf ediyor. Ayrıca katkıları için Offer Egozy, Ann Toebbe ve Martin Blume’ye teşekkür ediyor. Aksi belirtilmedikçe Almanca’dan tüm çeviriler yazara ait.



[1] 1871’de Alman Birliği’nin kurulmasından sonra inşa edilen ve 1933’te Hitler’in iktidara gelmesinin hemen ertesinde şaibeli bir biçimde yanan parlamento binası – ç.n.

[2] Albert Speer, Erinnerungen (Berlin: Propyläen, 1969) s. 169.

[3] Hans J. Reichhardt ve Wolfgang Schäche, Von Berlin nach Germania. Über die Zerstörungen der “Reichshauptstadt” durch Albert Speers Neugestaltungsplanungen (Berlin: Transit, 1998) s. 138–139.

[4] Albert Speer, Erinnerungen, s. 168.

[5] Yakın zamanlarda, Oliver Hirschbiegel’in 2004 tarihli Der Untergang (Çöküş) başlıklı filminin bir sahnesinde Hitler’i (Bruno Ganz) eğilmiş, Zafer Takı’nın altından azametli bulvarın nasıl göründüğünü incelerken görürüz.

[6] Speer’in anılarında yayınladığı bir belge, s. 193:

GENEL TALİMAT: Adolf Hitler Karargahı, Berlin, 25 Haziran 1940.

Güçlü imparatorluğumuzun yeni başkenti Berlin en kısa zamanda, zaferimizin büyüklüğünü yansıtacak bir biçimde, mimari olarak yeniden biçimlendirilmelidir.

Benim görüşüme göre, Reich’ın bu çok önemli projesinin gerçekleştirilmesi, zaferimizin nihai olarak sağlamlaştırılmasına en ciddi katkıyı sağlayacaktır.

1950’ye kadar hayata geçirilmesini bekliyorum.

Aynı şey Münih, Linz ve Hamburg ile Nuremberg’deki Parti binaları için de geçerli. Reich emri altındaki tüm eyaletler, şehirler ve de Parti, Emperyal Başkent Berlin’in Genel Müfettişi’nin projelerinin gerçekleştirilmesi için talep edeceği her türlü yardımı yerine getirmekle mükelleftir. AH

Talimatta bahsi geçen Genel Müfettiş Speer, kitabında belgeye bir not düşmüş:

Paris dönüşü Hitler beni küçük kır evinde kabul etti; masada tek başına oturuyordu: “Berlin’i inşa projesinin süreceğini emrettiğime dair duyuruyu hazırlayın ... Paris güzeldi, değil mi? Berlin daha güzel olmalı!”

Hitler kendi eliyle tarih attı, “en büyük zaferi” saydığı Fransa’yla ateşkes anlaşmasının yapıldığı tarihti bu. (s. 188)

[7] Albert Speer, Erinnerungen, s. 200.

[8] A.g.e., s. 147.

[9] Ferdinand Noack, Triumph und Triumphbogen (1928); aktaran Walter Benjamin, The Arcades Project, çev. Howard Eiland ve Kevin McLaughlin (Cambridge, Mass.: Belknap, 1999), s. 97.

[10] H. S. Versnel, Triumphus. An Inquiry into the Origin, Development, and Meaning of the Roman Triumph (Leiden: Brill, 1970), özellikle s. 37 ve devamı ile s. 300 ve devamı.

[11] Walter Benjamin, Paris, Capital of the Nineteenth Century (1925/26 civarı), Reflections içinde, çev. Edmund Jephcott (New York: Schocken, 1978), s. 148.